30 Aralık 2008 Salı

MÜNEVVER AYAŞLI’NIN HATIRALARI

                                                       
        Münevver Ayaşlı, yazdığı bu hatıralarda[1] birbirinden farklı tarihi şahsiyetler hakkında; işittiğini, gördüğünü ve bildiklerini kullanarak bu portrelerin görünmeyen taraflarını anlatmaya çalışır. Bu portreler arasında kimler yok ki: Sultan Abdülhamit ve Abdülaziz, bu iki padişah döneminin büyükelçi ve Ticaret Nazırı Sadullah Paşa, büyük şair ve diplomatımız, “Aziz İstanbul”un müellifi Yahya Kemal, Türk Ocakları başkanlarından Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstiklâl Harbi’nin meşhur komutanlarından Refet Paşa, Şair-i âzam Abdülhak Hâmid ve eşi Lüsyen Hanım, kadın yazarlarımızdan Halide Edip Hanım ve eşi Adnan Adıvar, Türk dostu Monsieur Massignon, Pierre Loti, Ruşen Eşref ve eşi Saliha Hanım, büyük tarihçimiz İsmail Hami Bey, İstiklâl şairimiz Mehmet Akif ve en yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay vb.

        Münevver Ayaşlı, Sultan Abdülaziz döneminin Nazır ve bürokratlarından,  Abdülhamit döneminin de büyükelçilerinden Sadullah Rami Paşa’nın oğluyla evlidir.[2] Kayınpederi Sadullah Paşa, saraydaki görevinden dolayı devrin padişahları hakkında birçok olaya şahit olur. Ayaşlı’nın eşi Nusret Sadullah Bey, babasından dinlediği ve öğrendiklerini Münevver Hanım’a nakleder. Yazar özellikle de Sadullah Paşa ve Sultan Abdülaziz’in intiharları hakkında ilginç iddialar ortaya atar. Sultan Abdülaziz’in devlet adamlığının bir numunesi sayılabilecek bir olayı da bakın nasıl anlatır:

        “Bir tarihte de, bizden ayrılan ve nîm müstakil olan Sırbistan Prensi İstanbul’a gelir. Bab-ı Âli’den bazı talepleri var, hudut tashihi istiyor. Sırbistan Prensinin teklifleri pek ağır ve fahiş… Bu tekliflere Bab-ı Âli:
        - Hayır olmaz, der.
Sırp Prensi, gayet küstah ve kendinden emin, hariciye nazırına:
        - Peki, o halde Zat-ı Şahane’yi göreyim, kendilerinden bu hudut tashihini koparırım, diyor. Hakikaten, Sırbistan Prensi, Mabeyinden Zât-ı Şahene’ye arz-ı ubudiyet ve hâk-i pay-i şahaneye yüz sürmek için müsaade ister. Bundan haliyle haberdar olan Bab-ı Âli, Prense:
        - Zât-ı Şahane’yi, yalnız arz-ı ubudiyet için görebilirsiniz, fakat katiyen politika ve mahut “hudut tashihi” meselesini açmayacaksınız diyor. Prens, bu hususta Bab-ı Âliye, politikadan ve hudut meselesinden hiç bahsetmeyeceğine dair şeref sözü veriyor ve yemin ediyor. Prensi kabul etme müsaadesi çıkıyor. Gününde ve saatinde Sırp Prensi sarayın yolunu tutuyor. Sultan Abdülaziz Han, bu hâlâ kendi “peyki” olan Sırp Prensini iyi karşılıyor. Huzurda bir küçük iskemlede oturmasına da müsaade ediliyor. Kendisine yapılan bu güzel muameleden yüz bulan Sırp Prensi, Bab-ı Aliye vermiş olduğu namus sözüne ve yeminine rağmen, Padişaha hudut meselesini açıyor ve açmakla da kalmıyor, bu mesele üzerine ısrar da ediyor. Zât-ı Şahane’nin yüzü birbirine karışıyor, fırtınadan evvelki hava kaplıyor ortalığı. Yine terbiyesi kıt Sırp Prensi:
        - Bu meseleyi hal edemez isem ve hudut tashihini yapamaz isem, beni memleketime sokmazlar ve tahtıma oturtmazlar, diyor. Bu sözler artık, bardağı taşırmaya kâfi gelen son damla oluyor. Ve Zâtı Şahane’nin gözlerinde şimşekler çakmaya başlıyor ve gök gürler gibi Padişah, arslanlar gibi kükremeye başlıyor:
        - Eğer makamını kaybetmekten ve memleketine gitmekten korkuyorsan, âsâkîr-i şahanem seni memleketine götürür ve sandalyene oturtur, diyor. Belgrat’taki koltuğundan başka, Padişah’ın karşısında oturduğu küçük sandalye de çatırdamaya başlıyor. Zira Sırp Prensi o kadar korku içindedir ki tir tir titremeye başlıyor ve Prens titredikçe oturduğu küçük sandalyeden de çatırdama sesleri duyuluyor. (s. 31)

        Ayaşlı, Şair-i azam Hamid bey ve eşi Lüsyen Hanım ile aynı ortamlarda çok bulunur. Özellikle de büyük şair vefat ettikten sonra Lüsyen Hanım ile çok iyi dost olduklarını belirtir. Lüsyen Hanım'ın eli kalem tutan biri, Hâmid ile hayat arkadaşı olmasına ve Türkiye’de 25 yıldır yaşamasına rağmen, Türkçe iki satır bile yazamadığını en basit mektup ve tezkireleri dahi Ayaşlı ve yakın arkadaşlarına yazdırdığını ifade eder. Lüsyen Hanım, Hâmid’in doğum yıldönümü olan 5 Şubat’ta, her sene Abdülhak Hâmid’in hatırasını taziz için bir çınar ağacı diktiğini söyler. Münevver Hanım, Lüsyen Hanım’dan dinlediği -tarihçi ve araştırmacıların incelemesi gereken- bir konudan bahseder. İsveç’ten 1927 yılında Nobel edebiyat ödülünün Abdülhak Hâmid’e verilmesi istenir. Ankara’dan İsveç hükümetine haber gönderilir. Abdülhak Hamid Bey’in eski rejimin adamı olduğu, yeni rejim edebiyatını temsil edemeyeceği söylenir, bunun yerine Ruşen Eşref Ünaydın aday gösterilir. (s.114)

        Ayaşlı,  Asım Sönmez Bey’in Yahya Kemal Beyatlı’dan dinlediği bir anekdotu ihtiyat payını kullanarak bize anlatır.  Yahya Kemal Bey, Varşova’da diplomatlık yaptığı yıllarda şehrin ileri gelen Yahudilerinden birisine - yıllardır cevabını aradığı soruyu - sorar:
        - Niçin Polonya’ da Yahudiler bu halde de, Londra Yahudileri Aristokrat, Site’nin en muteber kimseleri?
        Bu zatın cevabı gayet açık ve nettir.
        - Her memleket, layık olduğu Yahudiye sahiptir.” (s. 74)

        Ayaşlı, “Zaferin yüzlerce babası vardır. Mağlubiyet ise yetimdir.” sözünün birinci cümlesini doğrulatacak bir hikâye anlatır. Bizim için olayın yaşanıp, yaşanmaması çok önemli değildir. Belki de anlatılanlar basit bir dedikodudur diyebilirsiniz fakat her başarı da aslan payını kendisine çıkaran insanları anlatmaya çalışan çok güzel bir darbı misal olduğunu düşünüyorum. Yazar, Ruşen Eşref Ünaydın’ın eşi Saliha Hanım hakkında söylenen hikâyeyi şöyle anlatır:
        Yahya Kemal, Cumhuriyet kurulduktan sonra arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbette şu soruyu sorar:
        - Kuzum Sultan, der. (Yahya Kemal Bey merhum, sevdiği kimselere böyle hitap ederdi. Biz bu hitabı üzerimize almış değiliz estağfurullah, bin kere estağfurullah)
İstiklâl Harbi’ni kim kazandı? Arkadaşları bu soruya hemen duraksamaksızın:
        - Aman beyefendi, derler, bilmiyor musunuz? Bu da hiç sorulur mu? Elbette Mustafa Kemal Paşa:
   Yahya Kemal Bey:
        - Evet evet, der. Biz de öyle biliyorduk, amma kiminle konuşsanız, muharebeyi kendisinin kazandığını söylüyor: İsmet Paşa, Refet Paşa, Fevzi Paşa, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, bunların hangisiyle konuşursanız konuşun, İstiklâl Harbi’ni kendisinin kazandığını iddia ediyor. Hatta bu iddia, bizim Ruşen’in hanımı Saliha Hanım’a kadar düştü, der.
        Sohbeti dikkatle dinleyenler, nasıl olur Beyefendi? diye sorar. Yahya Kemal Bey:
        - Evet, der ve anlatmaya başlar:
        - Yunanlılar Eskişehir’ e kadar gelmişler, hükümet ve meclis, Kayseri’ ye gitmeye karar vermiş ve hazırlıklara başlanmış, fakat bu kararın tatbikine Saliha Hanım mani olmuş, Saliha Hanım:
        - Ben bir kadın olduğum halde, ben gitmeyeceğim, siz nasıl gidersiniz? demiş. Genç ve cesur bir kadının direnmesi karşısında, hükümet ve meclis kararını değiştirmiş ve Ankara’da kalmış. İşte Ankara’da kalmakla da büyük zafer elde edilmiş. Bu hikâyenin sevabı ve vebali anlatana aittir, biz sadece naklediyoruz, o kadar.” (s. 119)

        Münevver Hanım, I. Cihan Harbi’nde Fransızlardan alınıp, Beyrut Türk Koleji haline getirilen, Halide Edip’in de öğretmenlik yaptığı okulda bir dönem okuduğunu belirtir. Halide Edip Hanım’ın kendilerinde olumlu bir intiba bırakmadığını özellikle anlatır. Halide Hanım’ın buradan ayrılırken de mektepteki keten çarşaflarına, çatal ve bıçağa kadar alıp götürdüğünü, şehirdeki Tarazzi adındaki mağazaya olan borcunu da ödemediğini belirtir. 

                                               DEĞERLENDİRME

        Münevver Ayaşlı’nın, hatıralarının yekûnunu dinlediği ve duydukları oluşturuyor. Bu anlattıklarının, özellikle de bir kısmının, ne kadar sağlıklı ve objektif olabileceğini tarihçi ve araştırmacıların inceleme ve araştırmalarla ortaya çıkacağını düşünüyorum (Belki de yazarın ortaya attığı iddialarla ilgili araştırma çalışmaları vardır da haberim yoktur). Türk edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli muhafazakâr kadın yazarlarından biri olan Ayaşlı’nın yazdıklarını okuyunca zaman zaman hayrete düştüğümü de ifade etmeliyim. Çok dar bir bakış açısının izlerini, analitik düşünememenin emarelerini, düşünceden daha çok düşünce soslu tekerlemeleri kitapta bahsettiği portrelerin birçok kısmında görülebiliyor. Örneğin Halide Edip Hanım ve düşünceleri hakkında öyle sağlıksız değerlendirmelerde bulunuyor ki vicdan sahibi kalemden çıkamayacak yazılara dönüşüyor. Yazar, Halide Hanım’ı anlattığı bölümün birçok yerinde babasının Yahudi dönmesi, kendisinin İsrail kızlarına benzediğini, Yahudi kökeniyle arasında gönül bağı olduğunu, semitik ırkçı, Turancı olduğunu, Türk olamayacağını, milliyetçiliğinin safsata olduğunu, kaleminin çok güçlü olmadığını özellikle anlatmaya çalışır. Bu hatıralarda Halide Hanım’ın Türk’ün hayat-memat mücadelesi olan Balkan, I. Cihan ve İstiklal Savaşları’nda kalemini süngüye çevirip, küffar ile ettiği mücadeleleri ısrarla görmezden gelir. Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve Halide Edip’ in aylıklı, maaşlı yazar olduklarını, özellikle Milli Mücadele’yi yazamadıklarını söyler. Adnan Adıvar ile Hanım’ın Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’ye avdet ettiğini, özellikle Adnan Bey’in artık erişilemez bir ilim adamı olduğunu, dinler hakkında kitap yazdığını, bu kitabı okuyan Refet Paşa’nın: “Biz Halide Hanım’ı Müslüman ettik zannediyorduk, meğer Halide Hanım, Adnan Bey'i Yahudi etmiş.” diyerek nükte yaptığını söyler. Halide Edip Hanım’ın Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü nasıl küçümsediğini şu cümlelerle bizlere anlatır. “… ayağında pantolon, beygirin yuları elinde, bir elinde kırbaç, Halide Hanım poz poz resimler çektiriyor. Yok, Halide Onbaşı, yok Halide Çavuş gibi manasız ve ciddiyetle telif edilemeyecek hallerdi bunlar… Ciddiyet nerede? Bilakis onun milletle alay eder gibi bir hali vardı resimlerde.”(s.85)

        (Kayseri Erciyes Gazetesi, 30 Aralık 2008)


[1] Münevver Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, 191 sayfa, 2002, İstanbul, Timaş Yayınları
[2] Sadullah Paşa (1838-1890): 1838’de Erzurum’da doğdu. Babası çeşitli illerde vâlilik yapmış Esad Muhlis Paşadır. İyi bir tahsil gören Sadullah Paşa, babasının kontrolünde özel hocalardan Arapça, Farsça, fıkıh, akaid, tabiiye, kimya ve Fransızca dersleri aldı. 1853’te ilk memuriyetine başlayarak, mâliye Vâridat Kaleminde vazifelendirildi. Üç sene kadar burada çalıştıktan sonra, Bâbıâli Tercüme Odasına geçti. Kısa zamanda memuriyette derecesi yükseldi ve sırasıyla Mesahib Kalemine (1866), Şûrâ-yı Devlet Maârif Dâiresi Başmuavinliğine (1868) ve ardından da Başkitâbetine (1870) geldi. Dîvân-ı Hümâyun Tercümanlığına (1871), Dîvân-ı Hümâyun Amedliğine ve Defter-i Hâkânî Nezâretine (1874), Temyiz Mahkemesi Reisliğine (1876), Ticâret Nezâretine ve Sultan Murâd’ın tahta geçmesiyle de Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) tâyin edildi. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında, Bulgaristan Meselesini yerinde incelemek üzere Filibe’ye gönderilen komisyona başkanlık yaptı. Bu vazîfesini tamamladıktan sonra Berlin’e elçi olarak gönderildi. Buradayken Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Kongresine ikinci murahhas olarak katıldı. Berlin’deki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesi verildi (1881). 1883’te Viyana Büyükelçiliğine tayin edildi. 1891’de Viyana’da kaldığı binada havagazını açık bırakarak intihar etti. Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Hanın türbesinin bahçesine gömüldü. Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraşmıştır. Fakat yazdıklarının pek çoğu ele geçmemiştir. Yazdıklarının içinde en önemlisi on dokuzuncu asır manzumesidir. Bu manzumede batının ilerlediği müspet ilimlere, Türklerin de ayak uydurması gerektiğini savunmaktadır. Sadullah Paşanın batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru Göl adlı eseridir. Berlin Mektupları, Charlottenbourg Sarayı, Paris Ekspozisyonu, Cevdet Paşaya Mektup bilinen eserleridir. Berlin Mektupları, Tanzimat devri seyahat edebiyatının ilk örnekleridir. Şu mısralar da kendisine aittir: “Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz / Yıkıldı belki esasından eski malûmât”.


4 Kasım 2008 Salı

TARİH GELECEKTİR


        Kitap,[1] TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun kamuoyunda yoğun polemik konusu olan, 17 Ağustos 2007‘de yaptığı “Türk Tarihinde ve Kültüründe Avşarlar Sempozyumu Açış Konuşması” ve bu konuşmanın basına yansıyan tartışmalarına cevap mahiyetinde bir derlemedir. Eserde konuyla ilgili birkaç yazıyla beraber yazarın 10 mülakatı ile basında kendisine yönelik eleştirilere verdiği cevapları bulunmaktadır. Ayrıca tanınmış tarihçi İlber Ortaylı’nın konu hakkında bir makalesi de kitapta yer almıştır.

        Halaçoğlu, Kayseri’de “Türk Tarihinde ve Kültüründe Avşarlar Sempozyumu”ndaki açış konuşmasının bir bölümünde şunları söyler: “Araştırmalarımızda şunu gördüm ki; pek çok Kürt dediğimiz insanlar Türkmen asıllı. Yapısal olarak söylüyorum; ama bununla beraber bir şey daha ifade ediyorum. Bu söyleyeceğim şeyler fantezi değil. Bugün Kürt olarak bilinen, hatta hatta şöyle söyleyeyim Kürt- Alevi olarak bilinen birçok insan da maalesef Ermeni dönmeleri. Ve TİKKO’nun içerisinde yer alan, PKK’nın içerisinde yer alan insanlardan birçoğu bunlardan. Yani bizim zannettiğimiz gibi bir Kürt hareketi değil PKK veya TİKKO hareketi. Bütün bunları yabancı arşiv belgelerinden o tarihte yapılmış birtakım araştırmalardan söylediğimi belirtmek isterim.”(s.15) Bu konuşmanın akabinde kamuoyunu birkaç ay işgal edecek, Halaçoğlu ırkçı mıdır? Üzerine vazife olmayan etnik kimlik ile ilgili açıklamaları nasıl yapar? Gerçekten bütün Alevi- Kürtlerin nasıl Ermeni kökenli olduğunu söyleyebiliyor? TTK’nın başında bulunan bir zat nasıl oluyor da Türkmencilik yapar? gibi soruları çoğaltacağımız tartışmalar yaşanmıştı. “Tarih Gelecektir” isimli bu kitapta Halaçoğlu’nun nasıl mağdur hale getirildiği ve Halaçoğlu’nun bakışından “Ermeni Sorunu” anlatılmaya çalışılmıştır. 

                                     ETNİK KİMLİK ÜZERİNE

        İlber Ortaylı, “Yusuf Halaçoğlu ve Diğerleri” isimli makalesinde Halaçoğlu’nun söylediklerinin yabana atılmayacak cinsten olduğunu, söylediklerinin birçoğunu yabancı bilim adamlarının da söylediğini belirtiyor. Halaçoğlu’nun bu bilgi ve yorumları olur olmaz zaman ve mekânlarda söylemesini yanlış buluyor. Ortaylı, Halaçoğlu’nun bu açıklamalarını niçin yanlış bulduğunu şöyle izah eder: “..soğukkanlı bilimin tespitleri, sıcak etnik gerilimlere malzeme yapılmaktadır. İnsanlar kimliklerini kendileri açıklarlar. Türkiye’de onların yerine birilerinin kimliği açıklama eğilimi son derece yanlıştır.  Türk Tarih Kurumu Başkanı böyle bir neticeyi istese de istemese de, bu hale getirenler olur; politik istismarcı çoktur, bu gibi tarihi tespitleri yapacak ve bu konuda konuşacak yeteneği olmayanlar bile profesörlük unvanını kullanarak gazetelere demeç verir ve amiyane bir üslupla politika yaptıklarını sanırlar.” Nitekim Ortaylı’nın bahsettiği gibi gayrı-milli çizgideki aydınların ezici bir çoğunluğu Halaçoğlu’na bir linç girişiminde bulundu. Kendisi bu linç girişiminde bulunanların bir kısmının, özellikle de Prof. Dr. Halil Berktay ile Taner Akçam’ın, Osmanlı arşivlerine dahi girmediğini ve bir kısmının da Osmanlıca dahi bilmediğini aktarıyor.

Halaçoğlu; TTK’nın, Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirleri, kitap satışları ve matbaasından gelen gelirlerle çalışmalarını sürdüren özerk bütçeli bir kurum olduğunu ve her türlü masraflarının bu bütçeden karşılandığını, TTK’nın bir kamu kuruluşu olmadığını, devletin finanse ettiği bir kurum olmadığını ısrarla belirtir.

        Halaçoğlu, kişilerin etnik olarak hangi guruba ait olmasının kendisini hiç ilgilendirmediğini, Tehcir sırasında ne kadar Ermeni’nin öldüğünü ortaya çıkarmak için bu etnik kimlikle ilgili tahminlerde bulunduğunu söyler. Halaçoğlu’nun basına yaptığı  “Ermeni dönmelerinin listesi var ama bunları açıklayamam.” şeklindeki beyanatlarına hararetle itiraz eden aydınlarımızın, Halaçoğlu bunları hangi tarihi belgeye dayanarak konuşuyor, yoksa farazi şeylerden mi bahsediyor bu adam, diye sorgulamadıklarını düşünüyorum. Halaçoğlu her ne kadar iddiasını ispatlayacak belgeleri açıklayamayacağını söylediyse de bu kitapta yukarıdaki açıklamaların esin kaynaklarından ikisini öğreniyoruz. Bahse konu eserlerin birisinin yazarı Tehcir sırasında ABD’nin Diyarbakır Konsolos Yardımcısı olan, 1919’da Kahire’de bu raporları yazan Thomas K. Mugerditchian’dır. İkinci eser de Halaçoğlu’nun yazdığı “Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları” isimli eserinden aktararak verdiği, “Prof. David Magie’nin Türkçesi “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler” olan kitabıdır. Yazar bu kitabın İngiliz Büyükelçiliği ve ABD Ortadoğu Yardım Kuruluşu Near Relief Society’nin 1921 yılında yaptığı araştırmanın sonucu (US Archives, Nara 867.4016/816) olarak yazıldığını söyler. (95 bin Ermeni kadın ve çocuğun Müslüman olduğunu belirtmektedir.)
               
HALAÇOĞLU’NUN ERMENİ SORUNU HAKKINDAKİ FİKİRLERİ

        Halaçoğlu, ülke olarak “Ermeni Sorunu”nu dünyaya iyi anlatamadığımızı ve hatta Türkiye’de Ermeni sorununun kendi vatandaşlarımızca dahi bilinmediğini belirtir. Kendilerinin yaptığı çalışmaların bile bazı kesimlerce küçümsendiğini şöyle ifade eder: “Bu bilgilendirme Türk’ün Türk’e propagandası şeklinde adlandırıldı. Türkiye içinde veya dışında Türklere bu meselenin anlatılması aşağılandı. Yabancılara anlatılmayan bir meselenin Türklere anlatılmasının bir manası yoktur denildi. Hâlbuki tam tersineydi durum. Önce kendi kamuoyumuz bilgilendirilmeliydi. Ondan sonra başka kamuoylarını bilgilendirebilirdiniz. Son zamanlarda bu psikolojik baskı ortadan kalktı..” (s.75)
        
        Yazar, Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak % 10 yanılma payı ile birlikte 458.758 Ermeni’nin tehcire uğradığını, bunlardan 382.148 kişinin iskân bölgelerine ulaştığını, aradaki 56.610 kişinin 8500’ ünün saldırı sonucu katledildiğini, kalanın ise I. Dünya Savaşı sırasındaki yol şartları, açlık, yorgunluk, salgın hastalık vb. sebeplerle öldüğünü, bu katledilen Ermenilerin faillerinin de hükümet ve ordu tarafından gerekli cezalara çarptırıldığını anlatır.

        Halaçoğlu, Türklerin ve Osmanlıların soykırım yapmadığını anlatmaya çalışır. Soykırımın en büyük belirtilerinden birinin de toplu mezarlar olması gerektiğini söyler. “1.5 milyon insan nereye gömülmüştür? Gösterin de açalım?” diyerek,  Anadolu’da bir tane dahi toplu mezar bulunmadığını, buna karşılık Ermenilerin katlettiği Türklerle ilgili onlarca toplu mezar bulunduğunu, ölüler üzerine propaganda yapmak istemediklerini, ama yapılması gerektiğini söyler. (s.101) Halaçoğlu, tehcire giden sürecin iyi analiz edilmediğini, 1914-1915’te Ermenilerden daha fazla Rum nüfusu olduğu halde neden Rumlar değil de Ermenilerin tehcir edildiğini sorar. Mütareke sonrası tehcirde yapılanlarla ilgili olarak suçlanan İttihat ve Terakki yöneticilerinin her türlü imkânlar suçlayanların elindeyken, muhakeme edilmek için gereken delillerin yokluğu sebebiyle serbest bırakıldığını hatırlatır.
       
         Halaçoğlu, Arnold Toynbee ve Lord Briyce’ın Ermeni Sorunu ile ilgili yazdığı kitapların propaganda amacıyla yazıldığını, kaynak olarak ele alınmasının tarih yöntem ve ilmine aykırı olduğunu belirtir. Bunların yazdıkları kitaplardaki ABD Osmanlı Büyükelçisi Morgenthau tarafından gönderilen raporların nasıl tahrif edildiğiyle ilgili güzel bir örnek verir. ABD’nin Mersin Konsolosu Edward NATAN’ın 30 Ağustos 1915’te Büyükelçi Morgenthau’ya tehcirin ana güzergâhlarından Adana-Mersin hattıyla gönderdiği raporda şunları belirtir: “Tarsus’’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhı Ermenilerle doludur. Adana’dan bilet alarak trenle seyahat etmektedirler. Kalabalık yüzünden sefalet ve çektikleri zahmete rağmen hükümet bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte, şiddete ve intizamsızlığa yer vermemekte, göçmenlere yeteri kadar bilet sağlanmakta ve muhtaç olanlara yardımda bulunmaktadır. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye, Emniyet-i Umumiye, 2. Şube, nr.2D/13) Oysa Morgenthau’nun ABD’ye gönderilen raporlarında bunların yazılmadığını, zıddının olduğunu söyler.

        Radikal Gazetesi’nden İsmet Demirdöğen’in tehcirdeki Ermeni kayıplarıyla ilgili “Ölü sayıları arasındaki fark nereden kaynaklanıyor, 50 binden - 1 Milyona..?” şeklindeki sorusuna Halaçoğlu şöyle cevap verir: “ Konsoloslar misyonerlerden aldıkları bilgilerle 1 milyon insanın sürgün edildiğini yazabiliyor. Harput’taki bir konsolos bunu yazıyor. Haber alma imkânının olmadığı bu dönemde bu rakam nasıl güvenilir olabilir? Bu insanların yüzde 15’i Halep’e ulaştı deniliyor. Yani 850 bini ölmüş oluyor. Bu belgeyi, tarihçi olarak ciddiye alamayız. Nitekim Amerika’nın Halep Konsolosu gönderdiği raporda “486 bin Ermeni göçmeni” diye yazıyor. Erzurum Konsolosu bütün Ermenilerin sürgün edildiğini ve öldürüldüğünü yazıyor. Bunlar karşılaştırılmadığı için farklı rakamlar ortaya çıkıyor. Hâlbuki imparatorluktaki genel Ermeni nüfusu belli. En yükseği 1 Milyon. 900 bin- 1.5 milyon öldürülmüşse 400 bin Ermeni kalması gerekirdi. Belgelerle bunun yalan olduğunu ortaya koyabiliriz. Nitekim İngiliz belgelerine göre 1921’de 1 milyon 200 bin Ermeni yaşıyor. Biz bunu da söylüyoruz.” (s.135)

DEĞERLENDİRME

        Kitabın araştırma kitabı olmadığını kabul ettikten sonra eserin yekûnu farklı gazete ve dergilere verdiği mülakatlardan oluştuğu için zaman zaman Halaçoğlu’nun birbirinin tekrarı olan düşünceleri vardır. Ermeni sorununda Türk tezinin Türkiye’nin ezici bir çoğunluğu tarafından birkaç slogan kapsamındaki bilgilerin dışında bilinmediğine kanaat getirenlerdenim. Kitap Ermeni sorununda tehcir ve sonrası hakkında bizlere ana çizgileriyle bilgi sunmaktadır. Bunun için Türk Tarih Kurumu Başkanı sıfatıyla Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun söylediklerinin kamuoyunca bilinmesi gerekir diye düşünüyorum.

         (Kayseri Erciyes Gazetesi, 4 Kasım 2008)
               


[1] Prof. Dr Yusuf Halaçoğlu, Tarih Gelecektir, 149 sayfa, İstanbul, 2007, Babıali Yayınları,

21 Ekim 2008 Salı

ALACA SİYASET: SİYASÎ HİKÂYELER


        Ferruh Bozbeyli, 1961–1977 yılları arasında 4 dönem Milletvekilliği, Adalet Partisi’nde bir dönem Meclis Grup Başkanvekilliği, 3 dönem TBMM Başkanvekili ve Başkanlığı ve 1970 -1978 yılları arasında Demokratik Parti’nin genel başkanlığını yapmış bir siyaset ve devlet adamıdır. Bozbeyli, siyasî hatıraları “Alaca Siyaset: Siyasi Hikâyeler” isimli kitapta yayınlandı.[1] Aktif siyasetin zirvesindeyken yaşadığı ilginç hatıraları birer hikâye şeklinde bizlere sunar. Kitabın sonunda Bozbeyli’nin dönemin yerli ve yabancı devlet adamlarıyla çekilen 6 fotoğrafı da bulunmaktadır. Bunun dışında Bozbeyli, Meclisteki değişik görevlerde bulunduklarında çeşitli heyetlerle yurt dışına ziyaretlerine gider. Buradaki gözlem ve değerlendirmeleri de kitabın azımsanamayacak yekûnunu oluşturur.

        Kitap, yukarıda belirttiğimiz dönemde başarılı bir siyasetçinin gözünde “sağduyulu halk”, “ dürüst siyasetçi”, “ahlaksız siyasetçi”,  kavramlarıyla örtüşen onlarca tiplemeyi çok güzel bir şekilde yansıtır. Bozbeyli kitapta, “Koltuk olsun da büyük-küçük, sağlam-çürük, dar-geniş, renkli-renksiz, kendisini taşıyıp-taşımayacağı, kendisine yakışıp-yakışmadığı hiç önemli olmayan, sadece o koltuğa oturmak misyonuna kilitlenen” siyasetçileri kitabında ustaca anlatır. Yalnız Bozbeyli bahsettiği bu kişilerin ismini vermemeye özen gösterir. Zaman zaman mecliste vekillerin üzerine düşeni yapmadıklarında –en azından bunların içinde vicdansız olmadıklarını kanaat getirdiklerim-, vicdanlarının sesine neden kulak vermezler diye düşünüyordum. İşte Bozbeyli merak ettiğim bu sorunun kısmen cevabını verir: “...Bir yanlışlıktan, bir haksızlıktan yararlananlar, haksızlığa karşı koymak gereği duymazlar. İşte demokrasiyi hiçe sayanların gücü buradan geliyor. Bazı kimseler, haklıyla beraber olmaktansa, güçlüyle beraber olmayı daha avantajlı bulurlar. Haklıyla beraber olmak zordur. Emek ister, fedakârlık ister. Çileli iştir vesselâm. Oysa güçlünün hizmetine girmek rahatlıktır. Güçlünün gölgesinde ona da bir şemsiyelik yer düşer. Kusuruna bakılmaz, eksiği görülmez. Sadakati her lekeyi örter.” (s.10)
       
        Bozbeyli, Türk siyasetinin neden çıkmaz sokaklarda dolaştığını kendince anlatmaya çalışır. Parti içi demokrasinin işletilmemesiyle ilgili önsözünde şu ilginç yorumu yapar: “...Kendileri demokrasiden yararlandılar, demokratik basamakları kullanarak yükseldiler ama arkalarından gelecek, gelebilecek olanların yollarını kesmek için, kendi çıktıkları merdiveni yukarı çektiler, çekiyorlar.” (s.9)

        Yazar, karşılaştığı diplomasız bir arifin -bana göre kitabın en güzel anekdotu olan- kallavi değerlendirmesine oldukça şaşırır. Bu arifin cümlelerine hayran olmamanın mümkünatı olmasa gerek. Bir bayram günü Ferruh Bey evinde arkadaşları ile siyasette seçim kanunlarının yetersizliği, seçme seçilme hakkında, seçilenlerin sorumluluğu vs. üzerine sohbet etmektedir. Misafirlerden biri halkın seçimde yanlış kişileri seçtiğini bunun da çok sakıncalı sonuçlar doğurduğundan bahseder. Bozbeyli, buna şiddetle karşı çıkar. Bunun yanlış bir düşünce olduğunu anlatmaya çalışır. Halkın iradesine her ne olursa olsun saygı duyulması gerektiğini belirtir. Tam bu sırada parkın bekçisi bayramlaşmak için kapıyı çalar. Ev sahibi ve misafirler ile bayramlaştıktan sonra oturup, muhabbete katılır. Bu sırada çocuklar yaramazlık yapıp, gürültü yapınca Bozbeyli, çocuklara çok kızar:

         - Haydi çocuklar! Ya sokağa, ya odanıza… Yaramazlık yok, dedim. Bir sessizlik oldu. Yozgatlı park bekçisi:
- Efendi, dedi. Şimdi bu çocukların akılları tabanlarının altındadır. Zamanla dizine, beline, midesine çıkar. Sonra da başlarına varır. Bazen hızlı çıkar, başlarının bir karış üstünde kalır. Bazen başlarına yetişemez, midelerinde kalır. Ana-babanın vazifesi bu çocukların tabanlarının altındaki akılları- başlarına gelinceye kadar, onlara yardım etmektir. Bayramdır, çocuklara dokunma…
Bir sessizlik oldu… biri
- Ne güzel şeyler söylüyorsun. Kimden öğrendin bunları? Dedi.
Babam rahmetli söylerdi. Ama biz aklımızı başımıza alıp da okuyamadık. Öğüdü tutmak, öğüdü vermekten daha zor oluyormuş.
- Aklı başında adam olmak… Yetişmişlik, işte budur. Aklı midesinde kalmış olan insan, okusa da okumasa da aynıdır. Aklı midesinde kalan veya başından bir karış yukarda duran insanlarla birlikte politika yapmak, milletin derdine, ızdırabına çare aramak, havanda su dövmek gibi bir şey.. öyle ya, aklın yeri, baştadır.(s.19-
20)

        73 seçimleri öncesi Ege’ ye seçim geziler yaparlar. Ege’de Aydın’ a uğrarlar. Burada partinin il İdare Kurulu üyesinin birinde kahvaltı yaparlar. Yazar, bu kahvaltıda basit ama önemli bir gözlemini bize anlatır. İsmini ve unvanını açıklamadığı kişinin sofraya davet edilmeden önce oturduğunu, gelen pidelerin etli taraflarını kendisi yiyip kalan kenarlarını da yanındakilerin tabaklarına koyduğunu belirtir. Kendisinin yaşlı olduğu için kenarını yiyemediğini söyler. Bütün bu olanları genel başkan nasıl anlatır:  “Sofrada Türkiye’mizin meselelerinden, haktan, adaletten, sıradan, saygıdan söz ettik. Başka siyasetçilerin kusurlarını anlattık, birbirimize. İşte, böyle arkadaşlarla çıkmıştık, millet yoluna.. Adı büyük, gönlü küçük, açısı dar..Şimdi bizden uzaktalar...Pideleri nasıl paylaştıklarını bilmiyorum.” Bozbeyli, o zaman yanlış gördüğü bu davranışa neden müdahale etmediğini ve sessiz kaldığını şöyle ifade eder: “Bu ve buna benzer olaylar bize birer öğüt olmalıydı ama, hele dur bakalım, her kusuru görmemeli, belki sonu iyi olur, diyerek teselli bulmaya çalıştık. Atalar demişler ki: ‘Her zarar bir öğüt, ne zarar tükenir ne öğüt.’ öyledir. Öğüt, öğütten anlayanlar içindir.” (s.107)

        Bozbeyli’nin siyasi hayatta yaşadığı ihanetler rahmetli Bölükbaşı’nın yaşadıklarından hiç de geri kalmayacak türdendir. Ahlaksız olan insanların bir kısmı bu davranışlarını gizlemede çok maharetlidir. Ancak yatsının gelebilmesi için şartların ve zeminin de müsait olması gerekir. Bu üçü bir araya geldiği takdirde bu insanların ipliği pazara çok rahat bir şekilde çıkar. Yazar, pazarda her türlü ipliğin satıldığını, nelerinde satılabilecek durumda olduğunun ipuçları sayılabilecek birçok olayı bize çok güzel bir şekilde anlatmaya çalışır:

         “…bir arkadaşımız daha vardı. Gayretli, çalışkan, aldığı her işi canla başla yapmaya çalışan, güler yüzlü, esprili, sevimli bir arkadaştı. Cümlelerinin sonunda kafiyeli kelimeler bulmaya çalışırdı. …Nutuklarının münasip bir yerinde, halkın kendisine inanmasını sağlamak için: “Ben müftüyüm, Camiden çıkmış müftüye mi, meyhaneden çıkmış Zühtü’ye mi inanacaksınız?” derdi.
        1973 seçimlerinden bir müddet sonra, özellikle AP’nin halkın vermediğini, diğer partilerden almağa çalıştığı bir dönem başlamıştı. Adam ayartma ve adam ayarlama ilmini oldukça geliştirmişlerdi. Çeşitli vaatlerin yapıldığı, paranın döndüğü rivayet ediliyordu. Bir grup milletvekili de partimizden ayrılmışlardı. Gidenlerin arkasından kızgın sözler söyleyenler vardı. Bir gün:
        - Arkadaşlar, ben gözümle görmedim. ‘gördüm’ diyene de rastlamadım. Pazarlıkta da yoktum. Bir şey söyleyemem dedim. Bir Konya milletvekili: “Ben derim sayın Başkan! Bunlara her yerde satılmış derim. Aksini kendileri ispat etsinler.” demişti. Sonraları, kendi de AP’ye gitti. Ne şartlarda gitti, bilmiyorum.
        Bir gün, teşkilat meclisi toplantısında söz alan Isparta il İdare Kurulu üyesi Muammer Songür, şöyle konuşuyordu:
- Ben bir bakkalım. Benim, Allah’a karşı da, insanlara karşı da, tek borcum teraziyi doğru tartmaktadır. Siz de “devlet terazisini doğru tartacağız” dediniz,  sizin arkanıza düştük. Isparta’da yüz adamdan yetmişine sor, “AP’liyim” der. Benim gibi bir bakkal AP’li olmuş veya olmamış ne çıkar? Ama bir türlü peşimi bırakmadılar. Evimi taşladılar, çocuğumun üstüne araba sürdüler. Rızkımızla oynamaya kalktılar, olmadı. Ben Demokrat Partiliyim. Acaba, bu milletvekili ağabeylerin başına gelenler, benim başıma gelenlerden daha ağır, daha dayanılmaz şeyler miydi ki, partimizi bırakıp gittiler. Bilmiyorum.
Muammer Songür de bilmiyordu. O da, bilmek istiyordu. Son dönemlerde, Türkiye’deki siyasî ortam, hemen her sınıf ve meslekten insanın meclislere girmesine imkân tanıdı. General, profesör, gazeteci, işçi, köylü, imam, avukat, doktor, mühendis, esnaf, öğretmen her zümreden milletvekili ve senatör vardır. Büyük iş sahipleri, bu işe pek heves etmezler. Onların milletvekili ve senatörlerden ahbapları ve arkadaşları vardır.

Türkiye’de, hemen her sınıf ve meslekten insanlar, siyaset sınavından geçmiştir. “Ben öğretmenken, ben üniversitedeyken, daha hür çalışırdım. İşlerimi vicdan rahatlığı içinde görürdüm. Şimdi kendimi kısıtlamış, büzülmüş hissediyorum.” diye yakınanları bilirim.

Bu siyaset sınavından, hocalar, imamlar da geçti. Hâlâ kan-ter içinde sınav salonunda sırasında bekleyenler vardır. Yukarıda sözünü ettiğim, cümlelerini kafiyeli düşürmeye çalışan, müftülükten gelme, milletvekili arkadaşım bir gün bana geldi: “Sen,bu satılma işini gözümle görmedim.” diyorsun ya, benim başımdan bir iş geçti dedi. Uzun bir süre peşimi bırakmadılar. Bir gün evime birkaç sakallı geldi. Hepsi de tanıdığım, sevdiğim, hürmet ettiğim kimselerdi. Aldılar beni kısaca.” Bundan şu çıkar, şundan şu çıkar.” diye, lafı döndürüp dolaştırıp benim Demokratik Parti’den istifa etmeme getirdiler. “İstifa et de, AP’ye geçme, o da olur.” dediler. Terazinin bir kefesinde ben, bir kefesinde de bir milyon vardı. İçimden bir muziplik geçti. “Peki, dedim. Ben bu parayı alsam bile, karımla, çocuğumla beraber yiyeceğim. Karımı içeri çağırıp onunda fikrini alalım.” Bizim hanım geldi. Kendisine olup bitenleri anlattım. “Bu parayı alırsam, ekmek edip yer misin?” diye sordum. Bizim hanım: “Ben seninle müftüyken evlendim. Şimdi de kendimi, milletvekili karısı değil, müftü karısı biliyorum. Paraya ihtiyacın varsa, kendini satacağına evi sat.” dedi.

Adamlar da arkalarına baka baka çıkıp gittiler. Müftü efendi sevdiğim bir arkadaştı. Bir gün o da bizi ve davayı bırakıp gitti. Evine gelenlerin söylediği gibi, partimizden ayrıldı ama, AP’ ye girmedi. Belki de o yetiyordu. Ben bunları müftü efendiden dinledim. “Camiden çıkan müftü varken, meyhaneden çıkan Zühtüye” inanacak değildik ya. (s.92-93)

        Bozbeyli, 1973 seçimlerinde Demokrat Parti’nin Genel Başkanı olarak girdiği seçimlerde 45 milletvekili kazanır. Parti bunu başarısızlık olarak görür. Herkes bundaki sebepleri irdelediği, 1975’teki kısmi senato seçimlerine laf gelince 73 seçimlerinde kaybeden bir arkadaşı bu konuyla ilgili şunları söyler:
        - Valla Sayın Başkan, dedi. Ben bu seçimlerde, yeniden senatör seçilmezsem, benim aile şerefim kaybolur. Bozbeyli, de: “sen aile şerefini, senatör seçildiğin gün kazanmamıştın ki, dedim. Seçimi kaybeden bu kadar insan var. Hiçbirisi sırf bu sebeple aile şerefini kaybetmemiştir.”(s. 98) Bozbeyli, daha sonra bu kişinin Demokratik Parti’den ayrılıp, seçilebileceği bir partiye gittiğini söyler.


DEĞERLENDİRME

        Ferruh Bozbeyli’nin aktif siyasette olduğu dönemlere yetişemedim. Dönemi yaşayan kişilerden kendisi hakkında hep iyi şeyler duydum. Çok yakın bir akrabası olan Abdulmüttalip Bulguroğlu’nun bana anlattıklarından yola çıkarak siyasi nüfuzunun zirvede olduğu zamanlarda, öğretmen olan kardeşi öğretmenliğe; Emlak Bankası’nda memur olan kardeşi memurluğuna devam etmiştir. Bunda ne var? Olması gereken değil mi? diyebilirsiniz. Yaşantısında kırık çizgilerin, alnında kara lekelerin, arkasında hiçbir şaibenin olmadığı şahsiyetlere Süheyl Ünver’in dediği gibi “gıpta ile bakmalıyız.” diyorum. Özellikle kitabında satır arası çok ince mesajlar gönderiyor. Dinlemek isteyen kulaklar, anlamak isteyen beyinler, görmek isteyen gözler, bunları ciddiye alması gerekir diye düşünüyorum. Hele de siyasette faal olanlara, kendilerine yol haritası sayılabilecek bu hatıraları özellikle okumalarını tavsiye ediyorum.
               
(Kayseri Erciyes Gazetesi, 21 Ekim 2008)


[1] Ferruh Bozbeyli, Alaca Siyaset (Siyasî Hikâyeler), 173 sayfa, II. Baskı, 2000, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı