29 Aralık 2009 Salı

TANIDIĞIM İNSANLAR, YAŞADIĞIM OLAYLAR


            Ülkemizde son yıllarda nehir söyleşi türünde hazırlanan kitaplar her geçen gün artmaktadır. Şüphesiz bu kitapların revaçta olmasında yayıncı-yazar ve okuyucu arasındaki arz-talep ilişkisinin yoğunluğu dikkat çeker. Nehir söyleşilerinin okuyucuya araştırma-inceleme kitapları kadar doyurucu ve dolgun bilgiler vermediğini söyleyenler vardır. Söyleşi kitaplarının soru-cevap ekseninde geliştiği için -yazarların kendilerini yazarak daha iyi ifade ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda- hatıra kitaplarına göre edebî kıvamının az olduğu söylenebilir. Birbirinden farklı alanlarda birikimi olan, birçok tarihi olayın tanığının, hele de tarihi kişiliklerin yanında ve yakınında bulunanların anlattıklarını dinlemek, yazdıklarını okumak insana haz veriyor. Bundan dolayı az sonra anlatacağım kitaptaki yazarın belirttiği gibi Rıza Tevfik’in hastanede kalıp sohbet ettiği zamanlarda Zekeriya ve Sabiha Sertel, karyolanın ayakucunda saatlerce nefes almadan Tevfik’i dinliyor.

            Destek Yayınevi de nehir söyleşisi dizisini oluşturmaya başladı. Yayınevinin ilk nehir söyleşi kitabı olan gazeteci ve akademisyen Barış Doster’in doktor ve yazar Müfid Ekdal ile yaptığı söyleşilerden oluşan “Tanıdığım İnsanlar, Yaşadığım Olaylar”[1] isimli esere değineceğim. Kitabın kahramanı Doktor Ekdal’dan önce söyleşiyi yapan gazeteci ve akademisyen Doster’den biraz bahsetmek durumundayız. Barış Doster, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni okurken gazeteciliğe adımını attı. Okulu bitirdikten sonra Nokta dergisi ve Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Daha sonra akademik hayata atıldı. Doster, okul dışındaki en büyük öğretmeni olarak Atilla İlhan’ı görür. Halen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. “Atatürk, Türk Dünyası ve Mazlum Milletler”, “Türkiye ve Karanlık Savaş”, “Sol Geleceği Tartışıyor” gibi eserleri bulunmaktadır.  

            İsmi Kadıköy ile özdeşleşmiş Doktor Müfid Ekdal, tarih tutkunu, sanatsever ve aynı zamanda da yazardır. Hâlâ 105 yıllık evlerinde yaşamaktadır. Kadıköy aşığı Doktor, Kadıköy’ün sokaklarını, caddelerini, köşklerinin tarihini avucunun içi gibi bilir. 1918 yılında doğan Ekdal, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde doktor olarak başlar. Aynı hastanede muhtelif görevlerden sonra –Başhekimlik de dâhil- bilfiil yarım asır çalışır. Gerek işi icabı gerekse entelektüel merakının neticesinde birçok edebiyatçı, aydın, yazar, devlet adamı ve asker ile tanışır ve dost olur. Muhtelif zamanlarda dost meclisinde bulunur. Yıllarca merak ettiği sorulara cevap arar.

            Kitaptan öğrendiğimize göre Ekdal, arkadaşlarını ve dostlarını seçerken fikri ve ideolojik sınırlama yoluna gitmediğini öğreniyoruz. İttihatçılardan, diplomatlara, paşalardan, devlet adamlarına birçoğunu görüyoruz. Bu tarihi şahsiyetler ve olaylar hakkındaki düşüncelerini anlatırken kaynak olarak kendisinin birebir dinlediklerinin dışında çok yakın çevresinden dinledikleri de yekûn oluşturmaktadır. Bu şahsiyetlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: İttihatçı Hasan Amca, Kara Kemal, İngiliz Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Kuşçubaşı Eşref, Şair Ahmet Haşim, N. Fazıl, Neyzen Tevfik, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, filozof-şair Rıza Tevfik Bölükbaşı, yazar H. Edip Adıvar, Hattat Hamit Aytaç, havacılık tarihimizin sembol isimlerinden Vecihi Hürkuş, Doktor Mazhar Osman, Tarihçi Feridun Kandemir ve Cemal Kutay, Nazır Mahmut Muhtar Paşa, Neslişah Sultan vs.

            Ekdal, bu isimlerin dışında popüler olmayan ama tarihi olayların içerisinde bulunan birçok isimden de bahseder. Anlattığı olaylardan bahsederken kaynak kişisini belirterek konuşur. Önsözde Doster’in vurguladığı gibi Ekdal’ın sohbeti; öğrenmek, okumak ve araştırmak konusunda teşvik edici ve tahrik edicidir. Sayın Doster’in söylediğini biraz daha keskinleştirerek şöyle ifade edebiliriz. Uzmanlar, bütün bilimsel çalışmaların ve araştırmaların başlangıcı için iki dürtünün yoğun olarak yaşanması gerektiğini söylüyor. İnsanı kitap okumaya sevk eden de aynı duygulardır: Şüphe ve merak (eskiler buna tecessüs derler.) Ülkemizde kitap okuma alışkanlığı kazanamamış yüz binlerce öğretmen, doktor, mühendis, siyasetçi, şair, gazeteci, subay vs. gibi kişilerin olduğunu söylemek bilinenlerin tekrarı anlamına gelir. Diğer taraftan az da olsa kitap okumamanın eksikliğini hisseden, merak duygusu kabarık, özellikle de sosyal bilimlere ilgili kişilerin olduğu da muhakkaktır. Böylesi kişilerin bu tür kitaplardan başlaması gerektiğini düşünüyorum.  

            Ekdal’ın ittihatçı birçok arkadaşı bulunduğunu daha önce belirtmiştik. İttihatçıların dürüst insan olduğunun altını çizer. Paralısına ve ahlaksızına rastlamadığını belirtir. (s.33) İttihatçı Hasan Amcadan dinlediklerinden ilginç ayrıntılar gizlidir. 27 Mayıs darbesinin akabinde MBK komutanlarından Orhan Erkanlı, Şefik Soyuyüce’nin Hasan Amcayı ziyarete geldiğini öğrenen Ekdal, kendisine bu ziyaretin sebebini sorar. Hasan Amca: “… Vaktiyle biz de ihtilallara karıştığımız için, doğru mu yanlış mı yaptık diye sormaya geldiler. Ben de kendilerine şu cevabı verdim: “Siz onları Yassı ada’ya gönderdiniz, kendinize Sivri ada’yı hazırlayınız.(s.34)”
           
            Fakülteden hocası olan meşhur Doktor Mazhar Osman hakkında da şunları söyler. Kendi uzmanlık alanı olsun veyahut olmasın bütün konferansları takip ettiğini belirtir. Dersleri uygulamalı olarak işlediğini, derslere devamlı konuyla ilgili bir hasta getirdiğini söyler. Ayrıca okul dışından özellikle birçok esnafın ve çırağın dersleri dinlemeye geldiğini, kendilerine oturacak yer kalmadığı zamanlar olduğunu bile söyler.(s.115) Ekdal’ın Türkler hakkında Yunanistan Kralı Venizelos’un hatıralarından aktardığı bir sözü önemsiyorum: “Türk milletinin siyasî hafızası yoktur” (s.152)

            Hitler’in Almanya’dan kovduğu bilim adamlarından Prof.Dr. Schwartz’ın Tıp Fakültesinde Patolojik anatomi derslerine girdiğini, bir gün “Bu kürsüde daha evvel görev yapmış olan Hamdi Suat Hoca’nın yerine geldiğime çok üzgünüm. Çünkü Berlin’de biz hekimliği onun yazmış olduğu kitaplardan öğrendik.” dediğini söyler. Hamdi Suat Bey’in dünya tıp tarihine filebozoer isimli mide tümörünü ilk keşfeden insan olarak geçtiğini vurgular.(s.28)

            Doktor Ekdal, Neyzen Tevfik’i hastanede kaldığı günlerde yakından tanır. Ayaklarını duvara yüksekçe dayayıp, başı aşağı uyuduğunu, pek kimseyle konuşmadığını söyler. Söz Neyzen’den açılır da fıkra olmaz olur mu? Neyzen Tevfik bir davette kendinden geçer bir şekilde neyini çalarken birkaç kişi kendisini dinler gibi gözüküp ama dinlemezler. Aynı zamanda da Neyzen’e iltifatta bulunmaya devam ederler. Neyini bırakır, oldukça sinirlenir. Durmadan kendisini metheden kişilere döner ve Neyzenlik bir cevap verir: “Mey içerken süfehanın neye meftun oluşu, nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir”

        (Erzurum Gazetesi, 29 Aralık 2009)



[1] Müfit Ekdal, Tanıdığımız İnsanlar, Yaşadığım Olaylar, Söyleşi: Barış Doster, 187 sayfa, Kasım 2009, İstanbul, Destek Yayınevi

22 Aralık 2009 Salı

TRABLUSGARP’TAN HABER VAR

        Osmanlı aydınları Batının söylediği şekliyle “hasta adam”ı tedaviye yönelik çeşitli teşhis ve teşebbüslerde bulunmuşlardır. Sorunların çözümü için özellikle de 20 yy.’ın başında II. Meşrutiyet’e bel bağlayanların hiç de az olmadığını söyleyebiliriz. Meşrutiyet’in sloganlarından geriye kalan “Adalet”, “Hürriyet”, “Müsavat” ve “Uhuvvet” kavramlarının imparatorluğu ayakta tutacak tutkal görevi görmediğini millet olarak yediğimiz ölümcül dayaklar sonrasında ancak öğrenebildik. Osmanlı Devleti 1908 sonrasında kendisini ölüm döşeğine götürecek Trablusgarp, I. ve II. Balkan, I. Dünya Savaşları’nı yapar. Kabaca dört savaş olarak tasnif ettiğimiz bu savaşların içerisinde onlarca muharebeler olmuştur. Bu kısa ve etkili dönemle ilgili ülkemizde yayımlanan tarih araştırmaları, hatıralar, akademik tezler, tarihi romanlar vs. gibi çalışmalar her geçen gün artmaktadır.

        Gel gör ki Kafkas İslam Ordusu Komutanı olarak bildiğimiz Nuri Paşa, Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili Enver Paşa, Genelkurmay Başkanlarımızdan Abdurrahman Nafiz Gürman Paşa, TBMM Başkanvekillerinden Mehmet Nuri Conker, ilk Başbakanlarımızdan Ali Fethi Okyar ve Cumhuriyetimizin mimarı Mustafa Kemal Paşa gibi onlarca tarihi şahsiyetin özgeçmişine altın harflerle yazılan Trablusgarp Savaşı hakkında ülkemizde yok denilecek kadar az çalışma olduğunu ifade edebiliriz.   

        Haftanın kitabı olarak akademisyen Yusuf Gedikli’nin yayına hazırladığı, geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Trablusgarp Cephesi Hatıraları”[1] isimli kitabı dilim döndüğü, kalemim döndüğünce anlatacağım. Kitap, Trablusgarp Savaşı ve sonrasında bahse konu olan coğrafyada görev yapan Türk subaylarından Rıfkı (Erer), Nazmi (Songar), İhsan (Aksoley) ve Alman Subay Franz Becker’in hatıraları ile yazar Yusuf Gedikli’nin bir makalesinden oluşmaktadır. Bu hatıralar daha önceki yıllarda muhtelif dergilerde yayınlanmıştır.

        Tarihin “Trablusgarp Savaşı” olarak kaydettiği savaş sadece Trablusgarp’ta olmamıştır. Trablusgarp vilayetinden çok daha geniş bir alana yayılmış, hatta Adriyatik Denizi, Kızıldeniz, Çanakkale Boğazı ve Ege Adaları gibi geniş bir alana sıçramış, bazı Türk komutanlar gizlice ve gönüllü olarak bu savaşa katılmıştır. Mustafa Kemal Paşa da cepheye kaçak olarak Tanin gazetesi muhabiri Şerif Bey sıfatıyla gitmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bilinen fotoğraflarının içerisinde –en azından benim bildiğim- tek sakallı fotoğrafının sadece Trablusgarp’ta olması tesadüf olmasa gerekir. Trablusgarp, Derne, Bingazi ve Tobruk’ta yerel halk, Türk asker ve subayları ile birlikte İtalyan işgaline karşı kök söktürmüşlerdir. Bu savaşta dünya tarihinde ilk kez uçaklar savaş aracı olarak kullanılmış, İtalyan uçakları halkın üzerine bomba ve bildiri yağdırmıştır.[2] Savaşın sonunda imzalanan Uşi Antlaşması’nın şartlarına göre Osmanlı Ordusu bu bölgeden çekilmiştir fakat “Osmanlı Devleti, Trablusgarp’taki Müslümanların haklarını koruyacak.” maddesi gereğince buradaki nüfuzunu Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar kullanmaya çalışmıştır.

        Kitaptaki hatıraların sahiplerinden Rıfkı (Erer) ile Nazmi (Songar)[3] Trablusgarp Savaşı’na katılan subaylardandır. Diğer ikisi de I. Dünya Savaşı’nda Afrika Gurup Komutanlığı’nda bulunmuş İhsan (Aksoley) isimli Türk subayı ile Alman Subay Franz Becker’dir. Kitabın omurgasını emekli general, mühendis İhsan Aksoley’in anlattıkları oluşturur. İhsan Bey ile aynı dönemde Alman denizaltısında görevli olan Alman subayı Franz Becker aradan yarım asır geçtikten sonra karşılaşırlar. İhsan Bey ile Becker savaş dönemi hatıralarını yâd ederler.

        Cephede çekilen askerî sıkıntılar, savaşın sosyal hayattaki izleri, hava şartlarına uyum sağlamakta zorlanan Mehmetçiğin onurlu tavrı, her an ölümle burun buruna gelen yerli halk ile Mehmetçiğin yaptığı fedakârlık, feragat ve kahramanlık dünya savaş tarihinde yerini almıştır. Savaş ve sonrasında subay ve askerlerimizden bazıları esir düşmüştür. Esirlik hâllerini Sayın Aksoley ayrıntılarıyla anlatır. Esir olarak rahat yaşamak biraz da esir alan ülke ve bu ülkenin esirler ile yakından ilgilenen yetkililerinin merhametine göre değişmektedir. Örneğin esir olarak Trablusgarp’ın caddelerinden geçerken İtalyan askerlerinin üzerlerine limon, soğan ve patates attıklarını belirtir.(s.108) İnsanın hele de esir bir insanın yokluk ve çaresizlik karşısında akla gelmeyecek hallerle karşılaşmasını bu tarz hatıralar gözümüzün içerisine sokarak göstermektedir. Aksoy, Tunus sınırında bulunan Nalut’ta fare yahnisi yediklerini belirtir. (s.103)

        Trablusgarp Savaşı’nın komutanlarından Enver Bey’in binbaşı olmasına rağmen yerli halk tarafından Paşa olarak sevildiğini, dönemi yaşayan subaylar anlatır. İhsan Bey, sahrada bir çobanın veya deve kervanı güdücülerinin uzun çektiği yaleller arasında “Yaşa, yaşa, Enver Başa” nakaratlarına sık sık rastladığını, Enver Paşa’nın başına “re’sek Enver Başa” diye yemin edildiğini, bu yeminin üzerine yalan söylenmeyeceğini belirtir. Bununla ilgili bir anekdot anlatır.

        Şeyh Ahmet Sunusi ve taraftarlarının İstiklâl Savaşı’na katkıları, Libya’nın bağımsızlığa kavuştuğunda ilk Başbakanı olarak Hakkâri Valiliği de yapmış olan bir Türk bürokratını seçmesi[4] gibi olay ve olgularda Kuzey Afrikalıların Türklere beslediği hüsnüniyet ve Türk kimliğinin geçer akçeliği hemen dikkat çeker. Trablusgarplıların Türklere gösterdiği yakınlık ve teveccühü, Türk subaylar kitabın birçok yerinde vurgular. Yerli halk Türkleri adeta bir kurtarıcı olarak görür. Tabii Türk Ordusu’nun da son ana kadar o topraklardan çekilmediğini, Trablusgarplıların gösterdiği teveccühin karşılıksız kalmadığını Emekli General İhsan Aksoley, şöyle ifade eder: “…Halkın büyük bir kısmı çıplak ve açtı. Almanlar gibi her çeşit medeni imkânlara sahip değildi ve bunlardan tamamen habersizdi. Kurak geçen yıllarda, pis suların döküldüğü yerlerde yeşeren otları yiyenlerin “Ya siyad Lillah” avezeleri yüreğimi parçaladı. İstiklâl için savaşan ve düşünülmeyen mezalime ve mahrumiyetlere katlanan bir milletin çocuklarının bu seslerini ve hıçkırıklarını hiç unutamam. Haysiyetli, şerefli ve kelimenin tam anlamıyla kahraman Türk sever Trablusgarplılar çok kötü şartlar altında istiklâllerini kazanabilmek için mücadele etmeye mecbur kalmışlardır.”(s.142)

         (Erzurum Gazetesi, 22 Aralık 2009)



[1] Yayına hazırlayan: Yusuf Gedikli, Trablusgarp Cephesi Hatıraları, 168 sayfa, İstanbul, 2009, Bilgeoğuz Yayınları

[2] Savaşın içeriğiyle ilgili ve dünyada ilk kez uçakların savaş uçağı olarak kullanıldığı gibi bazı bilgilere Wikipedia Özgür Ansiklopedisi’nden ulaştım.  http://tr.wikipedia.org/wiki/Trablusgarb_sava%C5%9F%C4%B1
[3] Nazmi Songar, Rahmetli Prof.Dr. Ayhan Songar’ın babasıdır.
[4] Tarihçi Orhan Koloğlu ile futbolcu ve spor yazarı Doğan Koloğlu’nun babası Suut Sadullah Koloğlu, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde kaymakamlık ve valilik yaptıktan sonra yeni kurulan Libya Krallığı’nın ilk Başbakanı olur. Orhan Koloğlu, şu kitabında babası hakkında ayrıntılı bilgi verir. (Orhan Koloğlu, Arap Kaymakam, 2001, Ayrıntı Yayınları)

13 Aralık 2009 Pazar

YAHYA KEMAL’İN SOHBETİNE KATILMAK İSTER MİSİNİZ?


        Ahmet Hamdi Tanpınar “Yahya Kemal’e Hürmet” isimli bir makalesinde Yahya Kemal’den bahsederken şunları söyler: “Yahya Kemal edebiyatımızın pek az yetiştirdiği büyük üstatlardan, mürşitlerdendir. Onun sohbetini dinlemeyenler, yaşadığımız devrin en mucizeli lezzetlerinden birini tanımamıştır.” Tanpınar, Prof. Dr. A. Süheyl Ünver gibi kendisinin deyimiyle: ”1915’den beri devam eden ve her sene artan bir şevk ile devam ettiğim her güzel ve faydalı bilgiyi gerek işiteyim, gerek okuyayım kaydetmek mutadımdır.” diyen birisinin Yahya Kemal’in sohbetlerine katıldığını bilseydi yukarıdaki sözünü söylemeyi düşünmezdi herhalde. Yahya Kemal’in onlarca kez sohbetlerine katılıp notlar alan akademisyen ve kültür erbabı Süheyl Ünver, notları kitaplaştırmıştı. Haftanın kitabı olarak rahmetli Süheyl Ünver’in “Yahya Kemal’in Dünyası[1] isimli kitabını anlatmaya çalışacağım.

        Öncelikle ilk paragrafta anlatıldığı gibi Yahya Kemal’in sohbetine katılma olanağı kronolojik olarak mümkün olmayan ya da o dönemde kendisinin yakınında bulunamadığından sohbetlerine katılamamış kişiler için bu kitap çok değerlidir.  Ünver, bu notları niçin tuttuğu ile ilgili düşüncelerini açıkladığı önsözde şunları söyler: “…İnsanların ömrü, soylu insanlara gıpta ile geçmeli, soysuzların hasedi ile geçmemeli ve iyi işlerden geri kalmamalıdır. …İşte, Yahya Kemal unutulmuyor ve unutulmayacaktır. Onun geriye bıraktığı bir çuval tohumdur. Yalnız iyi bir mahsul verebilmesi için almasını bilmeli. Onun bir zerresini dahi kaybetmemeli ve onun sohbetine nail olanlardan en güzel taraflarını toplamalıdır.”

        Yahya Kemal, Sanattan, şiire; edebiyattan, tarihe; medeniyetten, dine; Üsküp’ten, İstanbul’a; kadar farklı konularda sohbet etmiştir. Bu sohbetleri kendi düşünce, tespit ve değerlendirmelerini çeşitli anekdot ve vecizelerle de süslemeye çalışır.  Ünver farklı tarihlerde dinlediği sohbetleri farklı konu başlıklarına göre tasnif etmiştir. Bu notları çabuk aldığı için anlattığı olayların bir kısmının baş taraflarını yakalayamamıştır. Her ne kadar konu başlıkları farklı olsa da yer yer tekrarlar karşımıza çıkar. Sohbetler belli bir konu belirlenip, konuşulmadığından olsa gerek konu, olay ve zaman iç içe geçmiştir. Dolayısıyla bir roman gibi akıcı değildir diye düşünüyorum.

        Y.Kemal, mezhebimizin Şii olması durumunda Türk olarak kalamayacağımızı ve kesinlikle Acem olacağımızı, buna örnek olarak da Şii olan Azerilerin Acemleştiğini belirtir. Otlukbeli ve Çaldıran Savaşı’nı “ben Acem olmam” muharebesi olarak değerlendirir.

        Yahya Kemal’in İstanbul’a hayranlığını birçoğumuz biliriz. Sohbetlerde “İstanbul” konusu 24 sayfa yer tutar.  İstanbul’un şehir olarak kuruluşundan onun Türklerin eline geçmesine kadar İstanbul’la ilgili epeyce bilgi verir. İstanbul’un fethedilmesiyle ilgili şu ince ayrıntıları bile aktarır: “İstanbul’u fetheden, 1444’te Varna’da ve 1447’de II. Kosova’da muzaffer olan askerdir. Bunlar arasında 70–80 yaşlarında Timurlenk vak’ası’nı Çubukova’da ve hatta I.Kosova muharebesini görenler vardı. İstanbul’u fetheden asıl yeniçeridir. Beşince askeri kapıda büyük gedikten girenlerdir.” İstanbul ile İstanbul’un rakibi olan şehirleri kıyaslarken, Profesör Gabriel: “Sizdeki eserlerin yüzde beşi İran’da yok.” dediğini belirtir. Yahya Kemal, İstanbul’u Türklüğümüzün olmazsa olmazı olarak görür ve “İstanbul olmazsa Türk olamayız.” der. İstanbul’un tarihi dokusunun mahvedilmesine dayanamaz. İstanbul’u imar etmeden önce İstanbul’un Türk halkını imar edilmesi gerektiğini söyler.
       
        Yahya Kemal, Osmanlı’nın fethettiği bazı yerleri asırlarca kalmasına rağmen kucaklayamadığından bahseder. Bunun sebebinin de kendisince iklimin bünyemize uygun olmaması olarak yorumlar. Bu konuyla ilgili bir hatırasını anlatır. İspanya’da diplomatlık yaptığı yıllarda Arapların İspanya’nın fethiyle ilgili Bir İspanyol tarihçisine şu soruyu yöneltir: “Yalnız (Arapları kastederek) Endülüs’te kaldılar da yukarıdaki Melik- ül Adil yerinde kalmadılar, nedendir?” dedim. Tuhaf bir cevap vererek: “Araplar hurmanın yetiştiği yere kadar gittiler,” dedi.” Bizim ve emperyalist ülkelerin fethettikleri yerlere bakışını şöyle açıklar: “Biz de bizim mahsullerin olduğu yere kadar gitmişiz, ondan ötesine gidememişiz. Harran çok münbit, fakat Türk köylüsü dayanamıyor. Bütün bir sene oturamıyor. Harran bir zamanlar bütün Bizans’ı beslermiş, o kadar münbit. İklim çok mühim mesele.. Biz kuzeydeniz. Hem aslen Türk olanlar hem de sonradan Türk olanlar, mutedil iklimlerde oturmuşlar. Fakat Ekvator’a doğru gidemiyorlar. İngilizler mütegallip (istilacı) olarak gidiyor. Topu, tüfeği var. Kendi ayrı yaşıyor. “ (s. 73)

        Biz Türklerin özden ziyade kabuk ile uğraştığımızdan yakınır. Bu konuyla ilgili çok güzel bir anekdot anlatır. “Cumhuriyet’in yeni kurulduğu günlerde Trablusşam’da bir kadayıfçı Vala Nureddin’e sormuş:
 —Türkler dini kaldırdılar mı?
 —Yok, canım mürtecilerin lafı. Ne dini kaldırdılar, ne de devletten ayırdılar.
 —Ramazan’da kandiller yanıyor mu? Simit çıkıyor mu? Davullar çalıyor mu?
 —Evet “ deyince: “ O halde din yerinde duruyor” demiş. Biz işin eşkâline bakarız. Böyle Müslümanız, manasına bakmayız.”
       
        Türklerin İslam anlayışı ile Arap ve Acemlerin İslâm anlayışının çok farklı olduğundan bahseder. İspanya’da görev yaptığı yıllarda Tanca’da bir camiye gittiğinde, pantolon giyenlerin, gâvur addedildiği için,  camiye sokulmadığından söz eder.

        Hürriyet, kelimesinin Arapça’da karşılığı olmadığını Türkçe’ye de Namık Kemal tarafından sokulduğunu, Türkçe’de Namık Kemal’e kadar “vatan” kavramının yalnızca ”birisinin doğduğu yer” anlamında kullanıldığını, onu memleket’e teşmil edenin N. Kemal olduğunu söyler.

        Y. Kemal, Türklerin milli kimliğine istenilen düzeyde sahip çıkmamasına, batıya göbek bağıyla bağlı olmasına, batıyı papağan gibi taklidine karşı çok dertlidir. Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel vecizesini aktarır: ”Gözü dışarıda olan milletin edebiyatı olmaz.” Bu konuyla ilgili bir de darbımesel anlatır. Çok eskiden bir genç hâkim, Paris’e staja gönderilmiş. Gidince otuz gün mektup yollamamış. Sonra Fransızca bir mektup yollamış. Burada Türkçemi unuttum demiş. Aklınca babasını hayran edecek. Babası da zarif adam. Cevabında: “Oğlum sana otuz senede öğrettiğim Türkçeyi otuz günde unutursan, geldiğinde, öğrendiğin Fransızcayı kaç günde unutacaksın? ” demiş. (s.89)

        Yahya Kemal, körü körüne bir tarih sevgisi olmadığını sohbetinin birçok yerinde belirtir. Konuyla ilgili şu meşhur şiirini Ziya Gökalp’a söyler: “Ne harabî, ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtiyim.” Türk büyüklerinden bazılarına de ilginç eleştirilerde bulunur. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Bağdat’ı fethedecek kadar meziyetli olduğunu ama bu şehirdeki Fuzulî’yi İstanbul’a getirmemesini hata olarak yorumlar. (S.71) Fatih Sultan Mehmet’in Mimarbaşını dayakla öldürmesine sohbetinin birkaç yerinde vurgu yapar. Ünver Hocam, notlarında bir yanlışlık yapmamış ise Selahaddin Eyyubi hakkında şunları söyler: “Selahaddin Eyyubi bize ihanetle beraber, çok mahirane hareket etti. Müslümanları birbirine düşürerek Kudüs’ü vermedi.”

DEĞERLENDİRME

        Ünver, birbirinden farklı arkadaş grubu, öğrenci ve aydınlarla birlikte 1943–1958 yılları arasında; İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü, Abdullah Efendi Lokantası, Ankara Palas Oteli, Park Oteli, Cerrahpaşa Hastanesi, Topkapı Sarayı’nda, Yahya Kemal’in sohbetlerine katılır. S. Ünver, Yahya Kemal’in toplam 37 sohbetinde bulunur. Hangi tarihte, nerede ve kimlerin katılımıyla bu sohbette bulunduklarının kaydını tutar. Bahsettiğim kitap bu sohbetlerde, S. Ünver’in tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Kitap bunların dışında; Prof.Dr A. Süheyl Ünver’in önsözü, “Yahya Kemal’in A. Süheyl Ünver’e yaptığı iltifatlardan bir demet”, “Yahya Kemal’in güzel vecizelerinin bir kısmı”, Ünver’in Yahya Kemal hakkında gazetelerde yayınlanan birkaç makalesi ve Yahya Kemal’in kendisinin hazırladığı iki makaleden oluşmaktadır.
       
        (Erzurum Gazetesi, 13 Aralık 2009)




[1] Prof. Dr. A. Süheyl ÜNVER, Yahya Kemal’in Dünyası, 152 sayfa, II. Basım, Şubat 2000, İstanbul, Şehir Yayınları

6 Aralık 2009 Pazar

BİR İNGİLİZ SUBAYININ PENCERESİNDEN PLEVNE SAVUNMASI

        Rus Devletinin yükselmeye başladığı dönemler ile Osmanlı Devletinin gerilemeye, çökmeye başladığı dönemler çakışır. Bu iki komşu devletin toplam 9 büyük savaş yaptığını tarih bize yüksek sesle, bağırarak söyler. 19. yüzyılın son çeyreğinde yapılan Osmanlıların “93 Harbi” olarak tanımladığı 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı çok geniş bir alanda yapılmıştır. Rus orduları İstanbul yakınlarındaki Yeşilköy’e kadar gelir. Savaşın sonunda Berlin ve Ayastefanos Antlaşmaları imzalanır. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, ödeyemeyeceği çok ağır faturalarla karşılaşır. Rumeli topraklarının büyük bir kısmının elinden çıkmasına neden olur ve yakın vadede de tamamının elinden çıkmasına sebep olacak sürecin dinamiti ateşlenir. 93 Harbi batıda Tuna, doğuda Kafkasya cephesinde verilmiştir. Bu harbin özellikle Batı cephesinde birçok muharebe olmuştur fakat Plevne Muharebesi kadar ses getireni, derin tesirler bırakanı olmamıştır.

        Plevne Savaşı’nın bütün aşamalarında bulunan, gönüllü bir İngiliz subayı olarak Osmanlı saflarına katılan, Yüzbaşı Von Herbert’in yaşadıklarıyla ilgili bir kitabı anlatmaya çalışacağım. Herbert’in Plevne Muharebesi’yle ilgili hatıraları ilk olarak 1895’de daha sonra da 1911’de İngilizce olarak yayımlanır. Eserin Türkçe’ye çevrilmesi için 1938 yılının beklenilmesi gerekir. Daha sonraki dönemlerde Herbert’in Hatıraları, 50’lili yılların Vakit ve Ulus gazetesi okuyucularının Toplu İğne isimli köşesinden tanıdığı gazeteci ve yazar Nurettin Artam tarafından çevrildi. Muhtelif zamanlarda ve farklı yayınevleri bu kitabı basmıştır. Benim okuduğum kitap[1] 2004 yılında, Kastaş Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.

        Herbert, 93 Harbi başlamadan hemen önce 2 Şubat 1877’de İstanbul’a gelir. Kendisine 27 Mart 1877 yılında İkinci Mülazım (teğmen) olarak Osmanlı Ordusunda görev verilir.[2] Hatıralar İstanbul’dan ayrılıp Doğu Rumeli’nin o zamanki son noktası “Bellova”ya doğru yol almasıyla başlar. Eserin başında 1877–1878 savaşları hakkında ve Türk ordusu hakkında bazı bilgiler sunar. Vidin’deki savaş hazırlıkları, dört muharebeden oluşan Plevne Savaşı ve teslim olup esir düşmesine kadarki gelişmeleri tafsilatlı bir şekilde anlatır. Yazar, Plevne Savunması’nın mimarı Osman Paşa ile hem savaş sırasında hem de sonrasında birçok kez bir arada bulunur. Osman Paşa’ya beslediği hüsnüniyet hemen dikkat çeker. Paşa hakkında ilginç gözlemlerde bulunur. Kitabın sonunda Plevne Ordusu’nun bütün askeri birliklerin sayısı ve komutanların isimlerinden oluşan bir liste vardır.

        Bana göre kitabın en önemli ve farklı tarafı Herbert’in Türk ordusu hakkındaki rafine gözlem ve tespitleridir. Aynı zamanda İngiliz ordusunda da görev yaptığı; hem de savaştan çok sonra kitabını yazdığı için sık sık iki ordunun çeşitli yönlerini mukayese eder. Yazar, Osman Paşa’nın ordusunun önemli bir kısmının ihtiyat ve redif askerlerinden oluştuğunu, birliklerin içerisinde müstahfazların en geri birlikler olduğunu belirtir. Osmanlı Devleti’nde uzun yıllardır devam eden, devlet tarafından İstanbullulara yapılan bir ayrıcalık olarak da yorumlanabilecek “İstanbul doğumluların askerlikten muaf olması” gibi bir uygulamayla ilk kez karşılaştığında oldukça şaşırır, bunun sebebini merak eder.[3] Taburlarda ve bölüklerde birer tane bulunan kâtip ile bölük emininin Avrupa’da olmadığını, ayrıca her livada 3-5 kadrolu imamın olduğunu vurgular. Orduda görev yaptığı süre boyunca baytar subaya rastlamadığını, baytarın yaptığı işi nalbantların ya da işten anlayan subayların yaptığını söyler.(s.16) Savaşın başladığı yıl alaylara numara verilmediğini, bu durumun birçok karışıklıklara neden olduğunu, daha sonraki yıl Alman usulünce birbirini takip eden numaralar verildiğini anlatır.(s.17) Subayların maaşlarını savaşta ve barışta düzenli bir şekilde alamamasına rağmen şevklerinin kırılmadığını, herhangi bir isyanı aklından geçirmediklerini ve bu durumun takdir edilmesi gerektiğini belirtir. Sefer esnasında subaylara harita verilmediğini, kendisi gibi birkaç subayın eline Avusturya’da basılmış bazı özel haritaların geçtiğini, Türkçe hiçbir harita görmediğini ısrarla vurgular.(s.33) Subayların bu haritalara ne kadar özen gösterdiğini(!) yine kendisi anlatır. Haritanın arkasına satranç tahtası şekli çizerek satranç oynarlar.(s.46) Savaş sırasında komutanlarının sık sık değiştiğini, örneğin kendi Miralayının altı, mirlivasının üç kez değiştiğine değinir. (s.48) Birkaç kez borazanın yanlış çalındığını, bundan dolayı ordunun geri çekildiğini anlatır.

        Herbert, Plevne Muharebesi’nin Başkomutanı Osman Gazi Paşa’yı efsane haline getiren komutanlığı ve kahramanlıkları hakkında muhtelif açıklamalarda bulunur. Paşa ile ölümünden birkaç yıl önce İstanbul’da da bir mülakatta bulunur. Konuşma sırasında Plevne’deki kahramanlıklarından bahsetmemesi karşısında Paşaya gıpta ile bakar. Osman Paşa’yı son zamanlardaki en büyük kahraman olarak görür. Sonraki dönemlerde Osman Paşa’nın Plevne Komutanı olarak hak ettiği ilgiye nail olmamasını da şöyle izah eder: “Eğer siyasetin kirli havuzuna batmamış olsaydı, bu lekesiz asker şöhreti ona ziyadesiyle kâfi gelirdi.” (s.49) Savaşta, Osman Paşa gibi Miralay Yunus Bey gibi birçok komutanın yaptığı fedakârlık ve feragatten övgüyle bahseder.

        Eserin birkaç yerinde Mithat Paşa’nın Tuna Valiliği zamanındaki yaptığı hizmetleri takdir eder. Hazırladığı projelerin kendisinden sonra yarım kaldığını belirtir. (s.33,84,85,86)

        Yazar, savaşın dehşetini, tahribatını tasvir ederken bazı bölümleri çok güzel bir üslupla anlatır. Edebiyat kokan, etkileyici bölümü sunuyorum: “Yirmi milkare kadar büyük olan savaş sahasına baktım. Burayı tasvir etmekten kalemim acizdi. Fakat, savaşı gözle görmekten çok sesini kulakla duymak daha korkunç bir etki yapıyordu. 240 topun durmadan gürleyen sesleri, uzaktan havlayan çoban köpeklerinin uğultusu gibi geliyor, dağlar çatırdıyor, yanardağ fışkırıyor gibiydi. Ayağımın altındaki toprak, bütün sinirleri gerilmiş ve hummaya tutulmuş canlı bir yaratık gibi tir tir titriyordu. Bir yangın ortasında ayakta duruyormuş gibi geliyordu bana. Manzara, içinde tarihin bir parçası eritilen, örse vurulan, şekil verilen bir fırını andırıyordu.”(s.131)

DEĞERLENDİRME

        Milli mücadelemizde kendi gayretiyle düşmana mukavemet eden şehirlerimizin öncüsünün Plevne Müdafaası olduğunu bu eserden öğrenmiş oldum. Eser, 143 gün süren Plevne Müdafaası’nın yabancı bir subay penceresinden anlatılmasıdır. Bu kutsal mücadelenin ayrıntıları ile savaşın neden kaybedildiğinin cevabı kitapta bulunmaktadır. 

        (Erzurum Gazetesi, 6 Aralık 2009)




[1] Yüzbaşı Von Herbert, İngiliz Subayının Anıları: Plevne Meydan Muharebesi, mütercim: Nurettin Artam, 295 sayfa, 2004, İstanbul, Kastaş Yayınları. Bu kitabın sunuş kısmında kitabın ilk kez Türkçeye çevrilmiş baskısı hakkında basıldığı yıl dışında herhangi bir bilgiden bahsedilmemiştir.
[2] Açıkçası Osmanlı Ordusunda yabancı asker ve subayların gönüllü olarak savaşlara katıldığına dair bir malumat ile ilk kez karşılaştım. Bu konunun uzmanlarından bu bilginin test ettirilmesi gerekir.

[3] İstanbul doğumluların askerlikten muaf olması, ilk kez Balkan Savaşları ya da I.Dünya Savaşında askere alınmasıyla ilgili birçok kaynakta karşılaşmıştım. Bunu farklı zamanlarda dile getirdiğimde birkaç öğretmen arkadaşım bu gerçeği kabul etmemişti.  Herbert gibi bu hakikati öğrenen Türk vatandaşları da şaşırır inşallah (!)