27 Ekim 2009 Salı

SEFERBERLİK HİKÂYELERİ


        Yaklaşık 5 ay önce Ahmet Turan Alkan, gazetedeki köşesinde takdim edeceğim kitabı tanıtmış[1], bu hikâyelerden “Kurt Korkusu”nu özetleyerek anlatmış, kitapla ilgili birtakım eleştirilerde bulunmuştu. Özellikle sayfa düzenini, hurufatı, sayfa ayarlarının çok özensiz ve çirkin olduğunu, Ahmet Aker kardeşim kusura bakmasın; bu işte daha eli eğilimli birinin yardımını alması lazım çünkü kusura bakılacak zamanda değiliz, diyerek kitabın yeniden yazılması, kitabı basan Bayburt’taki Özer Matbaacılık bir kere daha kusura bakmasın fakat bu güzel eser, daha fazla teknik ilgiyi hak ediyor, diyerek mümkünse biraz daha fazla genişletilmesi gerektiğini ve hatta yeniden yayınlanmaya ihtiyacı olduğunu söyleyerek iyi bir şekilde de tanıtılması lazım geldiğini belirtmişti. Aker’in yaptığı çelimsiz, alçak gönüllü, amatör ruhlu bu çalışmanın muhteva itibariyle demir leblebi etkisi göstereceğini iddia etmişti.
        Bu yazının yayınlanmasından birkaç ay sonra Uygun Ahmet Aker Bey, Ahmet Turan Alkan’ın eleştirilerini ciddiye almış olmalı ki kitap, aynı isimle, genişletilmiş olarak, (daha önce 44 sayfa olan eser bu baskıda 94 sayfaya çıkmıştı.) A.Turan Alkan’ın da hazırladığı bir sunuş yazısı ile Ötüken Neşriyat gibi köklü bir yayınevi tarafından basılarak kitapseverlerin karşısına çıkmıştır.
        Kitap; İçindekiler, Ahmet Turan Alkan’ın “Seferberlik Hâlleri veya Kahramanlığın Öteki Yüzü” başlıklı takrizi,  yazarın “Başlarken” başlıklı önsözü, I. Dünya Harbi ve Millî Mücadele döneminde geçen 18 hikâye, dönemle ilgili birkaç fotoğraf ve yazarın hikâyelerini dinlediği kaynak kişilerin listesinden oluşmaktadır.
        Alkan, kitaba yazdığı takrizde kendi ailesinden dinlediği seferberlik hikâyelerinden ikisini anlatır. Dedesinin uzun bir savaş döneminden sonra memleketine dönmesiyle o zaman 7-8 yaşlarında olan halası Rukiye’nin öz  babasından nasıl korktuğunu, günlerce babasına alışamadığını, “..bu herif niçin evimize girip çıkıyor, niçin senin yatağında yatıyor? ” diye annesine kızdığını ve huysuzlandığını belirtir. Bu bahsettiği dedesinin kardeşi Behçet’in de hüzünlü hikâyesini anlatır. Yemen’e kardeşiyle birlikte gittiğini fakat ayrı birliklerde olduğunu, savaşta Behçet’in olduğu birlik düşman tarafından tarumar edilip, ayakta kimse kalmayınca, düşman askerleri mevzileri ele geçirip etrafta gezinmeye başlar. Yanı başına kadar gelen düşman askerleri Behçet’in yaşadığını fark edemezler. Daha sonra sağ olarak kurtulur, memleketine döner. Alkan, Behçet Dedesini şöyle anlatır:

         “..O hadiseden sağ kurtulan Behçet, memleketine dönüp yeniden ulûm-ı diniye ile uğraşmaya koyulmuş ama hiç evlenmemiş. Bu gibi hâlleri anlayabilecek zamana geldiğimde annem, “O esnada erliği çekilmiş rahmetlinin, ondan evlenmemiş.” demişti. Daha sonraları bir punduna getirip, “Benim rahmetli emmimin zürriyeti yok; ne olurdu evlatlarınızdan birinin adını Behçet koysaydınız.” diye belli belirsiz bir sitemde bulunduğunu acıyla hatırlıyorum.” (s.13) Alkan’ın yazdığı takriz yazısı çok güzel ve etkileyicidir. Bu yazıdan seçilen aşağıdaki alıntı da kitabın arka kapağına tanıtım yazısı olarak konulur.
       
        Bu kitap yazıya geçebilmiş bazı seferberlik hikâyelerinden bahsediyor; ama siz onu “seferberlik hâlleri” diye okumalı ve anlamalısınız. Bunlar alışageldiğimiz kahramanlık hikâyeleri değil; seferberlik, cephede çarpışan askerden çok geride bıraktıklarının hikâyesidir çünkü ve biz o hikâyeleri hemen hemen hiç bilmeyiz.

         Cephedeki harpten gerilere düşen kıtlık, korku, ümitsizlik, hasret, hastalık, perişanlık ve yoksulluk gibi âfetlerdir; öyle hâller ki, eminim o hayat levhalarını yaşamak zorunda kalan geridekiler, cephede alnından vurulup- üstelik şehâdet mertebesine erişerek- ölmeyi bin kere yeğ tutarlardı.

         “Kahramanlık” değil, fakat “Bir başka türlü kahramanlık”tı cephe gerisindeki yaşananlar. Hacim itibariyle pek küçük görünen bu eser, hikâye ve îma ettiği memleket gerçekleriyle cirminden daha mühim şeylere işaretliyor ve yakın tarih hakkında bilinenleri öteki yüzünden ışık sızdırıyor. İbret almak için okunmalıdır.”

        Yazar, bahsettiğimiz ve bahsedeceğimiz bu trajedileri, –çoğunluğu Gümüşhane ve Bayburtlu olan- kahramanlarımızın birinci derece yakınlarından dinlemiştir. Hikâyelerin bir kısmında I. Dünya Savaşı’nın Yemen, Kafkas, Doğu, Çanakkale Cephesi'nde, İstiklâl Harbi’nin en çetin muharebesi olan Sakarya’da cebelleşen gençlerimizin memleketlerine geri dönmesiyle ilgili anekdotları yazar, kaleminin gücü nispetinde anlatır. Bu savaş sonrası yaşanılanlar savaşlardaki sıkıntıları aratmayacak niteliktedir. Malumunuz I.Dünya Savaşı’nda Bayburt, Gümüşhane ve Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesiyle halk İç Anadolu’ya göç etmiştir. Daha sonra da Rusya’da Bolşevik İhtilalı çıkınca Rusya savaştan çekilmiştir. Bu göç eden insanlar birkaç yıl sonra memleketlerine döner. Hikâyelerin bir kısmı bu yollarda yaşanılan göçü ve muhacirliğin sıkıntılarını çok güzel bir şekilde anlatır. Hikâyelerin birkaçında Rusların işgal ettiği bu bölgelerde askeri birliklerinin içinde Türklerin de (Rusya’da yaşayan Türkler) olduğunu, bunların diğerlerine göre daha merhametli olduklarını söyler.

        Kitap; bahse konu olan dönemlerde muhacirlik sırasında Yozgat’ta şehit edilen Sünürlü Feraset Çavuş, şarapnel parçaları ile yaralanmış olmalarına rağmen Doğu cephesinde sağ kurtulan aynı köyden Mustafa Çavuş ve Daştan Çavuş, yine Doğu Cephesinde tipiye tutuldukları bir boğazda, gece beş arkadaşı donarak ölen, sadece atları sağ kalan aynı köyden süvari Tevfik Çavuş, Reşit Akkoyun, İsmail Çavuş, Kitreli Arif Çavuş, Arpalı’dan Dumlupınar’da süngü harbinde on bir tüfek kıran Hamdi Çavuş, kol ve ayakları eksik olarak dönen Hüseyin Irmak, Sefer Erbay, sol gözüne mermi isabet eden ama ölmeyen Mustafa Ergül, Uğraklılı Polat Çavuş, Yemen’de yaptığı yedi yıl askerlikten döndüğünün ertesi günü askere alınıp Kop savunmasına gönderilen Mutlu köyünden Arif oğlu Akif, Yemen’de bir çatışmadan sonra ağır yaralanan Buğdaylılı Mehmet’in tedavi için getiridiği çadırda yanında bulunan köylüsü Memiş’e şehit olacağını ve köye dönemeyeceğin sezdiğini söyleyen Mehmet’in son isteği, Rusların işgal haberinin Adabaşı’nda duyulmasıyla, ahalinin kahir ekseriyetinin kaçmasına rağmen Mehmet Ağa'nın malını terk etmemesinin ve burada unuttuğumuz,  tarihin ve Allah’ın unutmadığı binlerce kahramanımızın örnek teşkil edecek hikâyelerden oluşmaktadır. 
       
                                       KURT KORKUSU

        Servet Kabaklı da gazetedeki köşesinde bu kitabı tanıtırken bu hikâyelerden –en çarpıcı ve etkileyicisi olduğunu düşündüğüm- Kurt Korkusu’nu anlatmıştı. Ben de bu hüzünlü hikâyeyi özetleyerek anlatmaya çalışacağım.
        Cumhuriyet’imizin doğumunun yaklaştığı günlerde savaşlardan gazi olarak kurtulup, memleketine dönmeye çalışan 10 kadar asker Gümüşhane’den Bayburt’a geçebilmek için bir vasıta arar. Hemen hemen hepsi uzak cephelerden gelmiş, bir an önce evlerine dönmenin hesabını yaparlar. Zorlukla buldukları Bağlarbaşı Mahallesi’ndeki kızakçının parasını kendi aralarında tedarik ederler. Veli’nin üzerinde hiç parası yoktur. Salih Pehlivan, Veli’nin burada kalmasına razı olmaz. Hakkına düşen ücreti vererek, akşam olmadan yola çıkarlar.  Türkü söyleyerek, sigara içerek; köylerine, evlerine ulaşacaklarının heyecanıyla yolculuğun tadını çıkarmaya çalışırlar. Yılların vermiş olduğu yorgunluk, her tarafın beyaza bürünen rengi, zillerden çıkan ritmik sesler kısa zamanda uykularını getirir. Bu arada eşkıyanın dağlarda azaldığı dönem ama karanlığın da vahşi bir örtü gibi çökmesiyle içlerine düşen korku çoğalır. Bu korku “son yıllarda yaşanan savaşlar, hastalıklar yüzünden, usulüne göre defnedilemeyip açıkta kalan cesetlerden iyice insan etine alışmış” olan kurtun korkusuydu. İçlerinde takip ediliyorlarmış gibi bir his var. Bu sessizlik;
        “-Hey! Şuna bakın, arkasında bir sürü var!” haykırışıyla bozulur.
Evet korkulan başa gelmiştir. Kurt sürüsü kızaklarına yaklaşır. Yolcularda kendilerini savunabilecek hiçbir şey olmadığı gibi; takat ve derman da yoktur. Salih Pehlivan:
        “-Halka olalım, herkes birbirine sıkıca yapışsın!” diye bağırır. Yiğitlerimiz, Pehlivan’ın söylediğini yapmaya çalışırlar. Dört bir taraftan kızaktakilere saldıran kurtlar, kızaktakileri yere indirmek için, elbiselerini ve vücutlarını parçalamaya çalışır. “…Salih Pehlivan’ın kurdun birini tuttuğu gibi yere fırlatması cesaret ve ümitlerini artırır gibi olur. Haykırışlar, kurt ululamaları, atların çıkardığı sesler, fırtınanın derelerden gelen uğultusu birbirlerine karışır. On-on beş dakika süren mücadeleden galip çıkan kurtlar Veli’yi aşağıya almaya muvaffak olurlar. Zavallının, vadiyi inleten, yürek yakan feryatları kesildiğinde, gecenin karanlığında bir süre görünmez oldular.” (s.30)
        Kızaktakiler Veli’yi kaybetmenin üzüntüsüyle, kendilerini yara-bere içinde yola devam ederler. Yaklaşık bir saat kadar sonra bu sefer ikinci bir kurt sürüsü yiğitlerimizin karşısına çıkar. Kızaktakiler yem olmamak için olabildiğince direnir. Ama bu direnme nafile, çünkü Süleyman Kalfa, Mehmet Çavuş ve bir kişi kurtlara yem olmaktan kurtulamazlar.
        Gücü sayesinde en büyük mücadeleyi veren, Salih Pehlivan; tecrübesi ve saklandığı özel yeri sayesinde kurtulan kızakçı, kurtlardan kurtulanları Bayburt’a ulaştırır. Salih Pehlivan da Bayburt’un ‘Suya Aşağı’ bölgesindeki köyüne döner. Pehlivan’ın köye dönmesi köyde sevinçle karşılanır. Yaraları gittikçe iyileşen Salih Pehlivan, içinde gittikçe artan kuduz şüphesinden bir türlü kurtulamaz, huzursuzluğunu yakınlarına anlatır.  Köydeki insanlardan,  vakit geçirmeden kimseye zarar vermemesi için bağlamalarını ister. Birkaç gün sonra kendisinde başlayan anormallikler, hızla artar. Sonraki günlerde hastalığı iyice belirmeye başlar. Bir gün hasta yatağında verilen sütü, “Bu kanı bana niye veriyorsunuz!” diye reddedince pehlivanın yakınları durumu anlar. Artık yapacak bir şeyleri olmayınca kendisinin vasiyet ettiği gibi kalın iplerle bağlandığı evinde bacadan kül elenerek, Allah’ın rahmetine kavuşturulacaktır.(s.31)

                                       DEĞERLENDİRME

        Son yıllarda Osmanlı Devleti’nin yok olma sürecini hızlandıran; 93
(Osmanlı- Rus), Tesalya, Balkan, Trablusgarp, I. Cihan Harbi ve bu yok oluşun üzerinde ‘ba’sü ba’delmevt’ ile dirilmemizi sağlayan İstiklâl Harbi dönemlerine ait yayınlanan hatıra, günlük, mektup, araştırma kitapları ve tarihi romanlarda müthiş artış olduğunu gözlemliyoruz. Yetkililer, Çanakkale Şehitliği’nin ziyaretçilerinin de 2000’li yıllardan sonra çok daha farklı ve fazla bir şekilde arttığını söylüyor. Acizâne bu konulara ilgi duyan biri olarak şunu çok rahat ifade edebilirim. Bahsettiğimiz dönemleri anlatan eserlerdeki artış sadece niceliksel değil hem de nitelikseldir. Daha önce yayınlanmış olan eserlerde milletimizin bu savaşlardaki yiğitliği, kahramanlığını öne alan çalışmalar dikkat çekiyordu. Son birkaç yıldır bahse konu olan eserlerde daha önceki değerlerle birlikte yaşadığımız sıkıntı, facia, katliam, tahribat, felaket ve trajedilerin dökümüne yönelik çalışmalar azımsanamayacak kadar yer tutuyor. Bu eserlerin, insanlarımızın yaşadığı bu felaketlerin tutulmayan yasının başlamasına, ihmal edilmiş muhasebesinin de yapılmasına, vesile olduğunu ve olacağını tahmin ediyorum.
       
         Tanıtmaya çalıştığım bu kitap da yukarıda bahsettiğim çalışmalar paralelinde bir eserdir. Bayburt’ta eczacı Uygun Ahmet Bey, bu dönemi yaşayanların yakınlarından dinlediği ve öğrendiği bu acı hakikatlerin unutulup, yok olmasına gönlü razı olmayınca, genç kuşakların bunlardan istifade etmesi kaygısıyla bu çalışmayı yapmıştır. Eseri okuyanların, yazarın niyetinin ve niyetinin sonucunun müspet olduğuna hemen kanaat getireceklerini umut ediyorum. Bu materyalleri edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, yönetmenler, yapımcıların kullanıp, daha güzel şaheserler haline getirebileceklerini düşünüyorum. Bu acıları genç nesillere sağlıklı bir şekilde ulaştıramadığımız takdirde  -Allah korusun- Türk çocuklarının aynı akıbeti yaşayarak, kuşaklar boyunca felaketzede, katliamzede, faciazede olarak adlandırılmayacaklarını kim garanti edebilir. Aker Bey’e yaptığı bu çalışma için yüreğine, beynine kalemine sağlık diyerek diğer şehirlerde de Akerlerin çoğalmasını diliyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 27 Ekim 2009)





[1] Uygun Ahmet Eker, Seferberlik Hikâyeleri, I. Baskı, 94 s., 2008, İstanbul, Ötüken Neşriyat, http://www.otuken.com.tr/

20 Ekim 2009 Salı

TERCÜMAN’IN DEMİRBAŞI ERGUN GÖZE’NİN HATIRALARI


        Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz gazeteci ve yazar Ergun Göze’nin son yayımlanan eseri “Yaşasın Hatıralar”ı[1] geçen yıl okumuştum. Merhumun biyografisine yönelik bu kitabı anlatmayı uygun gördüm. Ergun Göze’yi ve “anı”larını niçin okumalıyız diye düşündüğümde birçok faktör bu kitabı okumamı zaruri kıldı diyebilirim. Çeyrek yüzyıl avukatlık yapmış bir hukukçunun, 34 kitap yazan, Fransızcadan 10 kitap çeviren bir yazarın, Tercüman Gazetesi’nde yazdıklarıyla onlarca yıl Anadolu’da ses getiren bir gazetecinin yazdıklarına –en azından kendi adıma- kulak vermek durumundayız. Kendi doğru bildiği ideallerinden şaşmayan, kırılmayan, bükülmeyen bu kalemin nasıl satın alınamadığının da öyküsü diyebileceğimiz bu hatıralar, Türkiye’nin son 60 yıllık siyasî ve sosyal fotoğrafını da yansıtmaya çalışır. Kubbealtı Neşriyat tarafından 2007’nin son aylarında yayınlanan 342 sayfalık bu kitap kolay okunabilecek bir üslup ve akıcılıkla yazılmıştır. Kitapta muhtelif zaman ve mekânlarda kendisi, dostları ve mülakat yaptıkları kişilerin bir kısmıyla çekilmiş olan 22 fotoğraf da bulunmaktadır. Kitabı daha iyi anlatabileceğimi düşünerek 6 bölümde değerlendirdim.

İLK ADIMLAR, BABIÂLİ’DE SABAH GAZETESİ

       Yazar, çocukluğunun geçtiği Sivas’tan, Sabah gazetesinden ayrıldığı güne kadarki hatıralarını 27 sayfaya sığacak şekilde anlatır. Göze, Cumhuriyetin 8. yılında, iki fakülte bitirmiş, Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca bilen, kendisinin deyimiyle: “ilim, irfan aşıkı” olan, bir dönem de Sivas Halkevi Reisliği yapan, avukat bir babanın oğlu olarak dünyaya gelir. Tabi söylemeye gerek yok; gazete, dergi ve kitaba ilginin oldukça fazla olduğu bir evde çocukluğu geçer. Avukat ve gazeteci olarak hayata atılmasında böyle bir “ev” in inkâr edilemez katkısı olur. 1950 yılında İstanbul Üniversite Hukuk Fakültesi’ne giren Göze, fakülteyi bitirmeden evlenir. Fakülte yıllarında milliyetçi dünya görüşünü benimser. İstanbul’da aydınların gittiği Karadeniz Kıraathanesi’nde birçok aydın ile tanışır. Milliyetçiler derneğinde çeşitli görevlerde bulunur. Okulunu ve askerliğini başarıyla tamamladıktan sonra, İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat olarak 1980 yılına kadar gazeteciliğin yanında avukatlık mesleğini birlikte yürütür. Ergun Bey, bu bölümde eğitim hayatının başlangıcı ilkokul yıllarından, üniversite yıllarının sonuna kadarki dönemine fazla değinmez. 1960 sonrası Türk Milliyetçiler Derneği’nde aktif görevlerde bulunur, hatta 1960 sonrası derneğin genel başkanlığını da yürütür. İlk gazete yazısı 1949’da Sivas’ta mahalli bir gazete olan Hakikat’te yayınlanır. Okulu bitirdikten sonra Babıâli’de yayıncılık yapmaya ve gazetelerde çalışmaya başlar. Son Havadis gazetesinde ve Yurt Ajansı’nda kısa bir süre çalışır. Sabah gazetesindeki ilk fıkra yazısı olan “Bismillah” ile profesyonel gazeteciliğe adım atmış olur. Göze’nin gazetecilik mesleğine olan tutkusu, çalışma azmi mesleğinin zirvelerine doğru kendisini iter. Sabah gazetesinin Genel Yayın Müdürlüğü’ne kadar yükselir. Daha sonra da buradan Tercüman gazetesine geçer.

                                      NİÇİN TERCÜMAN?

       Ergun Bey, ömrünün neredeyse dörtte birini, gazetecilik yaşamının yarısından fazlasını Tercüman Gazetesi’nde geçirdiğinden olsa gerek eserinin 156 sayfasını Tercüman’lı yıllara ayırır. Yazar, bu bölümde Diyanet tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi, Demirel Hükümeti zamanında çıkarılmaya çalışılan, ‘Bin Temel Eser Serisi’, Tercüman gazetesinin Türk kültürüne en büyük hizmetlerinden olan ‘Bin Bir Temel Eser’, serisinin hazırlanmasında değişik görevler üstlenir. Bu çalışmaların neden yarım kaldığını kendisine göre anlatmaya çalışır. Hüseyin Hatemi ve İlhan Selçuk ile yaşadığı polemikler; gazeteci-patron ilişkisi, gazeteciliğin mutfağında haberlerin yoğrulması, gazetenin yayın politikası, Tercüman’ın Anadolu ve yurt dışında etkisi hakkında epey bilgi verir. Gazetenin tirajının birkaç kişi dışında bilinmeyeceğini iddia eder. Patron ile görüşmek, iş teklifi yapmak için her gün birçok insanın kendisine uğradığını bunlara pek yüz vermediğini, birkaç kez de bazılarına aracılık ettiğini belirtir. Kitabı okuyan bozulmamış herhangi bir vicdanın “Ergun Bey dahi gazete sahibinin diğer ticari işlerine aracılık yapmışsa gerisini siz düşünün.” diyeceği satırlardır bunlar..

       Yazar, farklı tarihlerde Libya, Fransa, Hindistan, Pakistan, Suudi Arabistan,  İspanya, Irak, İran, Avustralya gibi ülkelere hatta bu ülkelerin bazılarına birkaç kez gider. Bu ülkelerde çeşitli devlet, siyaset, düşünce adamlarıyla mülakat yapar. Mülakatlar gazetede yayınlanınca kamuoyunda geniş yankı uyandırır. Bu yurt dışı ziyaretlerin bir kısmına konferans, Suudi Arabistan’a da hac ibadetini yapmak için gider.  Yurt dışındaki izlenimleri de hatıralarında geniş yer tutar.
      
       Göze, günümüzün büyük gazetecilerinden devrin Tercüman gazetesi yazarlarından Rauf Tamer’in ”Şaheser Uykuda”, “Münevver Kime Derler”  başlıklı yazılarını Peyami Safa’nın fıkra yazılarından aşırdığını bahseder. (s.169)

       Ergun Göze ve Ahmet Kabaklı Tercüman Gazetesi’yle isimleri özdeşleşmiş yazarlardandır. Gazetede yaşanan ufak tefek sorunları büyütmemeye çalışırlar. Özellikle Kemal Ilıcak’ın Nazlı Ilıcak ile evlenmesinden sonra Nazlı Hanım’ın gazeteyi kendisine göre yönlendirmesi istenmeyen sonuçlar doğurur. Kabaklı ve Göze bunun için alınması gerekli tedbirleri defaatle Kemal Ilıcak’a anlatmaya çalışır. Bu usta kalemlerin bütün çırpınmalarına rağmen durumun vahametini Ilıcak iş işten geçene kadar anlamayacaktır. Gazetenin yavrusu olarak Bulvar gazetesinin doğması, gazetenin promosyon olarak kumarı teşvik etmesi, Hülya Avşar’ın dkraliçe seçildiği güzellik müsabakaları, bira imalatçılarının Atatürk’ü de kullanarak içki reklamı yayınlaması gibi durumları Ergun Göze, Ahmet Kabaklı ve Ünal Sakman gibi yazarlar kabullenemezler, gazeteden ayrılırlar. Bu kalemlerin gazeteden ayrılması Tercüman’ın çöküşe giden sürecini daha da hızlandırır. Gazetenin rayından çıkmasına, sevenleriyle arasındaki bağın kopmasına neden olur.
      
       Nazlı Hanımın gazeteye verdiği tahribatın boyutlarını anlatmak için yazar, şunları söyler: “Keşke diyorduk, bazı gazete patronları gibi,  Kemal’in de piyasadaki en pahalı yosmalardan birisiyle düzeyli bir birlikteliği olsaydı….Hiç olmazsa gazeteye bulaşmazdı. Gazetenin misyonunu bulandırmazdı.” (s.203)

       Ergun Bey, gazeteden ayrılır, gazeteyle herhangi bir organik bağı kalmaz ama Tercüman’ın bu hallere düşmesini kabullenemez. Bu durumu yansıtan güzel bir anekdot anlatır: ”Kemal Ilıcak’ın cenazesinde imamın helallik istemesi üzerine; bütün şahsi haklarını helal ettiğini ama amme haklarımı helâl etmediğini söyler. Bunun ne demek olduğunu soran arkadaşına şöyle tavzih eder: ‘İşte Kemal Ilıcak birçok iyi tarafına rağmen biraz görgüsüzlüğü, biraz para kazanma hırsı, Türkiye’de istediği kadını alabilecekken, aldığı kadının kolej mezunu ve bakan kızı olmasını gözünde çok büyüttüğü ve tesiri altında kaldığı için Tercüman zeval buldu. Türkiye, Tercüman gibi bir gazeteden mahrum kaldı. Amme hakkım işte bu.” (s.42)
      

İSTANBUL BAROSU İLE MÜCADELE,  BARIŞ DERNEĞİ VE İÇ POLİTİKA

       Avukatlık yapmayı arzulamamasına rağmen kendisinin deyimiyle, “solun, palazlanmaya ve hatta azmaya başladığı” dönemde İstanbul Barosu’nda Burhan ve Orhan Apaydın kardeşlerin yönetimi ele geçirdikten sonra baskı grupları oluşturarak, meslek kuruluşundan daha ziyade solun en önemli mevzisi haline getirilmesine karşı gazetedeki köşesinde mücadele vermeye çalışır. Bu mücadele mahkeme koridorlarına taşar. Burada verdiği mücadelenin içyüzünü genişçe anlatılır. Burada işin ilginç tarafı beş, altı bin üyesi olan İstanbul Barosu’nun seçimlerine büyük bir çoğunluğun gelmediğini, gelenlerin de seçimlerin sonucu beklemediğini dolayısıyla üç beş yüz kişinin Baro idare heyetini ve başkanını seçtiğini söyler. Bu kişilerin de bu kuruluşu ideolojilerinin dümen suyuna çevirdiğini belirtir. Oy kullanmaya gelmeyen, seçim sonucunu beklemeyen kişilerin de Apaydın ve ekibinin ideolojik icraatlarına karşı en fazla sızlananlar olduğunu söyler. Gazetede yazdıklarından dolayı Orhan Apaydın’a 8 milyon tazminat ödemeye mahkûm edilir. Böyle bir durumda dostlarının bir kısmından beklediği desteğin zekâtını bile alamaz. Kendisine tasavvur edemediği kadar maddi ve manevi destek verenlerden de bahseder. Bu günlerde tanımadığı, hiçbir zaman da görmediği, Kamuran İnan’ın babası, eski DP milletvekili, Şeyh Selahaddin İnan’ın[2] [2] bir beyefendiyle gönderdiği: “Şeyh Efendi’nin size selam ve hürmetleri var. Sizin Orhan Apaydın’a sekiz milyon lira ödemeye mahkûm olduğunuzu duydu ve dedi ki ‘Ergun Bey biraderim bu parayı veremez. Tarafımdan kendisine rica ediniz, ödeme emri kendisine tebliğ edildiği anda lütfen bana göndersin.” mesajından bahseder. Kendisi teşekkür ederek, bundan sonraki hukuki süreci anlatır. Bundan da aleyhte bir sonuç çıktığında gazetenin ödemesi gerektiğini söyler.

       Barış Derneği’nin icraatları hakkında bilgiler verir. Bu derneğin yöneticisi birçok kişinin Rusya’nın Afganistan’ı işgalini “Afganistan’a demokrasi getirme” teşebbüsü olarak gördüğünü belirtir. Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği gün Uğur Mumcu ve Mahmut Dikerdem’in yazdığı yazılarda işgal bile diyemediğini söyler. Bu derneğin üyelerinden Uğur Mumcu’nun yazılarında hedef gösterdiği birçok insanın terör örgütlerince vurulduğunu söyler.

       Yazar, Tercüman geniş bir kesime hitap eden bir gazete olduğu için sağın bütün parti ve liderleriyle yakın ilişkisi olduğunu itiraf eder. Kendisine birçok kez milletvekilliği teklifi gelmesine rağmen siyasete atılmadığını belirtir. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulmasındaki katkılarını anlatır.

TÜRKİYE GAZETESİ

       Göze, Enver Ören’in Türkiye’den önce Hakikat gazetesini çıkardığını bu gazetede uzun süre iktidarda olan Demirel’in davulunu çaldıklarını söyler, bununla ilgili somut bir örnek de verir. Demirel’e muhalif olan Necip Fazıl’ın -kendileriyle de arasındaki gönül bağına rağmen sırf iktidara yamanmak uğruna- karikatürünü köpek şeklinde çizerek yayınladıklarını söyler. Ören’in, Tercüman’ın bıraktığı boşluğu Özal iktidarının nimetlerinden faydalanarak, kayınpederinin şeyhliğini ve cemaat silahını kullanarak nasıl doldurmaya çalıştığını cesur bir şekilde beyan eder.

       Göze, Turgut Özal’ı bürokratlık yaptığı dönemde, (1978) yaptığı röportajın üst üste üç gün gazetede yayınlanmasıyla Türk kamuoyuna ilk kez kendisinin duyurduğunu, Turgut Özal’ın protokol dışı birisi olmasını kabullenemediğini söyler. Gazetenin yayın politikasının Özal’ın politikası ve menfaatiyle örtüşmesi Türkiye ile yollarının ayrılmasına neden olur.

       Tercüman’ın yaşadığı dönüşümün daha fazlasını Türkiye gazetesi de yaşar. Göze, İlk başlarda musiki haramdır diye televizyonlarda ilahi bile okutmayan Işık tarikatının daha sonra nasıl holdingleşip, kurduğu televizyonda kendilerinin fikri çizgisini zedeleyecek yayınlar yaptığını belirtir. İhlâs Holding’de parası batan binlerce garibana inat, Ören ve arkadaşlarının yaşamından herhangi bir fedakârlık sergilemediklerini ısrarla vurgular. Bu konu hakkında şunları söyler: “Enver Bey, çıkıp ‘Sadece şu varlığım borçlarımı karşılar, kuruşuna kadar ödeyeceğim, şunu şunu satıyorum.’ deseydi İhlâs Finans kapanmazdı. Alacaklılar beklerdi. Tercüman da aynı şeyi yapsaydı, yani on ay maaş alamayan ücretliler, bilselerdi ki Kemal Bey de evinde fasulye-pilava kaşık sallıyor, viskiler su gibi akmıyor, aile efradı da sıkıntıyı paylaşıyor, bir on ay daha beklerlerdi. Ve Enver Bey Müslüman televizyonu TGRT’yi de nihayet Amerikalılara sattı.”(s.267)


PORTRELER

       Ergun Bey, bu bölümde çeşitli siyasetçi, yazar, aydın; dost ve arkadaşları hakkında dikkat çekici gözlem ve tespitlerde bulunur. Bunlardan Mehmet Emin Alpkan’ın yüksek tahsili ve parası olmamasına rağmen Bizim Anadolu ve Bayrak gazetesini çıkardığından bahseder. Necip Fazıl’ın fikir sakası dediği Fethi Gemuhluoğlu’nun diğerkâmlığı hakkında şu cümleleri sıralar: “Evet, kendisi bırakmasına rağmen Fethi ağabey, birçoklarının yazmasına, doktora yapmasına, kariyer sahibi olmasına birinci derecede âmil olmuş ender bulunur bir insan demiştim. Meselâ rahmetli Erol Güngör’ü Mümtaz Turhan’a asistan olarak götüren odur. Keza merhum Çavuşoğlu’nun üniversiteye intisabında da o söz sahibidir.”(s.47) Kendisinin Tercüman gazetesinde çalışmasına da Gemuhluoğlu’nun vesile olduğunu vurgular.

GÜNAYDIN MACERASI, ARA DEVRE VE TERCÜMAN’IN SON PERDESİ

       Ergun Bey, üç ay gibi bir süre de Günaydın gazetesinde çalışır. Parasını peşin aldığı gazete hoşuna gitmediği için, gazetenin patronu da öldürülünce buradan ayrılır. Kemal Ilıcak, iflas edince gazete çalışanlarının ücretini dahi veremeyecek durumda kalır. Daha sonra da borçlu bir şekilde vefat eder. Oğlu Mehmet Ali Ilıcak babasının borcundan dolayı mirasını reddeder. 2000’li yılların başında Tercüman gazetesi aynı isimde, iki farklı gazete olarak doğar. Mehmet Ali Ilıcak, babasının mirasını kullanarak Dünden Bugüne Tercüman, aynı zamanda Çukurova gurubu da Olaylara ve Halka Tercüman gazetesini çıkarır. Mehmet Ali Ilıcak, kendilerinin çıkardığı gazetenin diğer Tercüman’dan farklı ve özgün olduğunu belirtmek için babasının ismini kullanarak, reddettiği mirasından istifade etmesine Ergun Bey tepki gösterir. Bu ve daha farklı etkenler de buluşunca Olaylara ve Halka Tercüman’da yazmaya başlar. Fakat burada da istediği ortamı bulamayınca aktif gazetecilik yaşamına son noktayı koyar
                                        DEĞERLENDİRME

        Ergun Bey’in hatıraları, bir devrin -özellikle de son 40–50 yılın- Türkiye’nin siyasi ve sosyal tarihi ile ilgili çarpıcı gözlem, tespitleri içerir. Yaşamının bütün merhalelerinde peygamberimizin “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” hadisini kendisine şiar, kulağına küpe etmiş bir aydının kaleminden çok sevdikleri, gönül verdikleri kişi ve kurumlar hakkında ciddi sitem ve itiraflar bulacağımız güzel bir eserdir.

        Yarım asrı geçen gazetecilik yaşamıyla, bir döneme damgasını vurmuş -Tercüman Gazetesi ile özdeşleşmiş olan- bu gazetecinin yazdıklarından almak isteyen herkese, alabileceği kadar dersler vardır. Çünkü bu yiğit ve soylu kalemin verdiği destansı mücadelenin genç kuşaklarca bilinmesi gerekir. Özellikle de fikri mücadelesini verdiği akımın sempatizanı ve sevenlerinin yaşadığı sıkıntı ve felaketleri en azından bu mağdurların çocukları ve torunlarının yaşamamasını isteyenler ‘Yaşasın Hatıralar”ı okumalıdır diye düşünüyorum. Son olarak merhuma Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine sabır diliyorum.
       
        (Erzurum Gazetesi, 20 Ekim 2009)       




[1] Ergun Göze, Yaşasın Hatıralar, 343 sayfa, 2007, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat

[2] Burada eski DP milletvekili Selahattin İnan’ın Yassıada’da yargılanırken savcıya verdiği enfes cevaptan bahseder. “Yassıada’da Savcı Altay Ömer Egesel’in yaptığı sorguda Egesel, Tahkikat Komisyonu Kanunu’nun kabul edildiği celsede onun olmadığını söyleyerek, ‘Eğer olsaydı Efendi de, bu kanuna kabul oyu verecekti. O bakımından cezalandırmasını talep ederim.’ gibi garabet örneği bir mütalaada bulunmuştu. Selahaddin Efendi de, ‘Savcı Bey, şeyhliği bana verdi kerameti kendi üzerine aldı. Celsede hazır olsaydım ne karar vereceğimi kerâmeten keşfedip ortaya koydu.’ diyerek savcının saçmalığını ortaya koymuştu.”(s.218) 

11 Ekim 2009 Pazar

SOSYO-EKONOMİK BOYUTUYLA 1915 ERMENİ TEHCİRİ


        Ermeni sorununun en önemli dönemecini şüphesiz 1915 Ermeni tehciri oluşturur. Hem dünya kamuoyundan hem ülkemiz gündeminden düşmeyen bu konu hakkındaki akademik çalışmaların temelleri yurtdışında onlarca yıl önce atılmıştır. Ermeni diasporasının yaşanılan bu felaketi ajitasyon ve propagandayla kuşaklar boyunca dünya kamuoyunu manipüle ederek Türk düşmanlığı tohumları atarak, adeta kan davası güderek Türk milleti ve devletine olmadık iftiraları atacak boyuta getirmesini bilmiştir. Bunları yaparken akademik çalışmalardan istifade etmediğini iddia etmek safdillik olsa gerektir. ASALA terör örgütünün diplomatlarımıza yönelik sistemli suikastlara başlamasıyla birlikte Türkiye’nin özellikle de akademik alandaki yetersizliği gün yüzüne çıkmıştır. 90’lı yıllardan sonra Üniversitelerde bu konuyla ilgili araştırma enstitüleri kurulmasına öncelik verilmiş; hazırlanacak tez konularının içerisine Tehcir, öncesi ve sonrası gelişmeler girmeye başlamış; konuyla ilgili azımsanamayacak kitap ve makaleler okuyucuya sunulmuştur. Başlıktaki ismiyle anılan bir yüksek lisans çalışması geçtiğimiz yıllarda kitap olarak yayınlanmıştı. Bu kitapla ilgili anladıklarımı bu yazı çerçevesinde tanıtmaya çalışacağım.[1]

        Eser, önsöz, giriş, sonuç, ekler, yararlanılan kaynakların dışında beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Tehcire giden süreç ve Tehcir Kararnamesi ana hatlarıyla anlatılmıştır. Dünya ve ülkemizdeki birçok kişi tehcir öncesi süreci yok farz ederek yaklaşmaktadır. Kerli-ferli bir sürü yerli-yabancı akademisyen dahi Tehciri “Tehcir kararının alındığı güne kadar Ermeniler ile Türkler arasında neredeyse hiçbir olay olmadı. 23 Nisan 1915’in gece yarısında devlet yönetimindeki bir klik Ermenileri yok etmenin en akıllı, en gizli ve en sessiz yöntemi olarak tehciri uygun gördü. Bu kararını nihayetleştirmek için hemen ertesi günü 24 Nisan 1915’te de tehcir yasalaştı. Ne olduysa bundan sonra oldu..” gibi yorumlamaktadır. Tehcir öncesi süreç masaya yatırılmadan yapılan incelemeler hep eksik kalır ve bizi yanlış yargıya ulaştırır. İkinci bölümde Tehcirin uygulandığı bölgeler, toplanma bölgeleri, ana ve tali güzergâhlar çok iyi anlatılmıştır. Tren güzergâhındaki yerlerde muhacirler için tren kullanılmasına dikkat edilmiştir. Hatta bazı yerlerde trenin günü ve saatine uymak için günlerce bekletildiği dahi olmuştur. Soykırım yapmayı kafaya koyan bir anlayış böyle ince ayrıntılara dikkat eder mi? Aslında bu bile soykırımın olmadığının ispatı değil mi? Üçüncü bölümde Osmanlı Devleti’nin Tehcire ayırdığı bütçe, yapılan yardım iaşe ve ibateler kaba hatlarıyla anlatılmıştır. Dördüncü bölümde ise Ermeni ölümlerinin sebepleri irdelenmeye çalışılmıştır. Bilindiği üzere dönemin savaş yılları olduğu, hayat şartlarının pahalılığı, salgın hastalıkların ülkeyi esir aldığı, kötü niyetli, eşkıya gibi birtakım kişilerin Ermenilere yönelik namussuzlukları vs. gibi birçok sebep anlatılır. Tehcir alınması gerekir miydi? Gerekmez miydi? Daha farklı bir alanda tartışılabilir fakat şu bir gerçektir. Tehcir alındıktan sonra muhtelif sebepler yüzünden çok ağır fatura, Tehcire uğrayan Ermenilere yüklenmek durumunda kalmıştır. Savaştaki Osmanlı Ordusundaki İki Ordu Komutanının dahi salgın hastalıklardan öldüğü bir dönemde[2] kendi askerine dahi giyecek ayakkabı, yiyecek ekmek bulamadığı, kendi askerini dahi yüzlerce kilometreler yürüttüğü bir dönemde sayıları yüz binleri bulan muhacirleri yüzlerce hatta binlerce kilometre öteye sorunsuz bir şekilde ulaştırıp yerleştirmenin mümkünatının olmadığını düşünüyorum.  Beşinci bölümde Tehcir sonrası geri dönen Ermenilerin durumu anlatılır. Yazar, Ermeni diasporasının sık sık vurguladığı en az 1.5 Milyon Ermeni’nin öldüğü, öldürüldüğü iddialarını çürütmeye yönelik birçok akademik belgeye atıfta bulunur.
DEĞERLENDİRME

        Ermeni sorununun özünü ve gözünü kendi okur-yazarımıza dahi doğru bir şekilde anlatamazken dünya kamuoyunu inandırmanın çok ama çok zor olacağına, konuyla ilgili akademik çalışmaların hızla artması gerektiğine inanmaktayım. Çalışmanın yüksek lisans tezi olduğunu, kitabın 128 sayfadan oluştuğunu göz önünde bulundurduğumuzda yazar, Ermeni Tehciri’ni ana hatlarıyla güzelce anlatmaya çalışmıştır. Özellikle de muhacirlerin toplanma bölgeleri, Tehcir güzergâhlarındaki ana ve tali yollar hakkında doyurucu ve dolgun bilgiler bulunmaktadır.

        (Erzurum Gazetesi, 13 Ekim 2009)



[1] Kürşat Selim Şenol, 1915 Ermeni Tehciri (Sosyo-Ekonomik Boyutlarıyla), 128 sayfa, 2006, Ankara, Berikan Yayınevi.
[2] Erzurum 3. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa 12 Şubat 1915’te tifüsten, hakeza Türk Ordusunda görev yapan Mareşal Goltz Paşa’da 19 Nisan 1916’da “sârî hastalığı”ndan vefat etmiştir. Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler: 1914/1918, 2005, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

6 Ekim 2009 Salı

SON MÜSLÜMANLARIN MÜSLÜMANLAŞMA ÖYKÜLERİ


        Müslümanların ezici çoğunluğunun olduğu coğrafyalarda yaşayan, Müslümanlığı bir kültür formu olarak çevrede hazır bulan kitlelerin İslamını günlük hayatımızda yaşıyoruz. Ancak Rabbin kader coğrafyasının öteki mahallelerindekiler ise hiç de az değildir. Ezansız semtlerde doğanların Müslüman olma serüvenleri hakkında zaman zaman düşünüp ve bu müminlerin durumunu hep merak etmişimdir. Bu konuyla ilgili bir kitap, merakımın hatırı sayılır bir kısmını giderdi.[1]

        Eser, Amerika ve Avrupa’daki muhtedilerin İslam ile şereflenenlerinden 45’inin Müslüman olma hikâyelerini anlatmaktadır. Bu Müslümanların tamamı yaklaşık 20. yüzyıl’ın ortalarından günümüze halen yaşayan kişilerdir. Kitabın omurgasını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Ali Köse’nin Londra Üniversitesi King’s College’a 1994 yılında sunduğu doktora tezi oluşturur. Bu kişilerin bir kısmıyla tez için doğrudan mülakatlar yapılmış bir kısmı da muhtelif gazete ve dergilerde yayınlanan ve internet ortamında da ulaşılabilinen hayat hikâyelerinden alıntılanmaktadır. Aydoğan Arı ile Yusuf Karabulut’un Türkçeye çevirdiği bu çalışma geçtiğimiz yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları tarafından yayımlanmıştı.

        Sosyo-ekonomik, eğitim, kültürel şartları, din ve mezhepleri birbirinden farklı 45 mühtedinin Hakikat yolcuğunun son durağına kadar ki geçirilen süreç ibret alınacak niteliktedir. Kimisi komünist ve ateist bir ebeveynin çocukları olarak –en yumuşak bir tabirle- dine soğuk ve oldukça mesafeli bir evde büyümüş. Kimisi “Kimisi “hayatı boyunca sadece evlilik töreni dolayısıyla iki kez kiliseye gidecek” kadar dindar(!), kimisi oldukça muhafazakâr yönü ağır basan Hıristiyan kimisi “din değiştirecek en son Hıristiyan benim” diyen bir papaz, kimisi “hiçbir Müslüman’la tanışmadan”, İslâm’ı keşfeden müminlerdir.

        Son Müslümanların ortak özelliklerini kabaca tasnif ettiğimizde enteresan ve şaşırtıcı –kendi adıma söyleyeyim- sonuçlara ulaştım. Bunları kısaca şöyle izah edebilirim. Dünyadaki Yahudi nüfusunu göz önünde bulundurarak bir yorum yapmaya çalıştığımızda mühtedilerin azımsanamayacak kadarının Yahudilerden oluşması; kitabın kahramanlarının neredeyse tamamının eğitim seviyesinin yüksek olması, okuma, araştırma, düşünme ve sorgulama gibi değerlere öncelik verecek donanıma sahip olması; hakeza birçok kişinin Hıristiyanlık’taki Teslis inancındaki mantıksızlık ve birbirinden farklı İncillerle karşılaşmaları; çoğunluğunun Kuran-ı Kerim’den oldukça etkilenmesi ve okuması (Kuran-ı Kerim’in meali kastediliyor) hatta birinin son kutsal kitabı baştan sona kadar dört ayda birkaç kez okuduktan sonra Müslüman olması; bu Müslümanların iman ateşinin yüksekliği ve heyecanlarının diriliği; az da olsa “doğru Müslüman modeli”nin semerelerinin kalıcılığı dikkat çekecek boyuttadır.

DEĞERLENDİRME

        Kitabı okurken daha önceki yıllarda sahibinin kim olduğunu unuttuğum bir vecize aklıma geldi. “Kendisini değiştirmek istemeyeni Tanrı da değiştirmeye yeltenmez.” Bu sözün doğruluğunu kitabın kahramanları adeta bir kez daha teyit ediyor. Şüphe, araştırma, düşünme, sorgulama ve iman zincirini kendisine rehber edenlere saygı duymak durumunda olduğumuzu belirtirken atadan hazır miras Müslümanların da bu zinciri kendisine rehber etmelerini umut ediyorum. Son olarak eğer -yanlış anlamadımsa- Ali Köse beyin doktora çalışmasından iki eser doğuyor. Birisi akademik dünyaya, diğeri ise akademik olmayan normal okur-yazarın ilgisini çekecek bir alana yöneliyor. Yayın dünyasında pek karşılaşılmayan bu durumun çok iyi düşünüldüğünü ve verimli olacağını düşünüyorum.

         (Erzurum Gazetesi, 6 Ekim 2009)

         
       



[1] Ali Köse, Conversion to Islam: A study of Native British Converts, London: Kegan Paul, 1996.  Bu çalışma daha sonra ilişikteki sunduğum şekliyle Türkiye’de kitap olarak yayınlanır: Ali Köse, “Neden İslam’ı Seçiyorlar: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-sosyolojik Bir İnceleme”, İstanbul: TDV İsam Yay., 1997. Doktora çalışmasının sunulduğu tarih 1994 yılı olduğu için halen yaşayan diye kastedilirken bu tarih ölçü alınmıştır.