13 Aralık 2010 Pazartesi

İSTİKLÂL HARBİ’NDE BİR İHTİYAT SUBAYININ GÜNLÜKLERİ


Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Harbi dönemlerini kapsayan hatıraları yayımlamaya tam hızla devam ediyor. Geçtiğimiz mayıs ayında, İstiklal Savaşı’na Yedek Subay olarak katılan İbrahim Sorguç’un “Bu Sefer Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum” isimli günlüklerinden oluşan eseri yayımladı.[1]

Oğul Erdoğan Sorguç’u kaynak olarak aldığımızda İbrahim Sorguç’un kısa özgeçmişi hakkında şunları söyleyebiliriz. Yazar, İstanbul Darülmuallimin Mektebi’ni bitirmek üzereyken -eğitimini tamamlayamadan- I. Cihan Harbi başlayınca askere alınır. İhtiyat Zabitleri Talimgâhında eğitimini aldıktan sonra Filistin Cephesi’ne 8. Ordu emrine verilir. Burada düşmana karşı mücadele ederken İngilizlere esir düşer. Mısır’da Seydibeşir Kampı’ndaki esaret hayatı yaklaşık 2 yıl sürer. 1920’de memleketi Antalya’ya döner. Kısa süreli memuriyet hayatına devam ederken -Sakarya Savaşı’ndan sonra- tekrar cepheye çağrılır. İki yıl da İstiklal Savaşı’nda görev yapar. Bu süre zarfında her gün günlük tutar. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ziraat Bankası’nda değişik görevlerde bulunur. II. Dünya Savaşı’nı ülke olarak ensemizde hissettiğimiz günlerde; seferberlik çağrısına cevap vermekten geri durmayan Sorguç, üçüncü kez askere alınır. 1962 yılında emekli olan yazar, 1974’te Ankara’da vefat eder. Sorguç, katıldığı savaşlara ait kişisel ve çok önemli dokümanları “Harp Sandığı”nda uzun yıllar saklar. Sonra da bu tarihi vesikaları Harbiye Askerî Müzesi’ne hediye eder.  

Kitabın öyküsüne gelince; bahse konu olan “Harp Sandığı”ndan çıkan vesikalardan en önemlisi özellikle de İstiklal Harbi’nde tuttuğu günlüklerdir. Bu günlükleri oğlu Erdoğan Sorguç Bey kendi imkânları ölçüsünde yıllar önce yayımlatır. Kitabın yeni baskısını da Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları üstlenir.

Eser iki bölümde incelenebilir.  İlk bölümünü, yazarın Filistin Cephesi ve esaret hayatıyla ilgili daha sonraki dönemlerde yazdığı 26 sayfadan oluşan hatıralardan meydana gelir. İkinci bölüm ise İstiklâl Savaşı’nın kendisinin katıldığı dönemdeki günü gününe aksatmadan yazdığı günlükler oluşturur. Yazarın “Harp Sandığı”ndan çıkan vesikalar, kitabın içerisine serpiştirilmiş. Her tarafından tarih fışkıran söz konusu olan bu sandıkta neler yok ki: Kendi yazdığı el yazılar, mektuplar, emirnameler, pusulalar, haritalar, döneme ait kartpostallar, terhis belgesi, esir kampında çektirdiği fotoğraflar, savaş meydanında Yunanlılardan kalan fotoğraflar vs. Bu görseller sayesinde kitabın çok çekici hale geldiği değerlendirilebilir.   

Yazar, Filistin Cephesi ve esaret hayatıyla ilgili yaşadıklarının çok az bir kısmına değinmiş. Bu dönemi oldukça yüzeysel geçiştirmiş. Seydibeşir Esir Kampı’nda Osmanlı askerlerine yönelik çok ciddi, kötü muamele yapıldığına dair bazı iddialar vardır.[2] Kitabın çok küçük bölümünü oluşturan bu devre için esaret yaşamıyla ilgili İngilizlerin kendilerine yönelik kötü bir yaklaşımının olduğuna dair bir şeyden bahsetmez.

Sorguç’un İstiklâl Savaşı’na ait günlükleri, Antalya’dan birliğine katılmak üzere ayrıldığı gün olan 26 Ağustos 1921’den başlar. Terhis olup memlekete geldikten birkaç gün sonra 31 Ağustos 1923 Cuma günü sona erer. 736 gün boyunca istisnasız her gün günlüğüne notlar yazmıştır.

Yazarın cepheye gitmek üzere hareket ettiği ilk gün -26 Ağustos 1921 tarihli günlüğünde- nasıl bir ruh haliyle savaşa gittiğini anlıyoruz. Kitabın isminin de geçtiği şu satırlarda bir neslin dramının tanığı oluyoruz: “Umumi Harp’te Filistin çöllerinde Mısır’ın dikenli telleri arasında geçen eziyetli beş senelik gurbet hayatından sonra bu ikinci fırtına bakalım ne vakit duracak? Bizde artık ne gençlik ne de istikbal kaldı. Mazinin günahlarını artık hep biz temizleyeceğiz. Umumi Harp’in üzerine tuz biber eken bu İstiklal Mücadelesi bakalım ne kadar devam edecek? Mamafih bu defa niçin harp edeceğimi biliyorum. Bizim gençliğin kaderinde siperlerde çürümek yazılıymış.” (s. 33)

“Bu Sefer Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum” da İstiklâl Savaşı’nın seyri, Kurtuluş Savaşı’nın resmi kahramanlarının özellikle de savaş sonrası ruh hali hakkında doyurucu bilgiler mevcuttur. Günlükler hakkında kabaca bazı değerlendirmeler yapılabilir.

Yazarın yazdığı notlar Sakarya Harbi sonrasına denk geldiği için, günlüklerde galip gelineceğine dair umudun önceki aylara göre daha fazla olduğu dikkat çekmektedir. Bunun yanında Tekâlifi Milliye Kanunu’nun çıkarılması gibi bazı çalışmaların olumlu anlamda etkisi görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa’yı koruma amacıyla kurulan “Muhafız Kıtası”nın başındaki kişi de bile silahın olmadığı günler artık geride kalmıştır.[3] Yazar, 137 kişilik bölükte 127 silah olduğunu belirtir.(s.115)  

Birinci Cihan Harbi’nin muhtelif cephelerinde yaşanılan kıtlığın bu dönemlerde yaşanmadığını; yiyecek-içecek ve iaşenin biraz daha iyi olduğunu, söyleyebiliriz. Bu tespiti doğrulamak için Hıdırellez gününde kuzu ziyafeti, Kurban bayramında bol helva ve pilav ziyafeti çektiklerini yazar belirtir. Sorguç, askerin ve komutanların maaşlarını çok geç aldığı, bazen de alamadıklarını anlatır. Bunun doğurduğu sıkıntıları anlatmaktan geri durmaz.

Asker, iaşe, elbise, cephaneden daha çok uykusuzluk sıkıntısı çekmektedir. Sorguç, özellikle de Büyük Taarruz’un öncesinden itibaren uykusuzluktan bitap düştüklerini, “geceleri uyku nedir unuttuk” (s.125) der. Düşmanın geri çekilmesiyle birlikte uykusuzluğu çok sık yaşadıklarını belirtir. 22 Eylül 1922 gününe ait günlüğünde 13 günde 400 km. yol kat ettiklerini yazar. Yine bu dönemde Türk askerinin girdiği köylerde karşılaştığı manzara genelde savaşın, özelde Yunan askerinin acımasız yüzünü net olarak gösterir. Yakılıp, yıkılıp, talan edilmeyen köy-kasaba yoktur neredeyse. Nadir olarak yakılmayan köylerin isimlerini verir.

Savaşın yoğunluğuna göre günlükler kısalıp uzamaktadır. Daha çok askeri birlikteki, dar alandaki gelişmeler dikkat çeker. Örneğin İstiklal Savaşı’nın en büyük komutanı Mustafa Kemal Paşa’dan ilk kez kitabın 120 sayfasında bahseder. Önemli paşaların isimleri birkaç yerde geçer, öyle çok sık geçmez.

Günlüklerde yazarın ailesine yazdığı ve ailesinden gelen mektuplar öne çıkar. Mektupların içeriğine değinmez. Notlardan öğrendiğimize göre yazılan mektuplar bir kitap olacak kadar vardır. Kim bilir günün birinde bu mektuplarda belki kitap halini alır. Yazarın ruh halini yansıtması bakımından sadece günlükler değil, mektupların değeri de öne çıkmaktadır.

Lozan Antlaşması’nın Türkiye açısından siyasî başarısı hâlâ tartışılmaktadır. Gerek o zaman gerekse bugün tartışmalarda bir durum gözlerden kaçmaktadır. Tekrar savaşı göze alabilecek sivil ve askeri kadro ile halkın olmadığı gerçeğini bilmek gerekir. Sorguç, 3 Ağustos 1922 tarihli günlüğünde gurbette (daha doğrusu cephede) 12. bayramını geçirdiğini belirtir. 27–28 yaşında askerlerin terhis olmaya başladığını söyler. Savaş sonrası askerin bir savaşı daha göze alacak gücü ve takati kesinlikle yoktur. Askerin kulağı Lozan’dan gelecek haberdedir. Sorguç gibi birçok asker ve subay gelişmeleri gazeteden günü gününe takip eder. Sulhu bekleyenlerin neredeyse tamamı artık ne olacaksa olsun der. Yazarın kardeşi de askerdir, İbrahim beye bu tarihlerde arkadaşıyla çektirmiş olduğu bir fotoğrafını gönderir. Fotoğrafın altında yazan şu satırlar askerin enerjisinin bittiğinin ispatıdır: “Çıkmaz Sokak Yolcusu Yıldızsız İki Teğmen” (s.204) Bu günlerdeki askerin ruh halini yansıtan düşünceleri şöyle ifade eder: “Sulhu hacı bekler gibi bekliyoruz.”(s.176) “…Eğer bu sefer de sulh olmazsa halimiz harap. Hayata da gençliğe de İstikbale de elveda.”(s.192)   

Ömrünün ilkbaharında, okulu bitirip hayata atılmak üzereyken, kendisini cephede bulan yazar Sorguç, bu duruma çok üzülüp, hüzünlenir. Çocuğu ve torunlarının okumasını çok ister. Aslında düzenli olarak yazdığı günlükler ile sadece kendi çocuğu ve torununa seslenmemektedir. 736 gün boyunca savaşın ortasında dahi hiç üşenmeden, istisnasız, her gün yazarak gerek bireysel gerek toplumsal hafızanın kaydının tutulmasında merhum Sorguç gibi gaziler üzerine düşeni yapmıştır. Ömrünün büyük bir kısmını mazeret üreterek geçiren biz Türklere bu günlükle şüphesiz büyük mesaj vermektedir. Hayatının küçümsenemeyecek önemli bir bölümünü savaş meydanlarında geçiren, acı tecrübelerini anlattığı bu eseri yazarın bir cümlesiyle anlatılması istenseydi. Harp sandığında bulunan günlüklerin üzerinde bulunan zarfın üzerine el yazısıyla yazdığı, “Hayatta mağlup olmamanız için mesleğinizin ehli olmalısınız”(s.26) vecizesi söylenebilirdi. 



[*] Eğitimci, E-posta: ikizkuyu@yahoo.com
[1] İbrahim Sorguç, Bu Defa Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum: Filistin Cephesi ve İstiklâl Savaşı Anıları, 306 sayfa, Mayıs 2010, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, www.iskultur.com.tr
[2] Bu kampta esir olarak bulunmuş bir kişinin yazdığı hatıralarda hasta olan Türk esirlerin tedavisine yönelik bilinçli olarak verilen ilaçlar yüzünden gözleri kör olan binlerce kişiden bahseder. Antep Mutassarru’fluğunda görevliyken tutuklanıp Mısır’a esir kampına götürülen bir memur olan Eyüp Sabri Bey şu eserinde olayı detaylı anlatır: Eyüp Sabri Bey, Bir Esirin Hatıraları,  s. 66-67, İstanbul, 1978, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları.
[3] Zeynel Lüle, Mustafa Kemal’in Can Yoldaşı: Ali Çavuş, s. 80, Kasım 2008, İstanbul, Doğan Kitap.

1 Kasım 2010 Pazartesi

BİRAZ DA SİZ BENİ DİNLEYİN HATIRALAR

İnsanlar kendinden başka kişilerin yaşamlarını hep merak etmişlerdir. Bu merak duygusu biyografi, otobiyografi, günlük ve hatıra gibi eserlerin yazılı edebiyata kök salmasına neden olmuştur. Özellikle de anıların okura cazip gelen tarafları vardır. Hele de sanatçı ve yazarların hatıraları daha da ilginçtir. Okurun eser ile yazar arasında kurmaya çalıştığı bağlantının ne derece doğru ve sağlıklı olduğu anılar üzerinden sorgulanır. Kitabın kahramanlarının ne kadarının hayal ne kadarının gerçek olduğu; yazar ve şairin niçin o eseri yazdığını -bir nebze de olsa- hatıralar açıklar. Ülke tarihinin yazılmasında önemli görevlerde bulunmuş, bir hayat içerisine birkaç hayat sığdıran çok yönlü yazarların hatıraları daha önem kazanmaktadır.

Şair ve yazar Yahya Akengin de hatıralarını yazan meslektaşları arasında yerini aldı. “Bir Semaverlik Muhabbet” geçtiğimiz aylarda yayımlandı.[1] Esere geçmeden önce yazarı tanımayanları göz önünde bulundurarak Yahya Akengin’in kim olduğunu birkaç cümlede şöyle özetleyebiliriz. Akengin, 12 yıl ortaöğretim ve üniversitede Türk Dili Edebiyat öğretmenliği yapar. Kültür Bakanlığı Başmüşavirliği, TRT Ankara Radyosu Tiyatro ve Eğlence Yayınları Müdürlüğü, TRT Yayın Değerlendirme Müdürlüğü gibi önemli görevlerde bulunur. Edebiyat dünyasına Hisar dergisiyle adım atar. Hisarcılar ekolunun şair ve yazarları arasında olan Akengin, şiirden romana, senaryo ve radyo oyunlarından, tiyatro ve hatıra eserlerine kadar edebiyatın neredeyse her türünde toplam 30 eseri mevcuttur.[2] Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği(İLESAM)’nin kurucu başkanlığını, Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı’nın da hâlen başkanlığını yapmaktadır.

Yazar, eserini hatıra olarak görmekle birlikte daha çok kendisinin deyimiyle fikri hesaplaşma yolunu tercih etmiştir. Kültür, sanat ve siyasette isim yapmış yüzlerce kişiye atıfta bulunur. Yahya Akengin, siyaset-yazar ilişkisinden, iktidarlar karşısında hareket alan yazar ve sanatçılara, edebiyatçıların ideolojik olarak cepheleşmelerine, sol dışındaki sanatçı ve yazarların duruşundan, siyasetçilerin kültür ve sanata bakışına, sivil toplum örgütlerinin içyüzünden, kendisinin öncelik ettiği ve katıldığı bazı kültürel etkinliklere kadar birçok konu hakkında düşüncelerini serdeder. Genelde Türk edebiyatı yazarlarında özelde sağ eksenli aydın ve yazarlardaki kapris,  kıskançlık ve yer yer düşmanlığa varacak bakış açısı dikkat çekmektedir. Yazar, kitabında birçok siyasetçi, yazar ve sanatçı ile yaşadığı anıya yer verir. Bu hatıralarda özellikle portrelerin itici, soğuk tarafı, istenmeyen yüzleri öne çıkmaktadır. Buradan hareketle hem kendi fikrini hem de karşıdakinin kişiliği ve dünya görüşünü sorgular. Kendi fikri yelpazesine ait olanlarla yaşadığı çelişkiyi anlatırken şu ifadeyi söylemekten çekinmez: “Fikir olarak hep solla mücadele içinde bulundum, ama darbeyi hep sağdan yedim.” 1992’den 2006’ya kadar lise ders kitaplarına eserleriyle katkı sağlar. Programın değişmesiyle birlikte ders kitaplarından yazarın eserleri çıkartılır. Tatmin edici bir açıklama almamakla birlikte Milli Eğitim Bakanı H. Çelik’in etnikçi tavrını ve uygulamalarını eleştirdiği, kitaptan çıkarılan “Eski Çarıklar” isimli hikâyede cephe gerisinde ihanet eden Ermenilerden bahsettiği için sakıncalı hale geldiğini belirtir.(s.61)

Edebiyat dünyasındaki ideolojik bölünmenin şimdilerde bile yaşandığı ortada iken Soğuk Savaş yıllarının Türkiye’de etkisinin en yoğun yaşandığı 70li yıllarda ne kadar şiddetli olduğunu az-buçuk tahmin edebiliriz. Cemil Meriç’in “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün..” sözünü doğrulayacak birçok bilgi, tespit ve değerlendirme eserde mevcuttur. Yazar, Hisar’da yazan İlhan Geçer’in Varlık dergisinde de yazdığını, daha sonra bazılarının Varlık yöneticilerine “ O varsa biz yokuz.” dediklerini, bundan sonra Geçer’in Varlık ile yollarının ayrıldığını belirtir. Oktay Akbal’ın yazılarında açıkça “Sağdakilerin aleyhinde bile yazmayın, çünkü dolaylı yoldan reklamlarını yapmış olursunuz.” şeklinde arkadaşlarını uyardığını söyler. (s.27)

Kitapta küçük bir bölümde anlatılanlara yazımın önemli bir bölümünü oluşturacak kadar yer ayırdım. Yazar, Gülen Cemaatinin yurtdışındaki okullarıyla ilgili kamuoyunda bilinenlerden farklı bir bakış açısına sahiptir. Akengin, Gülen Cemaatinin faaliyetlerine ilk zamanlarda destek verir. Daha sonra cemaatin hareket alanındaki bazı çalışmaları karşısında kendisini tatmin edici cevaplar bulamadığını beyan eder. Bunlardan birisine kitapta değinir. Cemaatin yurtdışındaki Türk okullarının kamuoyunda bilinmeyen bir yönünü vurgular. Gülen Okullarının Üsküp’teki Yahya Kemal Koleji’ni ziyaretinde bir edebiyat sınıfına girer. Burada karşılaştığı manzara son yıllarda Türkçe olimpiyatlarında ısrarla vurgulandığı gibi Türkçe ve Türk kültürüne vakıf bir görüntü değildir.[3] Sözü yazara bırakalım: “Sınıfta öğrencilerden bir Yahya Kemal şiiri okumalarını istedim. Çıt yoktu. ‘Çocuklar Yahya Kemal’i biliyor musunuz?’ Ses yoktu. ‘Çocuklar Yahya Kemal burada doğmuş bir Türk şairidir, okulunuz O’nun ismini taşıyor…’ Öğrenciler şaşkın şaşkın bana bakarken. ‘Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum, Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum’ mısralarını ve devamını okumaya başladığımda gözleri ışıldamaya başlamıştı. Hocalarını göstererek, biraz da sitemli bir sesle ‘Sorsaydınız öğretirdi hocanız…’ diyerek sınıfı terk ettim. Daha sonra öğreniyorum ki Kırım’daki Gaspralı İsmail’in adını taşıyan okulda da Gaspralı bilinmiyor.

Her yıl düzenlenen ‘Türkçenin Şampiyonları’ gösterilerinde yabancı öğrencilerin bülbül gibi Türkçe şarkı, türkü ve şiir okumalarını izleyenler gözyaşını tutamaz. ‘Dünyanın dört bir yanına Türkçe öğretiliyor’ düşüncesiyle takdir ederler. Oysa bu çocuklarla baş başa kaldığınızda ‘Adın ne?’ diye sorsanız anlamadığını görürsünüz. Ben bunu da gördüm.  Ajda Pekkan’ın Fransızca şarkı söylemesini duyan bir Fransız ‘Dilimizi ne güzel biliyor…’ diyebilir.” (s.113–4)

Ülkemiz aydınının cehalet antolojisine yazar birçok anekdot ile katkı sağlar. Bunlardan sadece birisini anlatacağım. Olay tam Aziz Nesin’lik bir hikâye. Türkiye’nin bu ahvaline güler misiniz, ağlar mısınız? 12 Eylül sonrasında bir dönem Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığında bulunan -Türkoloji mezunu- ismini açıklamadığı bir kişi Akengin’e merak ettiği bir durumu sorar: “Yahu Yahya Bey bak şimdi hatırladım, yeni yayımladığımız kitapların bütün yazarlarının adreslerini tespit ettik, telif haklarını gönderdik. Bir tek Kâtip Çelebi’nin adresini bulamadık. Sen bize yardımcı olabilirsiniz.” Donup kalan yazar espriyi patlatır: “Sanırım Karacaahmet’te olmalı ama ada pafta numaralarını öğrenmek gerekir.”(s.151) Son olarak Yazar tanıdığı ve aynı ortamda bulunduğu önemli kişilere ait kendince yanlış, eksik ve zaaf olarak gördüğü durumları hasıraltı etmezken, bahse konu olan kişinin kimliğini ifşa etmez.

         (Türk Yurdu Dergisi, Kasım 2010 Sayısı)





[1] Yahya Akengin, “Bir Semaverlik Muhabbet: Biraz da Siz Beni Dinleyin Hâtıralar” 176 sayfa,  2010, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları, www.bilgeoguz.com.tr
[2] Kitapta Akengin’in özgeçmişinde yayımlanan eserlerin isimleri mevcuttur. Buna göre yayımlanan eserlerin sayısı 30’dur.
[3] Cemaatin Yurtdışındaki Türk Okullarını ziyaret eden Türk aydınlarının gözlemleriyle ilgili bir kitap okumuştum. (Toktamış Ateş vd. Barış Köprüleri: Dünyaya Açılan Türk Okulları, 2005, Ufuk Kitapları) Bahse konu olan kitapta Akengin’in bu tespitlerini destekleyecek bazı küçük değerlendirmeler mevcuttur. Aydınların hemen hemen hepsi Türk Okullarıyla ilgili olumlu görüş beyan etmiştir. Bazıları konuyla ilgili önemli eleştirilerde bulunmuşlar. Mehmet Ali Kılıçbay ve Büşra Ersanlı yabancı ülkelerdeki gördüğü okullarla ilgili izlenimlerini aktarırken kütüphanelerinde çok az Türkçe kitap bulunduğunu, bulunan kitapların da Türkçe sevgisini vermeyeceğini, örneğin neredeyse Türk klasiği hiçbir kitapla karşılaşmadığını Ersanlı söyler. Öğretilen Türkçe’nin hedeflenen düzeyde olmadıklarını beyan eder. Süleyman Seyfi Öğün de buna paralel olarak okullarda verilen eğitimde fen ve matematik bilimlerine çok önemli ehemmiyet göstermelerine rağmen sosyal bilimlerin oldukça cılız olduğunu vurgular. Gözlemlerini anlattığı makalenin değerlendirme bölümünde bu rahatsızlığıyla ilgili çok ciddi uyarılarda bulunur: “…bir sosyal bilimci olarak, insan temelli bir tarih bilincinden kopuk, estetik ile bağlantısı zayıf bir okullaşmanın bana bir noktadan itibaren çok fazla bir şey söylemediğini de belirtmeliyim. Kuru bir bilimcilikle harmanlanan ahlâk eğitiminin zaman içinde kuruyabileceğini düşünüyorum… Ve yine belirtmeliyim ki, pekişmiş bir tarih bilinci ve kültürel bağlarla beslenmeyen bir Türkiye sempatisinin çok uzun ömürlü olmama riskini hesap etmek gerekiyor. Dağınık coğrafyaların insanlarını bir araya getirip ortak bir olgunluğun içinde kaynaştıracak olan şey fizik ya da kimya deneyi değildir. Lakin insan merkezli bir tarih bilinci olabilir.”(s.104)


14 Eylül 2010 Salı

ERZURUM FIKRALARI

        Dergâh Yayınevi’nin Erzurum Kitaplığının 15. eseri olarak yayınlanan bu derlemenin[1] hazırlayanları olarak Mehmet Zeki Kılıç ve Yaşar Atnur’un isimleri zikrediliyor. Eğer yanlış anlamadıysam; Mehmet Zeki Kılıç, kitabı kendisi hazırlamış ve bu çalışmasını yaparken de Yaşar Atnur’un önemli katkılarından dolayı nezaketen bu derlemeye ismini vererek onu ortak etmiştir. Eser; Sunuş, Önsöz, Giriş, Bibliyografya, Kaynakça bölümlerinin dışında iki bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde Fıkra hakkında genel bilgiler ve tarihi süreç içerisinde fıkralar anlatılmaktadır. Birinci Bölümü, fıkranın diğer edebi türler ile münasebetleri, konusuna göre fıkralar, genel fıkralar ve Erzurum fıkralarının tasnif edilmesi gibi konular oluşturur. İkinci Bölümde ise Erzurum’a ait olduğu tespit edilen fıkralardan 330 tanesi bulunmaktadır.

        Kılıç, kendine göre bu fıkraların tasnifini yapmıştır ama - okuyanlar nasıl yorumlar bilmiyorum- bu fıkraları iki kısma ayırarak değerlendiriyorum. Birinci grupta; her bölge ve yörede çeşitli şekillerde yıllardır anlatılarak gelen, Anadolu insanın ilginç karakterini, meslek sahiplerini, kahramanları insan olmayan tipleri canlandıran fıkralar vardır. Birçoğumuzun bu gruptaki fıkraların bir kısmıyla  ‘Erzurum Fıkraları’ dışında da karşılaştığını söyleyebilirim. İkinci grupta ise gerek günümüzde gerek tarihi olarak Erzurum’da yaşamış olan kahramanların yaşadığı, Ermeni azınlıklar ile ilgili, Erzurum ve ilçeleri arasında rekabetten doğan; diğer şehir ve ilçeler arasında da aynı ve farklı şekilde zuhur etmiş fıkralar geniş yer tutar. Hele ismi Erzurum’la özdeşleşmiş olan Naim Hoca, Müezzin Hafız Mehmet Efendi, eski belediye reisi Zakir (Gürbüz) Bey, Edip Hoca, Cinisli Arabacı Kuddüs, Hamal Esat Emi, Kapıcı Sırrı, Estonya Sabri, Hırsız Pertev, Edip Hoca,  Horasanlı Hacı Dayı, Kullebi Turan’ın fıkraları; Teyo Pehlivan’ın yalanlarını keskin bir zekânın emareleri olarak görebiliriz. Fıkralar Erzurum ağzı dikkate alınarak yazılmıştır. Hoşuma giden bu fıkralardan bir demet oluşturdum, bunu aşağıda sunuyorum.

SENE İNANDIM
Şeytan ile Firavun hamama gider. Yıkanırken şeytan bir numara ile hamamdaki suları dondurur. Firavun der ki: “Yav neyetdin? Bu suyi dondurdun.” “Sen mademki ben bütün insanların tanrısıyam diyirsen, eleyse gaynat hamamın sularını.” Firavun kızarak cevap verir:
—Zaten senin sözen inandım Firavun oldum, sennen geldim sıcah hamamda dondum.” (s.58)

ÖLÜLERİNİ YEMEDİLER YA
         Mütareke yıllarında Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum’a gelmiş olan Amerikan heyetine, o zamanın belediye reisi Zakir Bey’in verdiği cevap bugün dahi geçerliliğini koruyor. Zakir Bey, tercümana: “Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar. Ben kısa bir misalle Erzurum’da ekseriyet kimlerde idi, generale anlatayım.” diyerek heyeti, oturdukları evin penceresine götürmüş.
“Bakın”, demiş, “Şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında, yirmide biri kadar, çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman Mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır. Bunlar kendi ölülerini yemediler ya!” (s.61)

DİŞLERİN KARNIMDA
        Konyalı Mutaf Hacı Nuri Küçük iplikçi, her yıl Muharrem ayında, evinde kazanlar kaynatır, yaklaşık yüz elli, iki yüz kişiye aşure ziyafeti verir. Yine böyle bir yıl dönümünde Cıvıloğlu Camii’nin müezzini Erzurumlu Hafız Mehmet Efendi’nin  Yarımşar kiloluk, on tas aşureyi bir göz açıp kapayışında kaşıksız olarak hemen yuttuğunu görenler şaşırırlar.  Çiğnemeden nasıl yutuyorsun, diye sorduklarında şu cevabı verir: 
“Benim dişlerim ağzımda değil karnımda takılı.” (s.64)

YA BİLEMEZLERSE
        Naim Hoca, bir gün kömür alır. Aldığı bu kömürleri eve ulaştıracak olan arabacıya der ki:
“Buni Yoncalık’daki evime götür.”
Arabacı cevap verir:
“Hocam adresin nasil?”
“Oğlum Yoncalığa get,  Naim Hoca dedin mi herkes gösterir.”
“Ya hocam bilemezlerse?”
“Terzi Naim de, o zaman bilirler.”
“Ya hocam gene bilmezlerse”
“De ki kuyumcu Naim herkes tanır, sene evi gösterirler.”
Arabacı tekrar:
“Ya hocam gene bilmezlerse.” deyince.
Naim Hoca’nın sabrı taşar:
“Oğlum, Kavat Naim de, herkes sene evi gösterir.” (s.68)

ÖZEL TARİFE
Cinis’te Kuddüs diye bir arabacı varmış. Köyden Kandilli Nahiyesi’ne elli kuruşa yolcu taşırmış. Cinis’in zenginlerinden Dursun Bey’de bir gün nahiyeye gidecek olur. Üzerinde bozuk para olmadığı için Kuddüs Emi’ye bir lira verir, parasının üstünü beklemeye başlar. Ama Küddüs oralı bile değildir. Bir süre sonra Küddüs, Dursun Bey’e der ki:
“Ne durirsan bey? Bin da, araba gideceh.”
“E Küddüs, paramın üsduni ver de binim.”
“Senin işin tamam bey. Ne parasi?”
“Olur mi Küddüs? Ben sene bir lira verdim ya?”
Küddüs Emmi:
“Bey, der, fakırlar elli kuruş, beyler bi lira”
“Küddüs olur mu beyler bir lira?”
Küddüs, gayet sakin cevap verir:
“Beyler, dağınıh oturur. Onun üçün beylere bi lira.” (s.70)

             İNTİKAM
        Aras Nehri’nin taşıp can ve mal kaybına sebep olması Hacı Dayı’nın canına tak eder. Aras Nehri’nin sâkin olduğu bir zamanda nehrin yanına gider:
“Nasii, coştuğun zaman geçi götürirdin, koyun götürirdin, adam götürirdin! Şimdi üstünden atliyim da namusun lekeliyim mi?” diye bağırır. (s.70)

İT GIRHİRAM
        Tren hattı Erzurum’a gelmeden önce, eski bürokratlardan biri, Trabzon’dan otobüsle Erzurum’a gelirken, otobüs Aşkale’de arızalanır. Yolcular aşağı iner. Bürokrat şoförden arızanın ne kadar süre içinde giderileceğini sorar. Şoför:
“Bir saat buradayız.” der.
Adam bu boşluktan istifade ederek traş olmak üzere bir berber dükkânına girer. Yaşlıca bir berber, bürokratın saçlarını keserken, dükkân komşularından biri, kapıdan başını uzatarak berbere:
“Yusuf Emi, gene ne edirsen? ”der.
Berber:
“Ne edim gurban, ahşama geder ıt gırhiram.” (s.71)

HAMALIN SAATI
        Esat Emi, hamallık yapan biriydi. Son zamanlarında yaşlandığı için pek iş bulamıyordu. Esat Emi, işsiz kaldığı bir gün yine, canı sıkkın bir şekilde yürürken kadının biri tırhıcın arkasından bağırır:
“Hammal Emi Hammal Emi, sahat kaç?”
Esat Emi, hiç istifini bozmadan:
“Sahat kırh” der.
Bu cevabı duyan kadın Esat Emi’ye:
“Torpah başan. Heç sahat da kırh ola?” deyince, Esat Emi:
“B.h yiyenin karısi, hamalda sahat ola” diye cevap verir. (s.73)

ŞEYTAN KANDIRDI
        İhsan Bayoğlu, bir günü Hemşin’e gelir. Hatem Emi’ye der ki:
“Ben içgiyi bırahdım.”
“Ey Ehsan.” der.
Bir müddet sonra gene gelir, der ki:
“Emi!...”
“Ne var?”
“Emi, şeytan geldi. Dedi ki:
— Gel içek. Ben de dedim ki:
 Get ulan seni bele bele ederem.”
Aradan birkaç gün geçer. Bir gün İhsan’ın içki içtiğini duyarlar.
İhsan o gün Hemşin’ e gelir. Hatem Emi, der ki:
—Ehsan, gene içki içmişsen.”
—Valla sorma Emi.”
Geçen gelen, meğer şeytanın oğluymuş. Onu kovdum ama bugün şeytan geldi, gene beni kandırdı.” (s.73)

HUYLU HUYUNDAN VAZGEÇMEZ
        Mahallenin herkese bir kusur bulan, lakap takan, dedikoducu bir Leman Hanım’ı varmış. Leman Hanım, her geline, kıza yakıştırmalarda bulunur, mahalleyi tedirgin edermiş. Bu durumu bilen komşusu hemen Leman Hanım’a gitmiş:
“Aman abla, bah gelinim gelecah. Sakın ona bir ad koyma olur mi?” demiş.
Leman Hanım sakin sakin cevap vermiş:
“Vallah ben bişe demem de, eller at suratlı demesin.”(s. 76)

TEYYO’dan İnciler
        Teyo Pehlivan, kendisinin de katıldığını iddia ettiği Sarıkamış Hereketi ile ilgili bir anısını etrafındakilere anlatır:
“Enver Paşa, işareti verdi, Sarıkamış’a vurduh, cidirih…Nasıl olduysa bi geflet geldi, uyumuşam ben. Bele bi daşın dibinde uyumuş kalmışam. Bi uyandım ki bütün sehsen bin esker getmiş, ben kalmışam tek. O arada kalktım gidim esgere yetişim derken bir ayi çıkti önüme. Ele nasil olduysa kulaklarından dutdum, ayının sırtına bindim. Ayı getdi, ben getdim, ayı getdi, ben getdim, ayı getdi, ben getdim…”
Dinleyenler derler ki:
“Ula Teyo tamam, annadık, ayi getdi sen getdin. Sora ne oldi”
Teyo uyduracak yalan bulamaz, der ki:
“gine ayı getdi, ben getdim, ayı getdi ben getdim.”
“Ula sora ne oldi.”
“Ula ayi beni yedi.”
Dinleyicilerinden biri der ki:
“Ula Teyo, ayi seni yediyse sen nasi yaşıyorsun şimdi?”
Teyo Pehlivan gayet sakin cevap verir:
“Ula uşak, sen de buna yaşamak mı diyirsiz?” (s.86)

KILAY NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
        Teyyip Pehlivan anlatır:
“Sene 1948, altımızda 76 Şevrole. Kıley de yeni yeni parliyır bele, kime vurirsa devirir, yıhir.
Bene Kenedi haber yolladı ki; Kılaya diye bele bir canavar var, Teyo, senin şöhretini geçti. Sinirlendim, bindik Şevroleye gidirik Emerika’ ya:
O arada dinleyenlerden biri der ki:
“Peki okyanusu nasıl geçdiz.” Teye Pehlivan:
“Ula oğlum oranın alt köşesini dolandık.
Derken havalandık uçakla. Bi bakdım Emerika sokaklarda…Altdan yukarı bağırirler:
<!--[if !supportLists]-->-                     <!--[endif]-->Tey-yo, Tey-yo!” Tezahürat yapirler. Derken Kılay’nen maç  yapma saati geldi. Ula, itn oğlit dönir dönir bene bele vurir, işde ele vurir. Ele yaradana sığındım, buna bi tene Hude-yi sille vurdum, yıhıldi. Ayağımı bastım gögsüne.
“Ula, dedim, it oğlit eşedini getir, yoksa ölümün bu yüzdendir.
Kılay, eşedini getirdi de Müslüman oldi.”(s.87)

ÜNÜMÜ DUYMUŞSUNDUR
Pertev diye bir hırsız varmış, tavuk çalar. Bunu şikayet ederler:
“Elbiselerimizi çalıyor”diye. Pertev’ de kendini savunur, hakime der ki:
“Hakim Bey, benim ünümü duymuşsundur. Ben tavuktan başka bir şey çalmam.” (s.88)

PADİŞAH BU DÜNYAYA KARIŞIR
        Padişah içkiyi yasak edince Bektaşi de içkisini almış, mezarlığa gitmiş, başlamış demlenmeye. Mezarlığın yanından geçen biri:
“Yav, bah Padişah içgiyi yasah etmedi mi, niye içirsen?” deyince Bektaşi:
“O bu dünyaya garışır, öbür dünyaya garışamaz.” demiş. (s.97)

SÜNNET DİYİM DE…
Bir tane hoca varmış, nereye gitse önüne koyulan her şeyi yer, içer, siler süpürürmüş. Yine bir eve misafir gider. Hocaya güzel bir sofra kurulur. Hoca da önüne gelen her yemeği “sünnetdir” diyerek silip süpürür. Yemekten sonra abdest almak için ayağa kalkar, evin çocuğuna: “Gel bene su tök.” Der:
Çocuk, suyu dökerken Hoca:
“Yavrum senin adın ne?”diye sorar.
Çocuk heyecanla:
“Farz Farz!..” diye bağırınca:
O ne demek yavrum, o ne biçim isim” diyen hocaya çocuk der ki:
“Hemi, sünnet diyim ki beni de yiyesen.” (s.100)

DİNİNİZİN GIYMETİNİ BÜLÜN
        Erzurum’da Ramazan ayında lokantalar, pastaneler, kahvehaneler kapatılır. Turistin biri lokanta bulamadığı için, bir yerlerden bulup, buluşturduğu simiti yolda yerken, iftarı beklemeye tahammülü kalmayan yaşlı bir dadaş, turistin omzuna vurarak der ki:
“Dinizin gıymetini bülün, dinizi gıymetini bülün. Bahın Müslümanlar ne çekir?” (s. 120)

ERZURUMLUNUN SİMİT SATMASI
        Bir köylü İstanbul’da simit satmaya başlar. Bu mesleğe yeni başlamış olan köylü ertesi gün sattığı şeyin adını unutur. Çaresiz  başlar bağırmaya.
“Deliyhli Eymek, deliyhli ekmek!” (s.140)

MİSAFİRE HÜRMET
        Adamın biri köyde tanıdığına misafir olur. Ev sahibi akşam yemeğinden sonra bir kalbur içinde misafire yıldız kökü (yer elması) ikram eder.
Misafir:
“Ne zahmet edirsen, buna lüzüm yohdi.” der.
Köylü:
“Ye beyim ye, bunun zehmeti mi olur, farz et ki müsirliğe tökmüşem inekler yiyir…” (s.147)

BU YAŞTAN SONRA
        Şenkaya’da çocuklar yaşlı adamın şapkasını kaçırıp caminin avlusuna atmışlar. Yaşlı adam sinirlenerek çocuklara bağırmış:
“Hıı.., getirin ula şapkami, yetmişinden sonra beni orya sohmayın!”(s.148)

HAMAM BÖCEKLERİ
        Şenkayalı hamama gider, hamam böceklerini görünce sinirlenir. Kendi kendisine:
“Nedir bınlar? Yarabbi neye yarar bu pislikler annamiyram ki?” der.
Aradan bir zaman geçer, adam hastalanır. Bir türlü hastalığının çaresi bulunamaz. Sonunda köy hekimi bir çare bulur. Çare; bir kilo hamam böceğini ezerek yemektir. Adam bu teklife uyar ve nihayet sıhhatine kavuşur. Bir kış günü arkadaşıyla yürürken arkadaşı:
“Hey Allahım hele bunca kar kıyamet, hele bahki ambu kari neye yaratti.” der demez. Hemen arkadaşı ağzını kapatarak:
“Ula sus! Ben bir defa işine karıştım hamam böceklerini hep bene yedirdi. Anam avradım olsun duyarsa bu karlari hep sene  yedirir.” (s.149)

TORTUMLUNUN YAKARIŞI
Tortumlunun biri mahkemede sorguya çekilir. Suçlu olduğu için hakime şöyle yalvarır:
“Hakim beg, merhamet et! Bah sen boz bir katır, ben ise kuyruğun altında sıhışmış bir sinegem. Sıharsan ölürem, goyverirsen gurtuluram.” (s.149)

ÖKSÜZ EŞEĞİN SONU
        Üç Tortumlu yolda giderken uzaktan eşkiyalar görünür. Arkadaşlardan biri ağaca tırmanır, biri suya atlar, biri de eşeğin altına saklanır. Eşkiyalar az sonra gelir. Adamların bu durumuna şaşırarak ağaçtakine sorar:
“Sen orda neydirsen?”
“Ben bu ağacın guşiyam.”
Sudaki adama sorarlar:
“Sen ney yapirsan burda?”
“Ben bu suyun paluğiyam.”
Onu da geçiştiren eşkiyalar eşeğin altındaki adama sorarlar:
“Ben bu eşeğin sıpasıyam.”
Eşkiyalar demiş ki:
“Ola, bu eşek erkek be!”
Adam cevap verir:
“doğridur. Anam öldi babamnan gezirem.” (s.152)

DEĞERLENDİRME

        Erzurum ve Türk insanın sezgisinin, acizliğinin, sinsiliğinin, saflığının, kurnazlığının, hazırcevaplılığının, feleğe isyanının, muzipliğinin, hayat içinde söylenmeyen gerçeklere vurgu yapmasının, şakacı yönünün, çaresizliğinin, yalanlarının, zekâsının, pragmatikliğinin neredeyse her satırına yansıdığı bu fıkraları, okurken yer yer kahkaha atarak, yer yer düşünerek yer yer hüzünlenerek okuyacağınızı tahmin ediyorum. Özellikle kültürümüzün hammaddesi sayılabilen bu fıkraları, üniversitelerin akademisyenleri kürsülerde, gerek ilköğretim gerek orta öğretimdeki öğretmenler okullarda tahtada, gazeteciler sütunlarında, yazarlar yazdığı eserlerinde işleyerek hazır mamule dönüştürülmesi gerekir. İnsanlarımızın bu mamulleri kullanması gerektiğini düşünüyorum.  Özellikle de Erzurumluları tanımak isteyenler için bu derlemenin güzel bir kaynak olduğunu söyleyebilirim.

        (Erzurum Gazetesi, 14 Eylül 2010)

  [1]  M. Zeki Kılıç-Yaşar Atnur, Erzurum Fıkraları, 195 sayfa, II. Baskı, 2006, İstanbul, Dergâh Yayınları, www.dergahyayinlari.com                          

1 Eylül 2010 Çarşamba

DEVRİN BAZI MHP’Lİ VE ÜLKÜCÜLERİNİN ANILARINDA 12 EYLUL ÖNCESİ VE SONRASI

20. yüzyıla damgasını vuran Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, çok sayıdaki ülkenin kaderini doğrudan etkilemiştir. Bu savaşlar dünya savaşlar tarihinde hem önemi hem de acımasız yüzüyle yerini almıştır. Dünya siyasî arenasında dengeler alt-üst olmuş, birçok ülke tarih sahnesinden silinmiş, birçok ülkenin haritasında ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığın yaşadığı tahribat ve trajedi insanları daha fazla düşündürmeye sevk etmiştir. Ve bu sonuç az da olsa meyvelerini vermiştir. Savaşların sayısını ve hızını azaltmaya ve yavaşlatmaya yönelik Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi kuruluşlar kurulmuştur. Dünya siyasetine iki aktif oyuncu ABD ve SSCB yön vermeye başlamış, siyaset bilimine “Soğuk Savaş Dönemi” olarak geçen bu dönemde dünya iki kutba ayrılmıştır. SSCB ve ABD’nin oluşturduğu dünya görüşleri; siyasi, ekonomik ve teknolojik güç; ülkelerin iç ve dış siyasetini etkilemiştir.

Soğuk Savaş Dönemini en şiddetli yaşayan ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Türkiye ile Rusya’nın son üç yüz yıldır yaptığı onlarca savaş ortada iken, SSCB’nin yeni rejimini hareket alanındaki bütün ülkelere yaymaya çalıştığı, bitişik komşusu Türkiye’den alenen Boğazlar, Kars ve Ardahan’ı altın tepside istediği bir dönemde Türkiye’nin başının ağrımaması mümkün mü? Soğuk Savaşı her an ensesinde hisseden Türkiye, gelişmelerden çok etkilenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî yaşamının en önemli kilometre taşını kuşkusuz 12 Eylül darbesi oluşturmaktadır. 12 Eylül’e giden süreç ve sonrası ülkeye, ülke insanına getirdiği ve ondan götürdüğüyle derinlemesine masaya yatırılmamıştır. Meselenin abartıldığı düşünülebilir fakat, aradan 30 yıl geçmesine rağmen neredeyse her fikir akımının her partinin her toplumsal sınıfın farklı bir 12 Eylül zihniyeti algılaması vardır. Kamuoyunda daha çok söz sahibi olanların, gazetelerde ve televizyonlarda köşe başlarını tutmuş gazeteci ve yazarların bakış açısına göre 12 Eylül öncesi ve sonrası topluma verilmeye, anlatılmaya çalışılıyor. Acaba çoğunluğunu 68 kuşağı solcuların oluşturduğu bu insanların anlattıklarının ne kadarı yanlış, ne kadarı yalan, ne kadarı duygusal, her şeyden daha önemlisi de ne kadarı doğru ve objektif? Bu dönemin sağlıklı olarak inceleme, değerlendirme ve yorumlanmasının yapılması için 12 Eylül’ün en büyük mağdurlarından ülkücülerin de sözlerine, düşüncelerine kulak verilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde hakikatin bir veya birçok parçası eksik kalmış olacaktır.

 Bu dönemde sağda ve solda mücadele eden, gençlik yıllarını toplumsal sorunlara kafa yorarak geçiren, neredeyse hayatlarını bitiren idealist insanların bazıları, geçmişini ve siyasî fikrini sorgulama ihtiyacı duymuştur. Bahse konu olan tefekkür birçok hatıra, günlük, araştırma kitabını doğurmuştur. Bu eserlerin çoğunluğunun solculara ait olduğunu ama son yıllarda Türk milliyetçisi ve ülkücü aydınların konuyla ilgili eserlerinde artış olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yazıda Ülkücü Hareket’te muhtelif konumlarda yer almış akademisyen Turan Güven’in “İnsan Gelecekte Yaşar”, siyasetçi Yaşar Okuyan’ın ”O Yıllar”  tutuklu ve mâhkum Oğuzhan Cengiz’in “Kapıaltı” ve  “Yanıkkale” isimli günlüklerini incelemeye çalışacağım. Bu eserlerden yola çıkarak genellemeler yapmak çok sağlıklı olmayabilir. Ama milliyetçi camia içerisinde farklı konumlarda bulunmuş bu yazarlar, bizi bazı sonuçlara ulaştırabilir.

İNSAN GELECEKTE YAŞAR[1] 

Prof. Turan Güven, eserin hangi kategoriye gireceğini ve ne amaçla yazıldığını Önsöz’de şöyle anlatır: “Kitapta küçük bir hayat hikâyesi, hatırat, felsefe, psikoloji ve temiz bir aşk var; ama hiçbiri tek başına değil… Beşinin karışımı ve birbiri içine girmesiyle ortaya bu mütevazı kitap çıktı. Çok iddialı değilim; ama hayatımın bir ülkücü tiplemesine vurgu yaptığını düşünüyorum. Çünkü bu camiada, benim hayatımın benzerini yaşamış on binlerce insan var. Karşılaştığı küçük ve basit engellerle dünyası yıkılan gençlerin bu kitaptan alacağı dersler olacaktır…”(s.17) Eser, Güven’in çocukluğundan, akademisyenlik hayatına başladığı zamana kadarki dönemi kapsar. Yazarın yolu Ülkücü Hareket’le Ankara’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda okurken kesişir. 68 Kuşağının ülkücü önderlerinden olan Güven, Ankara Ülkü Ocakları Birliği’nin kurucularından olup, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı, Üniversite, Akademi ve Yüksek Okul Asistanları Derneği’nin Genel Başkanlığı, Ülkücü Öğretmenler ve Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Kendisini ülkücü olmaya iten saikler, solun üniversitedeki boykotları, solla olan mücadeleleri, heyecanları, kavgaları, hayal kırıklıkları, başarı ve başarısızlıkları, MHP, Alparslan Türkeş ve Ülkücülük ve milliyetçilikle ilgili ilginç tespitleri kitabın omurgasını oluşmaktadır.

Yazar, kitapta toplumsal olaylardan, siyasi mücadelelerden bahsederken, yaşadığı saf ve tertemiz aşk özelde kendisinin ama genelde bir neslin hikâyesidir. Ancak herkes yazar kadar şanslı değildir. Bu aşk ne kadar sancılı olsa da vuslatla sonuçlanması, birbirine hâlâ aşık olmaları, günümüzün karmaşıklığı içinde okuyucuların yüreğine su serpmektedir.

 Ülkücülerin çoğunluğunun taşra kökenli ve ekonomik durumu zayıf ailelerin çocukları olduğu bu kitapta da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Güven, 1967’de Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na ilk geldiğinde, yurtta yemeklerdeki kullanılan sığır etini görünce şaşırır ve “Dana eti yenir mi?” diye sorar. Aslında çatışmanın sebeplerinin başında da bunun yattığını söyler yazar; solun içerisinde de fakir-fukara çocukları olmakla birlikte işçi ve emekçi olmayan, tuzu kuru birçok insanın olduğunu belirtir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinden kalkıp okumaya gelen bu ülkücülerin solun ideolojik yaklaşımıyla rahatsız edilmesi, zamanla kendilerine doğrudan tacizin gelmesi; okullara alınmama vb. etkenlerle nefsi müdafaaya başladıklarını vurgular. 68 Kuşağı’na mensup solcuların yazdığı birçok eserde, kendilerinin de nefsi müdafaaya başladıklarını vurgular. Güven, solun örgütlenmesinin 5-10 yıl daha erken yapıldığını, Fransa’da 1968’in mayısında çıkan öğrenci olaylarının onlarca ülkeye sıçraması ve birkaç ay sonra da Türkiye’ye sıçraması sonucunda ülkede öğrenci olaylarının tırmanmaya başladığını belirtir. MHP ve Ülkü Ocakları’nın mücadeleye başladığı tarihi göz önünde alındığında Güven’in tespitinin doğruluğu dikkat çekmektedir.

1967’de okullarda ayrışmanın, ideolojik kamplaşmanın bu boyutta olmadığını belirtir yazar. Kitapta hatıralarıyla örtüşen birçok fotoğraf kullanılmıştır. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun hazırlık bölümünde okurken(1967) arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğraf bulunmaktadır. Fotoğrafın altında arkadaşlarını teker teker isimlerini yazarken çok önemli bir ayrıntıyı bizlere vurgular: “Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’nde okurken henüz iki kampa ayrılıp vuruşmaya başlamadığımız dönemde arkadaşlarla mutlu bir anımız… Ertan Önal (Bir yıl sonra beni öldürmek için can düşmanım haline gelecek)”(s.176) Yazar bahsettiği bu arkadaşının daha sonra elinde bomba ile binalarının damına çıkarak kendisini tehdit ettikten sonra bombanın elinde patlaması sonucu kolunu kaybettiğini söyler.(s.220)

Yazar, Lenin’in kalpaklı fotoğraflarının okul kantinlerine asılmaya başladığı dönemlerde, Dekanlığın kıyıda köşede kalmış bir panosuna esir Türklerin uğradığı zulüm ve işkenceleri belgeleyen bazı resimler astıklarını, panoda bunların sadece yarım saat kaldığını, komünistlerce paramparça edildiğini söyler. Fen Fakültesinin kantinine okul hayatı boyunca sadece iki kez girebildiğini belirtir. Daha sonraki dönemlerde de okul solcu öğrenciler tarafından işgal edilecektir. Okuma haklarının ellerinden alınmasına karşı haklarını savunmak için Cumhurbaşkanı, Emniyet Müdürü, Rektör ve Dekan başta olmak üzere çalmadık kapı bırakmadıklarını belirtir.(s.380) Devlet otoritesinin ciddi anlamda zaafa uğradığını, kamu düzenini tesis etmesi gereken devletin kurum ve kuruluşlarının tatile çıktığını söylerken durumun vahametini şu cümlelerle anlatmaya çalışır: “Ülkede bir siyasal otorite boşluğu vardı. Sanki devlet sokaklardan ve üniversitelerden silinmiş gibiydi; sağır bir devlet vardı karşımızda; ne komünizmin ayak seslerini, ne de mazlumların göğe yükselen feryatlarını duyabiliyordu… Devlet, gözünün önünde olup bitenlere sessiz kalıyor ve bir kenarda bizim yok oluşumuzu seyrediyordu.”(s.298)

Basın ve TRT’nin kendilerinin mağduriyetine sahip çıkmak bir yana ülkücüleri halka “öcü” gibi gösterdiğini, bol bol fişleme yaptığını ifade eder. Üniversitelerde devlet otoritesinin bitmesine, üniversitedeki bazı etkili solcu ve sola sempati duyan öğretim üyelerinin çanak tuttuklarını belirtir. Her geçen gün olayların daha büyüdüğünü ve çatışmanın farklı bir boyut aldığını Turan Bey şöyle ifade eder: “Etrafın toz duman olduğu bir zamanda vuruşan taraflardan biriydik. Tabiri caizse taş devrini, demir devrini ve delikli demir devrini hızlı bir şekilde yaşadık. Önce taşlar ve sopalarla, sonra demir çubuklarla, en son aşamada da silahlar ve bombalarla birbirimize girdik…”(s.13) Kişiliği gereği, canı yanmadan kimsenin canını yakmadığını, kimseye sistemli ve bilinçli bir düşmanlık yapmadığını anlatır. (s.221)

Yazarın birçok kez tutuklanıp, nezarette ve cezaevinde kaldığını, ölümü her an enselerinde hissettiklerini yazdıklarından anlıyoruz. Sol kaynaklara göre sağcılar, 12 Mart Muhtırası ve devamında hiçbir sıkıntı yaşamamış, balyozu sadece sol yemiştir. Güven’in eserine göre Ülkücüler, 12 Eylül’deki kadar ezilmediklerini ama bu dönemde sol daha fazla hırpalanmıştır. Bunu söylerken özellikle de sol adına en çok sesi çıkan yer altı solunun kamu otoritesini yıpratmak ve yıkmaya yönelik vebalinin göz ardı edilmemesi gerekir.

Yazar, solun daha doğrusu komünistlerin Türkiye’ye Rus ve Çin gözlüğüyle baktıklarını, yerli olmadıklarını; Ülkücülerin ise yerli ve milli olmakla birlikte güncel olmadığını; komünistlerin ise yerli ve milli olmamakla birlikte güncel olduğunu ifade eder. Güven, bu eserinde gençliğini ve fikir yolculuğunu ciddi bir şekilde sorgulamaktadır. Ülkücülerin kuzeyden Türkiye’ye karşı komünizmin gelmemesi için büyük sivil mücadele verdiğini ama Amerikan emperyalizmine karşı çok ciddi çıkışlarının olmadığını belirtir. Ülkede Amerikancı ve Anti-Amerikancı bir geleneğin olduğunu ama milliyetçiler olarak Amerika aleyhinde bir şeyler söylenmediğini, söylendiği takdirde NATO’nun varlığı tehlikeye düşer, bu da Rusya’nın işine gelir gibi bir mantığın kendilerinde hâkim olduğunu, açıktan açığa hiç kimsenin Amerikancıyım, demediğini belirtirken hiçbir fikir akımının “Ne Amerika Ne Rusya, Bağımsız Türkiye” sloganını kullanmadığını ifade eder.(s.214) Oysaki bu sloganın çok benzer versiyonu olan “Ne Amerika Ne Rusya Her şey Türk İçin, Türkiye İçin” sloganını, Ülkücülerin yetmişlerin ortalarından itibaren söylediğini unutmamak gerekir.

O YILLAR[2] 

İkinci olarak Yaşar Okuyan’ın geçtiğimiz aylarda yayımlanan “O Yıllar” kitabını ele alacağız. Birçok partide faal olarak görev yapan, 2 dönem milletvekilliği, bir dönem bakanlık yapan Okuyan, şüphesiz en renkli, en sıkıntılı ve en heyecanlı günlerini MHP çatısı altında yaşamıştır. Babadan CHP’li bir evde dünyaya gelen Okuyan, dedesi ve dayısının Türkeş ile yakın dostluğu sayesinde Ülkücü Hareket ile çok erken yaşlarda tanışmış; 1971’de 21 yaşındayken partinin Genel İdare Kurulu’na girmiştir. 1977’den 12 Eylül 1980’e kadar MHP Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapan Okuyan, Darbede MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasından idamdan yargılanan kişilerin arasındadır. Mamak Cezaevi ve Dil Okulu’nda tutuklu kalmıştır.

Okuyan’ın hatıraları gerek Türkeş ile olan yakın ilişkileri, gerek 68–80 arasında partideki faal görevinden dolayı, ihtilalın MHP’nin yöneticilerine etkisini anlama açısından Okuyan’ın hatıraları önem arz etmektedir. Kitap üç bölüme ayrılabilir. İlk bölüm Alparslan Türkeş ve ülkücü hareketle tanıştığı günlerden cezaevi günlerinden sonraki döneme kadar olan olayları kapsar. İkinci bölümde cezaevinden bir yakın akrabasına yazmış olduğu (40) mektuplar yer almaktadır. Üçüncü bölüm ise muhtelif belgelerden oluşmaktadır. Bunların bir kısmı kendisiyle ilgili, bir kısmı da o dönemle ilgili belgelerdir. İhtilal sonrası Genelkurmay Başkanlığı’nca hazırlanan  ”12 Eylül 1980 Sonrası Tedbirleri ve Türkiye’mizin Yakın Geleceği Üzerine Bir Rapor Denemesi” isimli çalışmayı irdeleyerek 12 Eylül’ü sorgulamaya çalışmıştır.

MHP, ülkücüler ve Alparslan Türkeş hakkında yapılan çalışmalarda karşılaşılmayan veya üzerinde durulmayan bazı konulara Okuyan’ın eseri açıklık getirmiştir. Örneğin bazı ülkücü ve MHP’lilerin Menzil tarikatıyla bağlarının ihtilal sonrası döneme tekabül ettiği bilinir. Yazar, kitapta bu konuda Türkeş ve bazı parti yöneticilerinin karışık tavrını dile getirir. (s.143–4)  Türkeş’in Musevi cemaatinin ileri gelenleriyle sık sık bir araya geldiğini, gerek demeçlerinde gerekse kendinin dilinden hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni ve Yahudiler hakkında düşmanlık ve infial ima eden bir cümleyi duymadığını belirtir.[3] 77 Seçimlerinde partiye yardım eden işadamlarının isim ve yardım miktarları açıklanmış, bunların arasında Üzeyir Garih gibilerin de yer aldığı görülmüştür(s.66) Bilindiği üzere CKMP’nin MHP adını aldığı Adana kongresinde(1969) sadece parti adı değişmekle kalmayıp, partiye yön veren ideolojik renk ve doz da değişmiştir. Bu kongreden sonra emekli askerlerin önemli bir kısmı ve aşırı Türkçü grup partiden ayrılmıştır. İstanbul’dan Adana’daki kongreye gelen kişilerin arasında Okuyan da vardır. Türkçü grup ile sopalı ciddi kavgaların hem kongre salonunda hem de İstanbul’a gidene kadar yapıldığını söyler. Olayların sadece küçük bir tasfiye olmadığını, kavgaların ve mücadelenin ciddi boyutlara ulaştığını belirtir.

Yazar, birtakım ajanların partiye sızdığını bunları deşifre etmek için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini belirtir. Bazı gazete ve dergilerin kendisi gibi birçok arkadaşını hedef gösterdiğini, kendisine yönelik tehditlerin artması sonucu emniyetin kendisine koruma polisi verdiğini söyler. İdeolojik kavganın hangi boyutlara ulaştığıyla ilgili küçük bir örnek verir. Solcu kardeşi Arif ile uzun yıllar konuşmadığını, kardeşinin soyadını değiştirdiğini, babaları öldükten sonra ve Berlin Duvarının yıkılmasına yakın barıştıklarını açıklar.(s.149)

1980 öncesi siyasi cepheleşmenin, siyasetteki tıkanıklığın had safhada olduğu dönemde diyalog kapılarının açılmasına yönelik birtakım teşebbüsler olmuştur. Bunlardan birisini de kitaptan öğreniyoruz. Okuyan, Türkeş ve Ecevit’i bayram ziyaretinde bir araya getirip basın aracılığıyla birtakım mesajlar vermek düşüncesiyle önerisini MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak ile zamanın CHP’li Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’a açar. Türkeş, Dalokay ve Sazak buna olumlu bakar, Ecevit’e haber gönderilir, ama Ecevit “Bu bizi sıkıntıya sokar. Ben bunu örgüte anlatamam.” der. (s.76)

Okuyan, İhtilal sonrası “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda” idam ile yargılanır. Bu süre zarfındaki cezaevi günleri kitabın ilgi çekici bölümlerini oluşturmaktadır. Özellikle de Mamak Askeri Cezaevi’nde ülkücülere yapılan işkencelerden Okuyan da nasibini alır. 8 yaşındaki çocuğunun ve eşinin karşısında zorla İstiklal Marşı ve Andımız okumaktan tutun da tuvaletleri 29 gün boyunca sırf başka malzeme olmaksızın elleriyle temizlemelerine kadar; her türlü hakaret, küfür ve manevi işkenceden bahseder. Ülkücülerin yaşadığı derin hayal kırıklığını Okuyan da yaşar. Yakın akrabasına göndermiş olduğu mektuplarda cezaevindeki günlük ve rutin olaylar, ihtilalın Ülkücü ve MHP’lilere acımasız tavrı geniş yer tutar. “Görüldü” onayından geçen mektuplarda bütün ayrıntılarıyla olmasa da cezaevindeki olumsuz ve hukuk dışı uygulamalardan bahseder. Bu arada kendilerinin idamdan yargılanmasına rağmen idam edilmeyeceklerine dair inancını hep koruduğunu söyler.

Yanıkkale’nin yazarı Oğuzhan Cengiz, milliyetçi-muhafazakâr çizgideki bir babanın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Soğuk Savaş yıllarının gençleri öğüttüğü ölüm değirmenlerinin yaşandığı 68–80 yılları arasında ülkücü olarak çatışmaların ortasında kendini bulur. Ülkücü kimliğiyle birçok olaya karıştığı için cezaevine konulur. Cezaevinden bir süre sonra birkaç arkadaşıyla birlikte firar eder, yaklaşık olarak 20 ay kaçak gezer. Daha sonra, ihtilalden birkaç ay önce babasının da isteğiyle teslim olur. İstanbul, Edirne ve Malatya cezaevinde toplam 11 yıl yatar. Cezaevi sonrası yarım kalan yaşamına kaldığı yerden devam eder. Önce askerliğini yapar, sonra evlenir. Ticaret ile meşgul olur. 1997–2000 yılları arasında MHP İstanbul İl yönetiminde bulunur. Bugün yayıncı ve yazar olarak çalışmalarına devam etmektedir. Cengiz, cezaevi yıllarında günlük tutan nadir ülkücülerdendir. Cezaevi yöneticileri günlüklerin bir kısmına el koyar; kurtarabildiklerini “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” isminde birkaç yıl kadar önce yayımlar. 

YANIKKALE[4] 

Cengiz’in günü gününe tuttuğu günlükler 1 Ocak 1982’den Edirne Cezaevi’nden ayrıldığı 2 Haziran 1982 gününe kadar devam eder. Halkın Edirne Kapalı Cezaevi’ne yürekleri yakan anlamındaki “Yanıkkale” ismini kitabına başlık olarak koyar. Bu kitapta topladığı günlüklerin daha çok deneme tadında olduğunu söyleyebiliriz. Mahkûmun zihin dünyasını oluşturan “cezaevi, siyasî mahkûm, af, özgürlük, sayım, volta, ziyaretçi, mektup” gibi kavramlar üzerindeki duygu ve düşüncelerini anlatır. Örneğin ziyaretçisi gelmeyen mahkûmun oldukça gergin ve öfkelidir. Kendisi de ziyaretçisi çok az gelenler sınıfında olduğu için ziyaret saatlerini özellikle uyumaya ayırır.

Yazar, cezaevindeki günlerini kitap, dergi ve gazete okuyarak, günlüğünü yazarak, ibadetin bir parçası olan Kuran-ı Kerim okuyarak geçirir, kendisini yenilemeye, geliştirmeye çalışır. Bu durumunu aksiyon adamı olmaktan fikir adamı olmaya yöneliş olarak yorumlar. Okuma ve yazma, beraberinde düşünme eyleminde aktif olmayı sağlar. Özellikle dünya görüşü ve gelişen olaylar çerçevesinde, o dönem hakkında ilgi çekici tahliller yapar: “Türkiye, bu yıllarda bir ateş çemberinden geçti. Toz, duman ve kan içinde savrulup giden bir nesil vardı. Ülkemin kara göklerine bakarak, zaman zaman gözyaşı döken, zaman zaman mermiler kusan bir nesil. Nasıl bir çaresizlik içine düşülmüştü ki, ölüm çare oluyordu bazen, yok etmek çare, yok olmak çare oluyordu. Zor ve acımasız günleriydi ülkemin. Herkes, herkes kadar haklı; herkes, herkes kadar haksızdı. Suçlu ve suçsuz kavramlarına inanmıyorum. O günün şartları içinde, olayları yaşamaktan, takip etmeye zamanımız kalmıyordu. Ne için ve kim için ölüyorduk, öldürüyorduk? Bu sorunun cevabını kendi şahsım adına biliyorum, ama bilmeyerek ölen ve öldüren yüzlercesini tanıdım. Sadece macera ve hareketin olduğu yere akan yüzlerce insan… Onlar için ideal, ülkü, ufuk gibi kavramlar yoktu. Öncelikle mensubiyet duygusunu yaşayarak, kendilerini bir yere mal ederek var olmanın yollarını arayan bir sürü insanın siyasi aksiyon içine katılması seviyeyi müthiş düşürdü. İdeolojik militarizm, şahsî inisiyatifin eline geçmeye başladı. İhtiraslar, hesaplar karıştı işin içine. Kıyım işte bu noktada başladı ve hiçbir kabahati, günahı olmayan masumların canı yandı.”(s.132) Edirne Cezaevi’ndeki günlüklere göre siyasî mahkûmlar yetkililer tarafından herhangi fiziksel işkenceye tabi tutulmamakta; koğuşlarda farklı görüşlerdeki mahkûmlar karışık bir şekilde bulunmamaktadır. Cezaevinde özellikle kışın ısınma ile ilgili sorunlar dikkat çekmektedir.

KAPIALTI[5] 

            Kapıaltı, Oğuzhan Cengiz’in Edirne Cezaevi’nden ayrılarak Malatya Cezaevi’ne ulaşmasıyla başlayıp 11 Aralık 1986 tarihinde sona eren günlüklerinden oluşmaktadır. 83–84 yıllarında tutulan güncelerde tarih sadece yıl olarak yazılmış gün ve ayın tarihi belirtilmemiştir. Yazarın Malatya Cezaevi günleri Edirne Cezaevi’ndeki günlerine göre daha sancılı, zorlu geçmektedir. Özellikle Edirne’den gelmeleriyle birlikte işkence de başlamaktadır. Her ne kadar ülkücülerin ihtilal sonraki günlerdeki “Mamak” işkencehanesi kadar olmazsa da yaşanılanlar korkunç düzeydedir. Karıştır-barıştır politikasının yansıması olarak farklı görüşteki mahkûmları aynı koğuşa konulur. Bundan dolayı da kavgalar sıradan hale gelmektedir. Misal olarak bazen kavga yapmamaları için yemekte kullanılan çatal, kaşık, bardak, sürahi ve benzeri eşyalar dahi ellerinden alınır, yemekler kaşıksız, çatalsız yenir. İlk birkaç yıldan sonra işkence azalır, koğuşlarda bulunan farklı görüştekiler ayrıştırılır. Cezaevindeki kavgalar sadece karşıt görüştekiler arasında olmaz. En yakın arkadaşlar ve dava arkadaşları arasında dahi olur. Günlüklerin ilk yıllarda azlığına karşılık, şartların iyileşmesiyle düzenli olarak tutulması dikkat çeker. Kapıaltı günlükleri ile Yanıkkale günlüklerini karşılaştırdığımızda Malatya’daki güncelerde daha çok gündem ile ilgili haberler, okunan gazete, dergi ve kitaplar daha fazla yer tutar. Yazar, hoşuna giden, ilgisini çeken eser ve şiirler hakkında günlüğüne kayıt düşer. Fahir Armaoğlu’nun “20. Yüzyıl Dünya Siyasi Tarihi”nden, İbn-i Haldun’un “Mukaddime” sine; George Orwel’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ünden, Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne; Cemil Meriç’in “Mağaradikiler”inden, Yavuz Sultan Selim’in ”Divanı”na kadar birbirinden farklı kallavi birçok kitap okuduğunu günlüklerden çıkarıyoruz. Cengiz, bunun dışında cezaevine düşmeden önceki günlerinden ve firar günlerinden de zaman zaman bahsetmektedir.

DEĞERLENDİRME

‘Neden Turan Güven, Yaşar Okuyan, Oğuzhan Cengiz? Neden bu kişilerin eserleri örneklem seçildi?’ soruları akla gelebilir. Bu alanda ve anlamda ülkücülerin yazılı edebiyatının çok zengin olmadığı ve dar alanda tercih yapıldığı göz önünde bulundurulmalıdır. 12 Eylül’e giden sürecin tahlili için Turan Güven’in “İnsan Gelecekte Yaşar”, Yaşar Okuyan’ın “O Yıllar”, isimli hatıra kitapları ön plana çıkmaktadır. 12 Eylül sonrası yaşanılanlarla ilgili de Oğuzhan Cengiz’in “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” günlükleriyle Okuyan’ın “O Yıllar” kitabı tercih edilmiştir. Oğuzhan Cengiz’in eseri günlüklerinden, Okuyan’ın “O Yıllar” kitabının önemli bir kısmı ihtilal sonrası bir yakın akrabasına yazmış olduğu mektuplar ve muhtelif belgelerden oluşmuştur. Sıcağı sıcağına yazıldığı için bu eserler o dönemin fotoğrafını daha canlı yansıtmaktadır. 1980 öncesi MHP çizgisinde politika yapan bu kişilerin 80 sonrası da aktif politikada, partileri farklılık arz etse de, –bazılarının aktif politika hayatı kısa sürse de- olması ve kendilerini hâlâ ülkücü, milliyetçi olarak görmesi Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül özel dosyasına uygun düşmüştür. Oğuzhan Cengiz’in yayıncı ve yazarlığı, Turan Güven’in akademisyenliği ve Yaşar Okuyan’ın aktif politikacı kimliği çeşitlilik arz ettiği için seçilmiştir.

Bahse konu olan 3 yazarın 4 kitabı hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmaya çalıştık. Ülkücü ve milliyetçilerin kendilerini ifade etmeye yönelik yazılı metinlerinin cılız olduğunu söylemiştik. Bu eserler bu bakımdan önemlidir. Kendilerini kavganın içinde bulan Türk milliyetçilerinin hangi şartlarda kavgaya girdiklerini, yaşadıkları mağduriyetin rengi ve tonlarını, baba bildikleri devletten özellikle de 12 Eylül’de yedikleri tokatların etkisini, ciddi fikri sorgulamalarını, birçok sorunun cevabını, her şeye rağmen bu eserlerde bulmak mümkündür.

(Türk Yurdu dergisi, Sayı:277, Eylül 2010 sayısı)










[1] Turan Güven, İnsan Gelecekte Yaşar, 444 sayfa, 2006,  İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[2] Yaşar Okuyan, O Yıllar: 12 Eylül’den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, 390 sayfa, 3. baskı,2010, İstanbul, Doğan Kitap
[3] Ermeni Gazeteci ve yazar Levon Panos Dabağyan’ın CKMP ve MHP’de bilfiil siyaset yapmıştır. Alparslan Türkeş ve MHP’nin azınlık vatandaşlarına bakışıyla ilgili Dabağyan’ın kitabına bakılabilir. (L. Panos Dabağyan, Başbuğ Türkeş ve Milliyetçilik: Siyasi Düşüncelerim ve Düşüncelerim, 2009, İstanbul, Yedirenk Yayınları)  
[4] Oğuzhan Cengiz, Yanıkkale, 207 sayfa, 4. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[5] Oğuzhan Cengiz, Kapıaltı,  274 sayfa, 13. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları