28 Temmuz 2009 Salı

SAKIP SABANCI’DAN HAYAT OKULU DERSLERİ


Biyografi kitaplarının kahramanlarının kâhir ekseriyetinin okul hayatındaki başarısı hemen dikkat çeker. Öğretmenlerin “adam olacak çocuk”u derslerdeki notundan, başarısından, sorduğu sorulardan anladığını, hissedebildiklerini söyleyebiliriz. Gel gör ki öbür yandan okul hayatında başarılı olamamış hatta okul hayatı yok denilecek kadar az olanların içerisinden ne deryaların ne beyinlerin ne cevherlerin çıktığına da şahidiz. Bir eğitimci olarak okuduğum biyografi kitaplarından sonra sınıftaki öğrencilerin ahvaline bakıp “adam olacak çocuk” tahmini yapmanın zorluğunun farkına vardım. Okulda eğitim-öğretim boyunca öğreneceği bilgi, beceri ve davranışları daha sonraki dönemlerde kazananların hayat okulundaki başarısı artmaktadır. Türk Sanayicilerinin seçkin örneklerinden merhum Sakıp Sabancı da sağlık şartları[1] ve -o dönemki kendince makul şartlar dolayısıyla- liseden ayrılarak okul hayatına son verir. Sakıp Sabancı, ömrünün ilk 52 yılını, babası Hacı Ömer Sabancı’nın kişiliğini, iş hayatını, Sabancı Holding’in kuruluş hikâyesini, Sabancı Holding’in başarısını yazmış olduğu ilk kitabında anlatır.[2]

“Hacı Ömer Sabancı Holding Anonim Şirketi”ne babalarının ismini vermeleri nezaketinin, babalarına duydukları ihtimamın çok ötesinde bir durum olduğunu kitabı okuyunca öğrendim. Kitapta Sakıp Sabancı’dan daha çok babası Hacı Ömer Sabancı’nın kişiliği, sanayi ve ticari yaşantısı daha öne çıkıyor. Babası Hacı Ömer Bey'in ibretlik yaşantısı bulunmaktadır. Cumhuriyetin doğumundan birkaç yıl önce Hacı Ömer çalışmak için Kayseri’nin Akçakaya Köyü'nden Adana’ya gelir. Fabrikada pamuk işçiliğinden başlayıp fabrikatörlüğe uzanan hayat hikâyesi boyunca durmak bilmeksizin çalışır. Oğlu Sakıp Bey'in deyimiyle “Hamuru tasarrufla yoğrulmuş, işine mecnun biridir.” Sakıp Sabancı’nın kişiliğinin ve çalışma ahlakının azımsanamayacak bir kısmını babasından aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Babasının “ticarette siyaset, siyasette merhamet olmaz.” sözünü kulağına küpe yapıp kendisini hiçbir zaman aktif siyasetin rüzgârına kaptırmadığını biliyoruz. Gayet mütevazı bir yaşantısı olan Hacı Ömer Bey'in yeri gelip üzerine bir yeni elbise almamasına rağmen antika eşyalara, sanat eserlerine çok para vermesinden sanata olan tutkusunu hemen sezebiliyoruz. Hatta antikacı ve müzayedeci Aret Portakal’ı[3] kendisine sanat danışmanı olarak alır. İşlerinin ve ikametgâhlarının Adana’da olduğu dönemde bile Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın Emirgan'da yaptırdığı, kendilerinin deyimiyle “atlı köşkü” Paşa’nın torunu İffet Hanım'dan satın alır. Bu köşk alındığı sırada oğul Muhliis Sabancı Bey 3000 m²lik evi değil de niçin 22000 m²lik köşkü alıyoruz sorusunu baba Sabancı’ya yöneltir. Hacı Ömer’in verdiği cevap gayet ilginçtir: “Büyük yer, büyük arsa her zaman iyidir. Büyük arsaya rahmet fazla yağar. Büyük yerde insan daralmaz. Evin büyüğü iyidir. Adamın büyüğü de iyidir. İnsan iş tuttu mu büyük tutmalı. Aile dediğin büyük olmalı. Büyüğü idare edenin kârı da büyük olur’ dediğini sonra da ‘…yalnız burnunu büyütmeyeceksin’ diye nasihat verdiğini” (s.83)  Bu köşkte birçok sanat, kültür, siyaset ve devlet adamı ağırlanır. Örneğin bu köşkte devrin Irak Kralı Faysal ile Başbakan Nuri Paşa gibi birçok yabancı misafir de ağırlanır.

Hacı Ömer döneminde açılan Bossa fabrikasının açılış töreninde konuşma yapan üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın: “Hacı Ömer, bu eseri meydana getirdiği için, böylesi eserlerin yapımına devam etmen için Allah benim ömrümden alıp senin ömrüne eklesin.” dediğini belirtir.(s.319) Sakıp Sabancı, babasını anlatırken en çok askerî ve bankacı mahfilinden arkadaşı olduğunu vurgular. Bu arada Sabancı Holding, bünyesinden epey siyaset ve devlet adamı da çıkarır. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal, Eski Başbakanlarımızdan Naim Talu, Eski Başbakan yardımcılarından Medeni Berk, Eski Ticaret Bakanlarından Ahmet Dallı ve Cihat İren, Eski Bayındırlık ve İskân Bakanlarından Safa Giray, Eski Devlet Bakanı Vehbi Dinçerler siyaset öncesi ve sonrası dönemlerde Sabancı Holding’de çalışmışlardır.

Gerek günümüz gerek Hacı Ömer Bey'in yaşadığı dönem itibariyle iş ahlakını çocuklarına aşılamaya çalışan baba ülkemizde ne yazık ki çok azdır. “Sabancı”nın bir dünya markası haline gelmesinin ipuçları Hacı Ömer Bey'in çocuklarına çocukluklarında iş ahlakı mayasını çalmasından gelir kuşkusuz. Sakıp Bey bu durumu şöyle izah eder: “Biz biraz büyüyünce, babam sabahın saat dördünde, gün ağarırken bizi kaldırır, pamuk almaya götürürdü. Taş köprünün başında sıcak bastırmadan Adana’ya pamuk getiren arabaların üzerine çıkar, pamuğun iyisini, kötüsünü ayırmaya çalışırdık. Arkadaşları ‘bu yaşta bebeler pamuktan ne anlar’ diye takıldıklarında babam ‘alışsınlar..’ derdi. Köprübaşından ahşap ve döküntü borsa binasına yönelirdik. İşimiz bittiğinde gün ağarmaya başlardı. Adana barlarında eğlenen, para yiyen toprak ağalarıyla onların çocukları yorgun, tükenmiş evlerine dönerlerdi o saatlerde.” (s.42)

Merhum Sakıp Sabancı’nın birçok kişinin bildiği gibi çocuklarından ikisi özürlüdür. İlk zamanlarda bu duruma oldukça üzülür. Çakı gibi duran, raprap yürüyen askerleri gördüğünde oğlunun durumu aklına geldikçe hüzünlenerek ağladığını beyan eder. Günlerden bir gün işyerinde kendini tutamayıp ağlayınca Yüksek Mühendis Muammer Dolmacı kendisine şunları söyler: “…'Bu Allah’ın çizgisi. Sen değiştiremezsin. Ama damdan düştün, bağrın yanıyor. Diğer damdan düşenlerin de bağrının yandığını bil. Sen imkânın olduğu için, tüm kapıları sonuna kadar zorlamış, en sonunda gerçeği öğrenmişsin. Ama imkânı olmadığı için tüm kapıları zorlayamayan, kapıların ardında ümit olduğunu sanıp yüreği yananlara yardımcı olmak senin görevindir.’ dedi.” (s.81) Bunun üzerine Türkiye’de spastik engelli çocuklar üzerine kafa yormaya başlar. Akabinde de Sabancı Vakfı bünyesinde “Erol Sabancı Spastik Çocuklar Tedavi ve Eğitim Merkezi”ni kurarlar.

Şirketleri kurumsallaşıp her geçen gün büyümeye başlayınca kendi bünyelerine ait bir vakıf kurmaya karar verir. Bu vakıf 1985 yılı itibariyle okul, öğrenci yurdu, kültür sitesi, kütüphane, spor tesisi gibi kalıcı 33 esere imza atar. Sakıp Sabancı bu vakfın doğum öncesinden bahsederken 1964 yılında Japonya gezisindeki Büyükelçimiz Melih Esenbel’in kendisine ettiği bazı nasihatleri unutmaz: “İşinde başarılı olmuş, işini yoluna koymuş bir iş adamının bazı sorumlulukları vardır. Ben işimi yapıyorum, benim görevim işimde başarılı olmak diyerek, toplumsal sorumluluklardan kurtulamaz. Bu sorumluluklardan ilki, seçimle gelinen yerlere en layık kimselerin oturmasına gayret etmektir. Japonya’da başarılı iş adamları öncelikle meslek kuruluşlarında, sonra mahalli idarelerde ve nihayet parlamentoda en lâyık kişilerin bulunmasına ilgi gösterirler.”(s.220) “…Mektep yapacaksın, üstüne yazacaksın, Sabancı Mektebi diye. O yazı sadece gösterişi amaçlamamakta… Bir davetiye çıkarma niteliğinde, o tarafının ağır bastığını kabul edeceksin. Mesajın 50 milyon insandan, milyonda bir kişiye ulaşsa, yılda 50 okul yapılır.”(s.248)

Prof. Dr. Siyami Ersek, Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Mümtaz Zeytinoğlu, İdil Biret, Suna Kan, Leyla Gencer, Cemal Reşit Rey, Hayati Tabanlıoğlu, Münir Nurettin Selçuk, Burhan Felek, Yaşar Doğu, Celal Atik, Adnan Kahveci gibi iş, tıp, sanat ve spor dünyasının önde gelen kişilerinin büstlerini İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ne yaptırması da Sakıp Sabancı’nın babası gibi sanata düşkün olduğunu belirtisidir. Ayrıca gittiği tiyatro oyunlarında sanatçılara çiçek yaptırarak sanatçıları mutlu etmeye çalıştığını vurgular.

Sakıp Sabancı, kitabında, yaptıklarının dışında yapamadıklarını da açık yüreklilikle söyler. Burada da hantal bürokrasi karşısına çıkar. Kendisini yetiştirmeye çalışan Sabancı ömrü boyunca 13 kitap yazarak, birçok konferans vererek, radyo ve televizyon programlarına çıkarak birikimlerini kamuoyuyla paylaşır. Son olarak kendisine rahmet dileyerek gençlere ettiği 10 altın nasihatle yazımı bitiriyorum:

1. Sağlıklı olun.
2.    Manevi güce inanın.
3.    Birlik konusuna önem verin
4.    Bilgili olun, lisan öğrenin.
5.    Hedefinizi belirleyin
6.    İşinize sahip çıkın.
7.    Hangi işi yapacaksanız, o işi “en iyi bilenlerle” işbirliği yapın.
8.    Beraber çalıştıklarınıza güvenin.
9.    Kurumlaşın.
10.Tasarruf yapın. (s.308–311)

        (Gaziantep Oluşum Gazetesi, 28-30 Temmuz 2009)



               


[1] . Lise yıllarında Zatürre hastalığına yakalanır. 3 yıl boyunca her okul döneminde 3-5 ayı yatakta geçtiği için 3 yıl üst üste sınıfta kalır. Daha sonra da okuldan ayrılır. 
[2] Sakıp Sabancı, İşte Hayatım, 367 sayfa, 2. baskı, Radar Reklam A.Ş. tarafından düzenlenip Aksoy Matbaacılık A.Ş.’de basılmıştır.
[3] Kitapta “Baba Portakal” diye bahseder. Bu aile yüzyıllık müzayedecilik ve antikacılıkla uğraşır. Bugün  “Portakal Sanat ve Kültür Evi”nin işletmesinin sahibi olan Raffi Portakal kızıyla birlikte bu işi yapmaktadır.  4 kuşaktır bu işi yaptığını bir gazete haberinden öğreniyoruz.   http://www.milliyet.com.tr/2002/03/21/pazar/apaz.html

21 Temmuz 2009 Salı

KANUNİ DÖNEMİNDE BİR AVUSTURYA SEFİRİNİN TÜRKİYE GÖZLEMLERİ


Kitap okumayı alışkanlık haline getirdiğimden beri okuduğum alanların içerisinde sosyal bilimler genellikle köşe başını tutar. Tarihi kaynakların içerisinde de –tarihi araştırma ve akademik çalışmaların zihni daha fazla yorduğundan olsa gerek- bahse konu olan dönemin olaylarını yaşayan kahramanların, tarihi kişiliklerin hatta şahitlerin yazmış olduğu günlük, mektup, hatıra, seyahatname türü kitaplar oldukça ilgimi çeker. Türklerin yüzyıllardır sözlü geleneğinin çok kuvvetli olmasına rağmen; “yazı” ile arasında soğuk savaşın devam ettiğini söyleyebiliriz. Son 150 yıldır modernleşme ve sanayileşmenin sonucunda okur-yazar Türklerin şiir ve mektubun dışındaki alanlara el atması ve kayda değer birçok başarı elde etmesi şüphesiz sevindirici bir durumdur. Hal böyle olunca yabancı seyyah, diplomat, gazeteci ve ajanların; Türklerin kültürü, askerî, siyasî, dinî ve gündelik yaşamları hakkında yazdığı eserlerin vazgeçilmez önemde olduğunu belirtebiliriz.

Birçok tarihçinin “Türk Asrı” dediği 16. Yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin dünyada en çok sözünün dinlendiği, sesinin gür çıktığı asırdır. Diğer taraftan bu yüzyıl aynı zamanda Batı/Avrupa/ Hıristiyan âleminde Türk korkusunun zirveye tırmandığı yıllardır. Bu korku ve panik Türklerin başarısının yavaş yavaş sorgulanmasına; Türkler hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşılmasına neden olur. Osmanlı Devleti’nin sınırlarının Avusturya’ya kadar dayandığı Kanunî Sultan Süleyman döneminin son yıllarında Avusturya Sefiri olarak 8 yıl görev yapan Ogier Cheiselin De Busbecq, 1555–1562 yılları arasında Türkiye’deki gözlemlerinden oluşan 4 mektubu okul arkadaşı Nicholas Michault’a gönderir. Bu mektuplar daha sonra kitap halini alır.[1]

Bu mektuplar Türkler ve Osmanlı Devleti’yle ilgili gayet dolgun tespit ve rafine müşahedelerden oluşmaktadır. Aynı zamanda Avrupalı ve Hıristiyanların Türk imparatorluğuna bakışını da gayet net göstermektedir. Busbecq’un arkadaşına yazdığı mektuplarda devrin önemli siyasî olaylarından Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi, Düzmece Mustafa Olayı, Şehzade Beyazıd’ın isyanı, Osmanlı-İran ilişkileri tafsilatlı bir şekilde anlatılır. Eser, 16. yüzyıl Türkleri ve Türkiye’si hakkında birçok ilginç bilgi içerir. İstanbul’da olan depremler ve veba salgınları da dönemin büyük sosyal olaylarındandır. Yazar, Türklerin temizliğe, çiçeğe çok önem verdiğini; uğur ve talihi çok ciddiye aldığını, siyah rengin uğursuzluk olarak algıladığını; içki, kumar ve eğlence düşkünlükleri olmadığını, kâğıt ve zar oyunlarını bilmediklerini ifade eder. Gezdiği yerlerde ot, arpa, buğday ve yulafın çok az olduğunu vurgular.

Müellif, Türkler ve devleti hakkında değerlendirmelerde bulunurken sık sık kendi ülkesi ve insanlarının durumunu belirterek mukayesede bulunur. Örneğin, kabiliyet ve liyakate göre insanların –Padişahlık hariç- her makam ve mevkiye gelebileceğini oysa ki kendi ülkesinde böyle bir durumun olmadığını beyan eder. Gerek savaşta gerek savaş dışında Türk askerinin güç şartlara nasıl sabır gösterdiğine, gelecek için ne kadar fedakârlık yaptığını, her türlü yemeğe itiraz etmediğini, askerlerin sıhhatlerine dikkat ettiğini, giyim-kuşamının mevsime göre değişiklik gösterdiğinin altını çizer. Türk askerî sistemiyle Avusturya askerî sistemini kıyaslayarak durumun kendileri açısından ilerde ne kadar vahim olacağını şöyle anlatır yazar: “Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karşılaştırınca geleceğin bize neler hazırladığını düşünüp korkudan titriyorum. Karşılaşan iki ordudan biri galip gelecek –ki bu herhâlde Türk ordusu olacak- diğeri de mahvolacaktır. Çünkü Türk Ordusu sırtını kuvvetli bir imparatorluğun geniş kaynaklarına dayamış, zinde, tecrübeli, sarsılmamış bir kuvvet. Askerleri zafere alışmış, zor şartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayetkâr, uyanık ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise umumi bir fakirliğe mukabil hususi bir israf, yıpranmış kuvvet, maneviyat bozukluğu, tahammül yokluğu ve idmansızlık var. Serkeş askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramıyla alay ederiz. Başıboşluk, sarhoşluk, serkeşlik, zevke düşkünlük bizde alabildiğine vardır. Daha kötüsü yenilgiye alışmış bulunmamızdır. Bu durumda neticenin ne olacağı gün gibi aşikârdır. Herhalde şimdilik İran lehimize bir durum yaratmakla beraber, Türkler İran’la bir anlaşmaya vardıkları zaman onlardan ve diğer şark devletlerinden de yardım görerek bütün güçleriyle boğazımıza sarılacaklardır. Bu büyük tehlikeye karşı ne kadar gevşek ve hazırlıksız olduğumuzu düşündükçe içim ürperiyor.”(s.74)

Yazar, kendi memleketlerinden çok daha fazla sayıda dilencinin burada olduğunu söyler. Türklerin tarih hakkındaki bilgilerinin efsane olduğunu beyan ederek şu ilginç tespiti yapar: “…Türklerde tarih kavramı hiç yok. Bütün devirleri birbirine karıştırıyorlar. Neredeyse ‘Hazreti Eyüp, Kral Süleyman’ın teşrifat nazırı, İskender Başkumandanı idi’ diyecekler. Daha büyük saçmalıklara bile düşebilirler.”(s. 41) Devrin yemekleri hakkında ayrıntılı bilgiler vererek Osmanlıların sofra zevkine çok düşkün ve obur olmadıklarını belirtir. İstanbul ve Anadolu’da gördüğü hayvanları da anlatır. Atlar hakkındaki gözlemleri dahi iki sayfa tutar. Osmanlıların dünyadaki gelişmelere karşı açık olduğunu, kendilerinden gördüğü büyük küçük toplar vs. icatları hemen benimsediklerini ancak kitap basmak ve umumi saatler yapma konusunda duyarsız davrandıklarını belirtir.

Busbecq, İstanbul’daki güzellikleri anlata anlata bitiremez ancak beri yandan eskiden Hıristiyan toprakları olan bu yerlerin barbar Türklerin elinde olması karşısında oldukça üzgün ve mahcuptur. Bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “Ne var ki, asil toprak, bakımsızlıktan şikâyetçi, bir Hıristiyan eli bekliyor gibi. Vaktiyle yarattığı medeniyeti bize aktarmış olan bu yerler, şimdi barbarlara karşı bizim yardımımızı diliyor, verdiğini geri istiyor. Fakat heyhat. Zira Hıristiyanları yönetenlerin akılları başka şeylerle meşgul. Esiri bulunduğumuz eğlence, oburluk, hasislik, kin ve hasret, bencillik yüreklerimizde öyle ağır bir yük ki başımızı kaldırıp gözlerimizi göğe çevirecek imkânı bulamıyor, temiz bir düşünceye, bir ideale erişemiyoruz. Sayısız menfaatler ve zenginlikler dolu güzel yerleri barbarların elinden almak dururken gözlerimizi Hindistan ve daha uzak yerlere dikmişiz. Çünkü oralardan daha kolaylıkla ve daha fazla ganimet elde etmek mümkün…”(s.33)

Yazarın satırlarında -Türkleri barbar olarak görmekle birlikte- Türklerin başarısı karşısında hayranlık ifadeleri hemen göze çarpar. Ülke ve dindaşlarının mevcut durumlarını daha başarılı hale getirecek birikimlerden yoksun olduğunu belirterek Türklerin üstün moral değerlerini özellikle vurgular. Büyük devletin başarısını irdelemeye çalışır. Son olarak eserin tercümesinin kimin tarafından yapıldığı ve başındaki takdim yazısının sahibi belirtilmemektedir. Bunun yanında devrin yerleşim yerlerinin yanına şimdiki isimlerinin bir kısmı yazılmış fakat yazılmayanların da hatırı sayılacak kadar olduğunu belirtebiliriz. Bir editör gözüyle gözden geçirilip Türk okuyucusunun karşısına çıkarıldığında daha isabetli ve verimli olabileceğini düşünüyorum.

(Gaziantep Oluşum Gazetesi, 21-22 Temmuz 2009)


[1] Ogier Chiselin De Busbecq, Türkiye’yi Böyle Gördüm, 134 sayfa, 2004, Ankara, Elips Kitap

14 Temmuz 2009 Salı

İŞGAL ALTINDAKİ TOPRAKLARA YOLCULUK


        Okuduğum tarih kitaplarına dayanarak Türklerde yüzyıllardır seyahat kültürünün olgunlaşamadığını, haftalık olarak mesire alanlarının dışında herhangi bir gezi alışkanlığımızın olmadığını, bunun için de Evliya Çelebi standardında aydınlarımızın yok denecek kadar az olduğunu söyleyebiliriz. Bu olgunun şüphesiz birçok sebebi vardır. Türklerin sosyo-ekonomik durumu ve alışkanlıkları hemen akla gelebilir. Anadolu insanının erkek nüfusunun azımsanamayacak kısmının sadece askerlik vesilesiyle yaşadığı coğrafyanın dışına çıkabildiğini en azından büyüklerimizden duymuşuzdur. Dolayısıyla yaşadığı yerleşim alanı kadar dünyası olan insanlarımızın hiç de az olmadığı bir tarihi dönemeçten gelmekte olduğumuzu belirtebiliriz. Son yıllarda Türk insanının, her yerinden tarih fışkıran, çeşitli kavim ve medeniyetlere beşiklik etmiş olan ülkemizi ve Osmanlı Devleti’nin asırlarca hüküm sürdüğü coğrafyaları merak etmeye başlaması şüphesiz sevindirici gelişmedir. Özellikle ülkemizde orta sınıfın gelişmesi, küreselleşmenin nimetlerinden Anadolu insanın da yararlanmaya başlaması sonucunda gerek ülkemizin gerek daha önceki devletimizin yaşadığı coğrafyalara tertip edilen gezilerin artmakta olduğunu söyleyebiliriz. Kendim de bir memur olarak imkânlar ölçüsünde ülkemizin nadide yerlerini Faruk Nafiz’in “El gibi dolaşma Anadolu’nda, / Arkadaş, yurdunu içinden tanı.” mısralarını ciddiye alarak gezmeye çalışıyorum. Yurtdışına şimdilik çık(a)madım, eğer Allah kısmet ederse hayalini kurduğum, türküsünü çığırdığım, düşünü gördüğüm tarihî şehir ve eserlere bir gün kavuşacağım. Birkaç yıldır yaz tatilinin gelmesiyle birlikte -kültürel gezilere çıkacak olan okur-yazarların çoğunun gezi yapacağı bölgeye ait kültürel, tarihi ve sosyal kitapları okuduğu- gibi gidemediğim ülke ve şehirler hakkındaki gezi yazılarını okumaya başladım.

        Haçlı Savaşları’nın esin kaynağı olan, Üç büyük dinin mabetlerinin olduğu, Osmanlı Devleti’nin iktidarı altında 401 yıl yaşayan Filistin topraklarını oldukça merak etmişimdir. Bu çerçevede gazeteci-yazar Harun Çelik’in İşgalci[1] isimli eseri zihin dünyamda güzel bir geziye çıkmama vesile oldu. Gazeteci-yazar Çelik, 14 yıllık gazetecilik birikiminin 5 yılını İran, Afganistan, Hindistan ve Pakistan’da kazandı. Doğu-İslâm toplumları hakkında sağlıklı gözlem ve tespitleri olan Çelik’in Filistin ile diğer gördüğü İslâm toplumları arasındaki farklar ilginçlik içerir.

        Yazarın onlarca yıldır genelde İslâm âleminin özelde Ortadoğu’nun kanayan en büyük yarası Filistin’e olan tecessüsü had safhadadır. Eser, yazarın vize almak için uğradığı İsrail’in Ankara Büyükelçiliği’ne gitmesiyle başlar. Çelik, İsrail ve Filistin topraklarındaki gezi boyunca gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini kaleme alır. Tarih boyunca İşgal altında yaşamayan bir milletin ferdi olan Çelik, işgal altındaki Filistin’de gezi boyunca işgal havasını teneffüs eder, Yahudi ve Dürzi askerlerin namlusunun gölgesinde Mescidi Aksa’da namaz kılmaya çalışır. Bütün dünyanın jandarmalarına inat İsrail’in yaptığı sistemli zulüm ve eziyetleri yakından görür. Filistinlilerin küçümsenemeyecek kısmının işgal durumuna kanıksamasına şaşırır. Yahudilerin kutsal Şabat günlerindeki etkinlikleri ve bir kısmının Müslümanlara olan tacizini belirtir. Yahudilerin ağlama duvarında kippa değil de bere takarak ibadetlerini anlamaya çalışır. İsrail’deki aşırı dindar kitlenin nüfusun çoğunluğu olmadığını ama çoğunluğunun sesi olduğunu, bunların İsrail kamuoyunda en çok sesi çıkanlar olduğunu belirtir. Özellikle belli Yahudilerin nüfusun çoğalmasına yönelik çok çocuk yapmaya çalıştığını ifade eder. Yahudilerin hepsinin asker olduğunu, sivilin yok denilecek kadar az olduğunu beyan eder. İsrail’in birçok ülkeden gelen Yahudilerce kurulduğunu bunlar arasında da siyasi çekişmenin olduğunu vurgular. Yazar, Filistin sorununa Arap âleminin gerekli hassasiyeti göstermediğini, Türkiye’nin ise aksine Filistin davasına çok da istenilen düzeyde olmasa da sahip çıktığını, birbirinden farklı görüşte bulunan bütün Filistinlilerin bu gerçeğin farkında olduğunu vurgular. Hamas ve El-Fetih arasındaki kan uyuşmazlıkları hakkında tafsilatlı bilgi sunar. Yazar, daha önceden Türkiye’de tanıştığı Filistinli arkadaşları vesilesiyle Filistin’de gündelik ve sosyal hayatın nabzını bu arkadaşların aileleriyle tutmaya çalışır. Burada Türk, Türkiyeli ve Osmanlı torunu olmanın geçer akçeliği karşısında de teselli bulmaya çalışır.

Yazarın kaleminin antiemperyalist bir çizgide olmasına rağmen İsrail askerleri tarafından Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına karşı çıkıp buldozerin önüne atılarak ölen Rachel Corrie’ne eseri ithaf ettiğini belirtebiliriz. Harun Çelik’in önsözünde belirttiği gibi kitapta birçok eksik ve takviye edilmesi gereken hususlar olduğunu ama samimiyet kokmayan bir cümle dahi olmadığına ben de katılıyorum. Bir duyarlı aydının “işgal” karşısındaki sancısını her satırında karşılaştığımız bu eseri merak edenlerin okumasını ümit ederim.

         (Gaziantep Oluşum Gazetesi, 14-15 Temmuz 2009)

[1] Harun Çelik, İşgalci, 242 s., Ocak 2008, Ankara, İskenderiye Kitaplığı, Anekdot Yayınları.

9 Temmuz 2009 Perşembe

BOSNA’DA TÜRK KÜLTÜRÜNÜN İZLERİ


Osmanlı Devleti’nin “Hasta adam” olarak yatağa düşüp sonunun geldiği zamana kadarki yaşadığı felaketler unutulacak cinsten değildir. Savaşlardaki yenilgiler, meydan savaşında galip gelip masa başında kaybetmeler, kurşun atmadan teslim olunmalar, toprak kayıpları neredeyse kader haline gelir. Anadolu’dan başka gidecek yeri olmadığını düşünenlerin İstiklâl Savaşı’na dört elle sarılması bu yüzden olsa gerektir. İlber Ortaylı, Sakarya Savaşı’ndaki subay kadrosunun neredeyse yüzde 60’ının Balkanlardan dayak yiyerek, yüzyıllardır yaşadığı yerleri, evleri barklarını terk ederek gelenler olduğunu bir kitabında yazmıştı. Özellikle Balkanlardan tabiri caizse kovulma, o dönemi yaşayanların hafıza ve kişiliklerinden asla silinmemiştir. Öbür taraftan ardı sıra yapılan savaşlar, tehcirler, mübadele derken yaşanılan acıların kaydı ve yası tutulamamıştır. Genç kuşaklara da kaybedilen topraklarımızdan dolayı her yıl ülke haritasının değiştirildiği aktarılamamıştır. Son yıllarda ibrenin tersine doğru dönmekte olduğunu söyleyebiliriz. Yaşanılan toplumsal travmanın yası kuşaklar sonra tutulmaya; verilen can, akıtılan kan ve gözyaşının sebebi adeta sorgulanmaya başlanılmıştır. Bu kanaate varmamızı sağlayan saikleri de şöyle sıralayabiliriz: Özellikle son on yılda o dönemi anlatan tarih kitaplarının sayısında artış olduğunu yayıncılar belirtir. Kitapların ana fikri de yön değişmek zorunda kalmıştır. Milletimizin savaşlardaki kahramanlık ve fedakârlıktan daha ziyade insan ve toprak kayıplarımızın ne kadar olduğu sorulmaya ve sorgulanmaya başlanılmıştır. Çanakkale Şehitliği ve Sarıkamış’ı ziyaret edenlerin her geçen yıla göre arttığını yetkililer söylüyor. Konu olarak Balkanlardaki hüzünlü geri çekilişimizin hikâyesini anlatan televizyon dizileri geniş halk kitlelerince izlenmeye başlanılmıştır. Evlad-ı Fatihan topraklarına kültür turları düzenlenerek ecdadın yaşadığı yerleri yerinde görmeye gidenlerin her geçen gün arttığını belirtebiliriz. Akademisyenlerin de Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan ayağını konu alan araştırmalarını yaygınlaştırmaya başladığını söyleyebiliriz.

Bu çerçevede “Bosna’da Türk Kültürünün İzleri” adıyla bir eser yayınlanmıştır.[1] Eserin yazarı halen muvazzaf hizmette asker olan Şenol Alparslan, Osmanlı’nın hâkimiyet alanı içerisinde bulunan bu bölgelerde muhtelif görevlerde bulunmuş ve Bosna’da Türk Kültürü hakkındaki tecessüsü kendisini bu alanda doktora çalışması yapmaya sevk etmiştir. Bahse konu olan doktora çalışması 2004 yılında tamamlanır. Çalışma tamamlandıktan 4 yıl sonra kitaplaşır. Eser; Önsöz, Giriş, Sonuç, Ekler ve Kaynaklar bölümünün dışında 6 bölümden oluşmaktadır. “Balkan Coğrafyası ve Bosna Tarihine Bir Bakış” bölümünde Bosna’nın Osmanlı öncesi dönemden, Osmanlı ve sonrası 2000’li yıllara kadarki tarihi anlatılır. İkinci bölümde Boşnak toplumunun kimlik ve etnik yapısı ve nüfusu konuları incelenir. Üçüncü bölümde Boşnakların tarihi süreçteki İslamiyet öncesi ve sonrası yaşamı irdelenir. Dördüncü bölümde Boşnakça ve Türkçe arasındaki ilişki vurgulanır. Beşinci bölümde Osmanlı Döneminde yapılan Türk eserleri ve mevcut durumu konu alınır. Altıncı bölümde ise Boşnakların günlük sosyal yaşamı, aile, yeme-içme, giyim-kuşam ve insan ilişkileri masaya yatırılır.

Eser okununca Osmanlı şemsiyesi altında 415 yıl bulunan Bosna’da Türk kültürünün izlerinin bütün yobazlık ve nefrete rağmen silinemediğini, Türklerin sayesinde Müslüman olan Boşnaklara olan düşmanlığın asırlarca sürdüğünü ve son olarak 90’lı yılların başlarında bütün dünyanın gözleri önünde kırıma uğratıldıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın yazarı, Türk devletinin sınırının ve Türkçenin çekilmeye başlamasıyla birlikte Boşnakların kendilerine yönelik düşmanlığın artmaya başladığını her geçen gün de katmerleşerek arttığını belirtir. Eserden Bosna’daki yerleşim yerlerinden bazılarının ülkemizdeki Fethiye, Kilis, Foça, Ilıca, Tuzla, Çardak, Bostan vs. gibi yerlerin aynısı olduğunu öğreniyoruz. Kitapta Türk Kültürünün İzleri’ni yansıtan görsel malzemelerin oldukça fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında da Türklere olan nefretin had safhada olduğunu gösteren bir anıt ve heykel de dikkat çeker. Kosava Savaşı’nın Sırplar tarafından unutulmaması için 1953 yılında yapılan bir anıtta Muharebede ölen Sırp Kralı Lazar’ın ağzından kendisiyle beraber savaşmayan Sırplar lanetlenir: “Sırp ve Sırp Ulusundan olup da Kosava Savaşı’na katılmayana asla ne erkek ne kız çocuk verme!...Elleri beyaz veya kırmızı şarap yapamasın…Bacakları tutmasın…”(s.21) Hersek Duvno bölgesinde bulunan çocuğu devşirme olarak alındığı için “sözde” eli belinde yas tutan Hıristiyan bir anneyi temsil eden iki metre boyundaki haç heykeli de (s.129) Osmanlı’nın devşirme politikasının Sırplar tarafından nasıl anlaşıldığını gösteren görsel bir malzeme olarak yorumlanabilir.

Kalemiyle kültürümüze de değerli bir hizmette bulunmuş kumandan paşaya, böylesi bir eser kazandırdığı için şükran ifade eder, benzeri diğer çalışmalarını da yayınlamasını temenni ederim. Türk çocuklarının da bu eseri okumasını ümit ederim.

(Gaziantep Oluşum Gazetesi, 9-10 Temmuz 2009)


[1] Şenol Alparslan, Bosna’da Türk Kültürünün İzleri, 352 sayfa, Aralık 2008, İstanbul, IQ Yayınları.