16 Şubat 2010 Salı

TÜRKİYE’NİN HAVACILIK EFSANESİ: “NURİ DEMİRAĞ”

       
Bu hafta genç kuşakların bilmediği, 30’lu yılların en zengin işadamı olan Nuri Demirağ’ın yaşamıyla ilgili başlıkta yazılı olan kitap[1] hakkında bir yazı hazırladım.

Mühürdarzâde Nuri, 1886 yılında Divriği müstantiğinin (sorgu hâkimi) oğlu olarak dünyaya gelir. Üç yaşındayken babasını kaybeder. Divriği Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra aynı okulda muallim yardımcısı olarak bir dönem çalışır. 1906 yılında Ziraat Bankası’nın Kangal şubesine memur olarak atanır. Daha sonra birkaç yıl Koçgiri’de (Zara) çalışır. Memurluk hayatının başlangıcı genç Nuri’nin hem ailesinin sorumluğunun hafiflemesine hem de ileriki yıllarda gelişecek müteşebbis kimlik ve kişiliğinin malî, idarî, ekonomik alanlar ile tanışmasına vesile olur. 

1911 yılında İstanbul’a gelir. Maliye Nezareti’nin birbirinden farklı birimlerinde yaklaşık 10 yıl kadar görev yapar. İstanbul’da kendisini geliştirmesine ve yenilemesine yönelik geniş bir alan mevcuttur. Memurluk hayatını ifa ederken aynı zamanda Darülfünun’un Maliye Mekteb-i Âli’sine kaydolur. Burayı başarıyla tamamlaması kendisinin İstanbul’da 7–8 yıl içerisinde maliye şubeleri müfettişliğine kadar yükselmesine neden olur. Bu görevleri yerine getirirken bürokrasiyi yakından tanıma fırsatı bulur. Bahse konu olan yıllar bayrağımızın yer yer indirildiği, sönük bir şekilde dalgalandığı; düşman askerlerinin postallarının cadde ve sokaklarımızdaki sesinin onurlu insanlarımızı rahatsız ettiği, azınlık vatandaşlarımızın bir kısmının düşman askerlerinden aldığı cesaretle yaptığı taşkınlıkların her gün olağan hale geldiği Mütareke dönemidir. Böyle bir dönemde “Millî haysiyet ve şerefi, üç buçuk palikaryanın ayakları altında çiğnenen bir hükümete memurluk edemem.” diyerek devlet memurluğundan istifa eder. (s.67) Gayrimüslimlerin tekelinde olan sigara kâğıdı işine el atar. Tüccar olarak bu işte tahmininin üzerinde para kazanır. 1920’de “Mühürdarzâde Kantarîye İthalat-İhracat Tütün Gümrüğü Şirketi”ni kurar.

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanınca virane olmuş Anadolu’nun Cumhuriyetle birlikte inşa aşaması başlar. Bu süreçte Nuri Bey tapu kadastro mühendisi olarak kamuda çalışan kardeşi Abdurrahman Bey ile birlikte müteşebbis işadamı olarak rol alır. Cumhuriyetin ilk 20 yılında birçok kurum ve kuruluşun yapımında emeği geçer. Samsun- Sivas, Fevzipaşa-Diyarbakır, Afyon-Antalya, Sivas-Erzurum, Irmak-Filyos hatlarında toplam 1012,50 km’lik demiryolu hattının müteahhididir.(s.78) Bu miktar Cumhuriyetin doğumundan 40’lı yıllara kadar yapılan demiryollarının yüzde 10’una tekabül eder. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra bizzat Atatürk tarafından kendisine demiryollarındaki katkılarından dolayı “Demirağ” soyadı verilir. Bursa’da Merinos, Karabük’te Demir-Çelik, İzmit’te Selüloz, Sivas’ta Çimento fabrikalarını, Ecebât-Havza şosesini ve İstanbul’da sebze, meyve hali inşaatını yapar. 1936 yılında ülkenin en zengin işadamlarından biri haline gelir. Demirağ, havacılık sektörüne el atar. Özellikle havacılık sanayinde devrin ileri gelen mühendislerinden Selahattin Alan ile birlikte uçak sanayi yatırımına yönelir. İstanbul’da Beşiktaş Uçak Fabrikası’nı kurar. Daha sonra buranın yanına Yeşilköy Gök Okulu’nu açar. Burada yerli uçaklarımızın yapımı için harıl harıl çalışılır. Aynı dönemlerde memleketi Divriği’ne Nuri Demirağ Ortaokulu’nu açar. Daha sonra Yeşilköy’e “Gök stadyumu” ismiyle Türkiye’nin ilk sivil hava meydanını kurar. Türkiye’de ilk olarak hava şenlikleri kendisi sayesinde düzenlenir. Yine 1941’de “Havacılık Bayramı” ilk kez kutlanır. Yapılan çalışmalar sergilenerek dikkatler Türk havacılığına çekilmeye çalışılır. Divriği’deki öğrenciler, İstanbul ve Ankara’ya gelerek uçak fabrikaları gezerler. Uçaklar ile memleketi Divriği’nde bile öğrencilerin ufkunu yükseltmeye yönelik uçuşlar yapılır. Daha sonra bu okullardan birkaç pilot çıkar. Nuri Bey’in havacılık üzerine ilgisi oğulları ve damadının uçak mühendisi olmasına vesile olur. Genelkurmay Başkanlığı ve Türk Hava Kurumu kendilerine çok sayıda uçak siparişi verir. Hazırlıklar yapılır. Demirağ, bu alana servetini harcamaya başlamıştır. Atatürk’ün iktidarından sonra İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olur. Bu arada Fabrikanın da aynı zamanda ortağı olan Selahattin Alan eğitim uçuşu yaparken uçak düşer, pilot Alan vefat eder. Uçak fabrikasının kurulmasıyla birlikte devletin sınırlı desteği her geçen azalmaya başlar. Özellikle Türk Hava Kurumu’nun yöneticilerinin ilgisizliği, yerli uçak sanayine katkıları yok denilecek kadar az olması hemen göze çarpar. Hazırlanan uçaklar alınmaktan vazgeçilir. Başka ülkelere de satılması yasaklanır. Demirağ, devrin Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’ya iki mektup yollar. Mağduriyetini ve haklılığını anlatmaya çalışır. Ama sonuç istediği gibi değildir. Bu durum karşısında büyük zararlar edilir, bu alanda başlatılan heyecan yarıda kalır. Bu uçaklar hangarlarda bekletilerek daha sonra Yeşilköy tesislerinin istimlâk edilmesi sonucu hurda fiyatına satılır. (s.144) Devletin verdiği siparişlerden vazgeçmesinin nedenleri sorgulanırken Nuri Demirağ’ın oğlu Galip bey, babasından rüşvet istenildiğinden, babasının da rüşvete karşı bir şahsiyette olduğu için bu işten vazgeçildiğinden bahseder.(s.142)

Nuri Demirağ, havacılık alanındaki gayretlerinin tırpanlandığına kanaat getirir. Bu gayretlerinin devlet politikası haline gelmesini istediği için çözüm yolu olarak siyaseti görür. İkinci Dünya Savaşı sonucu dünyanın birçok ülkesinde demokrasiye geçilir. Türkiye’de çok partili hayata geçilmesi için zemin müsaittir. Nuri Demirağ, ilk meclisin vekillerinden Hüseyin Avni Ulaş ve yazar Cevat Rıfat Atilhan gibi kişilerle birlikte Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. MKP’nin genel başkanı olarak aktif siyasetin içerisinde yer alır. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’nin listesinden Sivas Bağımsız Milletvekili olarak meclise girer. Kurucularının bile birer birer partiden ayrılması, Demokrat Parti’nin efsane halinde iktidara gelmesi, büyümesi, Milli Kalkınma Partisi’nin halk kitlelerine açılamaması gibi birçok sebep yüzünden siyasette istenile nbaşarıyı ulaşılamaz. Keban’a baraj yapılma fikrinin de MKP başkanı Nuri Demirağ’a ait olduğunu söylemek durumundayız.

DEĞERLENDİRME

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok kurum ve kuruluşunun yapımında bulunan özellikle demiryollarının yaklaşık yüzde onunu yapan müteahhit Mühürdarzâde Nuri Bey’e Mustafa Kemal Paşa tarafından  “Demirağ” soyadı verildiğini söylemiştik. Başarılı bir işadamı olarak birçok hayır işlerinde bulunmakla birlikte okullar açar. Kendisinin deyimiyle ruhu idealist, dimağı realist insanlar yetiştirmeyi çok ister. Ticaret ve müteahhitlik alanındaki başarısını sanayi ve siyaset alanlarına taşıyamaz. Dolayısıyla 30’lu yıllarda “Nuri Demirağ kadar zengin” benzetmesi 50’li yıllarda neredeyse yerle yeksan olur. Bu başarısızlık serüveninde herkesin ne kadar vebali olduğunun cevabını tarih verecektir. Nuri Demirağ’ın havacılık alanındaki icraatları, çalışmaları, gayretleri küçümsenemeyecek boyuttadır. Bu gayretlerinin devlet yönetimindekilerce karşılık bulsaydı havacılık alanındaki ülkemizin birikiminin bugünkü durumdan daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

 Demirağ’ı bir işadamı olarak siyasete sevk eden sebepler az-buçuk anlaşılabilir ancak kitabı okurken aklıma kendisinden sonra da aynı akıbeti yaşayan Ali Haydar Veziroğlu, Cem Boyner, Besim Tibuk ve son olarak da Cem Uzan’ın siyasi yaşamındaki başarısızlıkları geldi. Keşke bu işadamları, aktif siyasete atılmadan önce Demirağ’ın yaşamını okusalardı, dedim.  Dolayısıyla işadamlarının siyasete atılırken –bilmiyorum- daha dikkat etmesi gerektiği gibi bir sonuca vardım.

Türk ticaret, sanayi ve siyaset alanında bir döneme damgasını vurmuş Demirağ, hakkında kamuoyunda istenilen düzeyde araştırma yapılmadığını, özellikle kurduğu MKP hakkında sadece 2 yüksek lisans, bir bitirme tezinin dışında herhangi bir akademik çalışmanın olmadığını göz önünde bulundurarak ufkunun genişliği, çalışma azmi, havacılık alanındaki gayretleri ile araştırılması gereken bir efsanenin anlatıldığı bu kitabın okunmasının faydalı olacağına inanıyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 16 Şubat 2010)



[1]  Fatih M. Dervişoğlu, Türkiye’nin Havacılık Efsanesi: Nuri Demirağ, 231 sayfa, 2007, İstanbul, Ötüken Neşriyat, http://www.otuken.com.tr/

9 Şubat 2010 Salı

TÜRKİYE’NİN EROZYON DEDESİ: “HAYRETTİN KARACA”

        90lı yılların başında kurulan, kamuoyunda TEMA Vakfı olarak bilinen “Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı”, kısa sürede Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütlerinden biri haline geldi. TEMA vakfı siyasetçisinden basın mensubuna, çiftçisinden yazarına kadar inanılmaz bir toplumsal destek görerek, konferanslar tertip ederek, ağaç dikme kampanyaları başlatarak, hizmet içi eğitim kursları yaptırarak, birçok kitabı tercüme ettirerek, kitaplar yayımlayarak, mecliste bazı yasaların çıkmasına ya da çıkmamasına yönelik toplumsal baskı oluşturarak ülke kamuoyunu bilinçlendirmeye yönelik tabiri caizse seferberlik başlattı. Türkiye’de son yıllarda orman yangınlarının çoğalması, ülkemizde yeşilin her geçen gün yok olması, topraklarımızın çölleşmesi, erozyonun şiddetli bir şekilde artması vs. gibi sorunların ülke gündemine getirilmesi ve bunlara karşı çözüm üretilmesi noktasında TEMA vakfının yaptıkları inkâr edilemeyecek durumdadır. Tema denilince hepimizin aklına “aksakallı bilge” Hayrettin Karaca gelir. Hayrettin amcayı biraz yakından tanımak düşüncesiyle gazeteci Şengün Kılıç Hristidis’in Karaca ile yaptığı söyleşilerden oluşan “Erozyon Dede: Hayrettin Karaca Kitabı” isimli eseri takdim etmek istiyorum.[1]

        Eserde, Karaca’nın çocukluğu, okul yılları, sanayiciliği, özel yaşamı, Tema’nın doğuşu ve gelişimi, üyesi olduğu yurt ve dünya çapındaki sivil toplum örgütleriyle ilişkisi, iş dünyasından erken ayrılması,  doğaya, yeşile, ağaca ve ormana olan aşkı ve bu konu hakkındaki düşünceleri tafsilatlı bir şekilde anlatılmaktadır.  

        Aynı kitabın okuyucularının altını çizdiği yerler, etkilendiği ve ilgisini çeken bölümler farklı olabilir. Mesleğimin öğretmenlik olması vesilesiyle, Karaca’nın yaşamöyküsündeki öğretmenlerden bazıları hakkında birkaç cümle belirtmek durumundayım. Hayrettin Bey, kekeme olduğu için okulda çok sıkıntı çektiğini, bazı öğretmenlerinin kendisine anlayışla yaklaştığını, yardımcı olmak için çok fedakârlık yaptığını, kekemeliğini gidermesi yolunda yardımcı olduğunu belirtir. Bunun yanında lisede bir öğretmenin dersinin yazılı sınavlarının yüksek olmasına rağmen sözlü sınavlarda kekemeliğinin neredeyse göz önünde bulundurmadığını, bu durumun kendisinde ciddi yaralar açtığını beyan eder. Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmeni, yazar Nihat Sami Banarlı’nın edebiyatı kendisine adeta sevdirdiğini belirtir.(s.61) Diğer model ise Mukadder öğretmendir. Tema vakfı kurulduktan çok sonra Karaca’ya İstanbul’dan bir öğretmen “Öğrencilerim hazırlandılar, size bir sunuş yapmak istiyorlar. Gelmenizi rica ederiz” şeklinde mektup yazar. Hayrettin bey, geleceğine dair cevap yazar ama işlerin yoğunluğundan dolayı bir türlü gidemez. Daha sonra kendisini telefon ile arayarak tekrar talepte bulunur. Karaca yine erteler. Günlerden bir gün icra toplantısında bir kişinin kendisiyle görüşmek istediğini söylerler. Yoğunluk dolayısıyla beklemesini önerince öğretmen dayanamaz. Karaca’nın yanına çıkar. Derdini anlatmaya çalışır. Ve son olarak şu cümleleri söyleyerek odadan ayrılır: “İki kez öğrenciler sizi bekledi ve çok üzüldüler. Ama artık geleceksiniz ve gününü de size ben söyleyeceğim.” (s.370)

         Hayrettin Beyin, yaşamöyküsünü okurken yer yer hüzünlendiğimi söyleyebilirim. İlk eşi ile olan aşkı ve bu aşkın akıbeti hakkındaki sayfaları okurken Enver Paşa - Naciye Sultan arasındaki aşk aklıma geldi. Hayrettin Bey ilk kez 13 yaşındayken görür Türkan Hanım’ı. Her yaz tatilinde birkaç gün bakışmanın dışında konuşamazlar bile. Altı yıl sonra evlenirler. Sesini ilk kez nikâh kıyılırken duyduğunu söyler Hayrettin Amca. Evlilikleri güzel giderken kendisi askere gider, çocukları yeni doğar. Türkan Hanım vereme tutulur. Birkaç ay sonra vefat eder. Hayrettin Bey, birbirinden farklı tarihlerde ve sebepler yüzünden iki oğlunu da genç yaşta kaybeder.  

        Söyleşiyi yapan Şengün Kılıç Hristidis’in de dediği gibi Karaca’yla hangi konu konuşulursa konuşulsun söz dönüp dolaşıp toprağa, ormana ve doğaya geliyor.(s200) Karaca, 1980’de iş hayatından elini eteğini çeker. Şirketin yöneticiliğini çocuklarına devreder.

        Kitabın “Artık Para Kazanmak Yoktur” bölümünde toprağa, ağaca, doğaya olan susuzluğunu giderir. Dünyadaki birçok botanik bahçesini ve arboretumunu gezme fırsatı bulur. Türkiye’nin en büyük ağaç parkı ve botanik müzesi olan Karaca Arboretumu kurar. Yurtdışından, hemen hemen gittiği her yerden ülkemizde bulunmayan bitki tohumlarını getirip bahçesine eker. Adeta bitki geni havuzu oluşturur. İki bitkiye uzmanlar kendisinin adını verir. Karaca, Tema vakfından önce Orman fakültesindeki akademisyenlerle ve Orman bakanlığındaki yetkililerle iletişime geçer. Uluslar arası birçok çevre ve doğa örgütünde görev alır. Yurtdışında birçok toplantıya katılır.

        Kitabın yedi ve sekizinci bölümünü TEMA VAKFI’nın kuruluşu ve etkinlikleri alır. Karaca’nın birçok devlet insanı ile TEMA vakfının çalışmaları kapsamında dirsek temasında olduğunu öğreniyoruz. Özellikle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile rahmetli Adnan Kahveci, Karaca’nın düşüncelerine, bu anlamdaki taleplerine çok sıcak bakar. Karaca, “Mera Kanunu” ile “Toprak Yasası”nın meclisten çıkartılmasında TEMA’nın öncülük ettiğini, bunun bir inkılâp niteliğinde olduğunu, uygulamada sorunlar yaşandığını belirtir. Karaca’nın bitki ve ağaç sevgisi o kadar yoğun ki kiminle evlisiniz sorusuna zaman zaman “Meşe ve ardıçla evliyim.” cevabını verir.  Anadolu’nun hemen hemen her tarafında hangi ağacın ve bitkinin yaşadığını öğrenmek için geziler düzenler. Erozyon Dede efsanesinin öyküsünü de kitaptan öğreniyoruz. Rize’nin Çamlıhemşin yaylasında 2500 metre yükseklikte bitkileri araştırmak için gezerken on yaşlarında birkaç çocuk görür. Bu çocuklardan biri diğerine “Koşun koşun koşun! Erozyon Dede gelmiş!” der. Bazı kerli ferli insanların dahi ormana bakış açısının içler acısı olduğunu söyler. Ormanların yok edenlerin kimliklerini ifşa eder: “Bir grup vatandaş seçilmek için, bir grup da geçinmek için Anadolu’nun anasını ağlattılar.” (s.246) Karaca ve arkadaşları, Artvin’in Borçka ilçesine doğu ladini görmek için gelirler. Borçka Orman İşletmesi’ne isteklerini belirtirler. Orman işletmesinden yetkililer yardımcı olacaklarını belirtirler. Hayrettin Bey, heyecan içinde bu ormanın büyüklüğünü yetkililerden sorar. Yetkilinin verdiği cevap bu konuda ne kadar duyarlı (!) olduğumuzu gösterecek cinsten: “Ne kadar büyük olduğunu bilmem ama 10 sene Artvin’e odun olarak yetecek kadar büyüklükte diyebilirim.” (s.237)

DEĞERLENDİRME

        Ülkemizde toprak, ağaç ve orman alanındaki kangrenleşmiş sorunlarımıza neredeyse kendisini feda edecek kadar ilgilenen aksakallı bilge Hayrettin Karaca’nın bu alanda yaptığı çalışmaların dalga dalga ülkemize yayılması gerektiğine inananlardanım. Böylesi diğerkâm kişilere[2] iltifat ve tebriklerimizi sunmadığımız takdirde çocuklarımızın ve torunlarımızın yaşadığı ülkenin –Allah korusun- çöller yöresi olmayacağını kim garanti edebilir? Kendisine Allah uzun ömür versin dua ve temennilerinde bulunuyorum. Son olarak Karaca’nın, Türk halkına vasiyetini de açıklamak durumundayız: “Meşeye sahip çıkın.” Gençlere önemli nasihatiyle yazıma son veriyorum. “Okumak ibadettir, okumamak vatana ihanettir; daha iyi yarınlar için bilgili yurttaşlara ihtiyaç vardır.”

         (Erzurum Gazetesi, 9 Şubat 2010)






[1] Şengün Kılıç Hristidis, Erozyon Dede: Hayrettin Karaca Kitabı, 488 sayfa, 2.basım, 2008, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, www.iskultur.com.tr

[2] Hayrettin Karaca gibi insanların Anadolu’da az da olsa bulunduğunu söylemek durumundayız. Geçmiş yıllarda, Şanlıurfa’da ilköğretim müfettişi olarak görev yapan Nail Tomakin Hocamızdan dinlemiştim. Nail Hoca, Siverek’in Kebir köyünde Hüseyin Tanrıverdi isimli bir arifin kurak bir bölgeyi, -köyde bir dönüm bile arazisi olmamasına rağmen- nasıl vaha haline getirdiğini ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekilen fidanlar, köylülerin hayvanlarının defaatle otlatılmasına maruz kalmasına rağmen Hüseyin Amcanın fidanları ve ağaçları tekrar tekrar diktiğini belirtmiş. Hüseyin Amcanın mücadeleci kişiliğini biz öğretmenlere örnek göstermişti. Köyün girişinde yolun sağında ve solunda sırf 200-300 ağacın köyü neredeyse Karadeniz köylerini anımsattığını, köyün mezarlığındaki ağaçların ve köydeki umuma ait olan bütün ağaçların bakımından kendisi sorumluymuş. Hüseyin Amcayla ilgili bir anekdotu da burada anlatarak tarihe kayıt düşmeyi istiyorum. Köyün mezarlığındaki ve çevresindeki ağaçların meyvelerinin olduğu dönemde Nail Hocaya buraları gezdirir Hüseyin Amca. Meyvelerden ikram eder. Hoca dayanamaz sorar: “Yahu Hüseyin Amca Allah aşkına bu meyvelerden sen neden yemezsin”. Hüseyin Amcanın verdiği cevap 19. yüzyılda Anadolu’da bulunan Amerikalı Protestan misyonerlerin idealist kişiliklerini yansıtan cinstendir: “Bu ağaçların malını kendime haram kıldım. Benim dışımda herkes istediği gibi yiyebilir.”  Hoca köylüye bu durumu test ettirir. Hüseyin Amca dediği gibi samimi bir gönül adamıdır. Geçtiğimiz yıllarda dar-ı dünyadan göçen Hüseyin Amcaya Allahtan rahmet dilerken, bizlere bu arifi tanıtan Nail Hocama da çok teşekkür ederim.

2 Şubat 2010 Salı

UYGUR TÜRKLERİNİN DİYASPORADAKİ YILDIZI: “RABİA KADİR”

                                     
        Bir ülke ve devletin, kamuoyunda haksız duruma düşmemek için; toplumsal, siyasal ve ekonomik tezlerini sadece kendi vatandaşlarına doğru bir şekilde anlatması yetmemektedir. Kendi tezlerini komşu ülkelerinden, dünya siyasetindeki söz sahibi ülkelere kadar bütün dünyaya ulaştırması gerekmektedir. Bunu da diplomasinin gücü ile yapar. Diplomasinin gücünün yetmediği yerlerde diyaspora (tabi ki diyasporası güçlü olan halk ve ülkeler için) elini taşın altına koyar. Dünya kamuoyunu inandırmak şöyle dursun, istediği şekilde kandırabilir. Bu durumun en somut örneği olarak “Ermeni Diyasporası”nı gösterebiliriz. Diyasporası kuvvetli olmayan ülkelerin de vay haline! Tıpkı Türkiye gibi. Konuyla ilgili bir büyüğümüzün birkaç yıl önce anlattığı anekdotu hatırladım. Türk ve Ortadoğu uzmanı, Prof. Bernard Lewıs İsrail’deki bir gazeteye mülakat verir. Söz dönüp dolaşıp Ermeni meselesine gelince Lewis, Ermeni sorunu konusunda dünyanın Türklere ve Türkiye’nin üzerine çullandığını, burada Türklerin suçsuz olduğunu ifade etmeye çalışır. Gazeteci şu soruyu yöneltir: “Ne demek istiyorsunuz, Türkler soykırım yapmadı mı?” Lewis de “evet yapmadı.” der. Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar: “Peki efendim, madem bunu şimdi bu şekilde söylüyorsunuz. Bunu kamuoyunda neden ısrarla vurgulamıyorsunuz?” Lewis şöyle cevap verir: “Benim görevim bildiğim doğruları söylemektir ama bu doğruları kamuoyuna aktarmak benim görevim olmasa gerekir. Bu görev Türk devletine sadakat borcu olan Türk vatandaşlarınındır, benim değil..” Türkiye’nin bile haklı olduğu konularda haksız duruma düştüğü böylesi durumlarda bazı devletleşememiş halkların durumunun içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Diyasporanın dünya kamuoyunda güçlü olması için kalifiye ve idealist aydına; siyasi ve ekonomik güce ihtiyacının olması gerektiğini söylemeye gerek herhalde yoktur. Diyasporası zayıf halkların bazılarını da -bilmiyorum yargım abartı olur mu?- neredeyse bir kişi omuzlar. Filistin davasını, düşünür ve akademisyen Edvard Said, Kırım davasını romanlarıyla Cengiz Dağcı, Tibet davasını Dalai Lama, Doğu Türkistan davasını işadamı Rabia Kadir’in omuzladığı gibi.

        Son bahsettiğimiz kahraman Rabia Kadir’in dünya gündemine gelmesinin 2000’li yıllar sonrası olduğunu söyleyebiliriz. Geçtiğimiz Temmuz ayında Urumçi’de meydana gelen olaylarla birlikte gözler bir kez daha Rabia Kadir’e çevrildi. Hal böyle olunca ben de Uygur Türklerinin yeni liderini yakından tanımak istedim. Kadir, kendi hayat hikâyesini gazeteci Alexandra Cavelius’a anlatır. Kitap Amerika’da kalespress yayınevi tarafından Nisan 2009’da yayımlanır. Ekim 2009’da da Türkiye’de yayımlanır.[1] Kitabı henüz okuyabildim. Kitap ve Kadir hakkında bir şeyler karalamak istedim.

        Rabia Kadir, Uygur Türklerinin özellikle de 1949 sonrası yaşamış olduğu sancılı, baskılı dönemi kendi yaşamöyküsü ekseninde anlatmaya çalışır. Sizi bilmem ama kendi okuma yolculuğumu göz önüne alarak bazı yargılara ulaştım. Okuduğum kitapların büyük ekseriyetini tarih, biyografi, hatıra kitapları oluşturur. Hatıra, biyografi kitaplarının bende şükretme duygusunu arttırdığını söyleyebilirim. “insanın başına her şey gelir” sözünü hepimiz çok iyi bilmemize rağmen “insanın başına geldiğinde” inanılmayacak derecede tepki gösterip hayal kırıklığına uğruyoruz. Okuduğum her kitap adeta “Allah Allah böyle bir insan da mı bunu yaşamış. Bu bile yaşamışsa bizim başımıza da gelir”i ilmek ilmek öğretiyor. Rabia Kadir, zulmün her rengini, tonunu görüp; hepsiyle de her sahada mücadele etmeye çalışan bir yürektir. Milletinin yaşamış olduğu sıkıntılar karşısında siyasete çok erken yaşlarda ilgi duyar. Ama asıl dönüm noktasını ise ikinci eşi Şair Rozi ile evlenmesi oluşturur. Siyaseten ülkede çok güçsüz olmalarının sonuçlarını erken yaşlarda irdeler. Ekonomik alanlarda hem toplumsal hem de ferdi olarak güç sahibi olmadan haklı davalarının başarıya ulaşamayacağına inanır. Bu alanda inanılmaz bir performansla çalışır. Eşi Rozi yazar ve akademisyen bir idealisttir. Bu derece yoğun çalışmasına 9 yıl hapis yatan idealist eşi Rozi bile zaman zaman kızar. Çamaşırcılıkla başlar, girişimci ruhu kendisini ticaretin her alanında çalışmaya götürür. Forbes dergisi tarafından Çin’in en zengin 7. kişisi olarak gösterilir. Ticari başarısıyla birlikte siyasî nüfuzu da artar. Çin Halk Cumhuriyeti Ulusal Halk Meclisi üyesi olur, “Sincan Ticaret Odası” başkanlığı yapar. Uygur halkı için gücünü kullanmaya çalışır. Birçok eğitim ve kültür faaliyetini destekler. Eşi de ulusal davalarını yurtdışında daha iyi bir şekilde anlatacağını düşünerek Amerika’ya göçer. Bu süre zarfında ekonomik gücünün artmasıyla birlikte siyasi dilini de kullanmaya devam edince soluğu 1999’da cezaevinde alır. Cezaevinde işkence değirmeninde yıllarca kalır. Çeşitli insan hakları kuruluşları ve Amerika’nın Çin’i köşeye sıkıştırmasıyla cezaevinden çıkar. Amerika’ya sürgüne gönderilir. Çocuklarının bir kısmını Amerika’ya götürür ama çocuklarından 5’i ülkesinde kalır. Malı, mülkü heba olur. Çinli yetkililer tarafından terörist ilan edilir. Kadir’in çocukları ve akrabaları ülkede şantaja uğrar, takip edilir, hapis yatar. Şimdi de çocukları göz hapsindedir.

        Kadir, Amerika’ya göç etmesine rağmen Çin devletinin takibatından kurtulamaz. Suikaste uğrar, canını zor kurtarır. Dünya Uygur Kongresi ve Uygur Amerika Birliği’nin başkanlığını yapar. Ülkesindeki insan hakları ihlallerini, milletinin yaşadığı sıkıntıları dünyanın dört bir yanında muhtelif sivil toplum örgütlerine, bazı meclislerde anlatır. Amerika’da yaşaması, çeşitli sivil toplum örgütü ve güçler tarafından desteklenmesi gibi durumlar yüzünden “Amerika ajanıdır” gibi iddialara maruz kalır.

        Kadir’in satırlarındaki anti-komünist vurgu kendini hemen gösterir. Babasının namaz kılarken kapıyı kilitleyip kıldığından, Mao’nun “Ölüler çok değerlidir çünkü toprağı besler” sözündeki zalimliğe kadar onlarca olay ve olguya dikkat çeker. Devletin kendilerine uyguladığı sistematik hukuksuzlukları ayrıntılarıyla anlatır. Türkiye’deki bazı çevreler ısrarla Türkiye’deki Kürtler ile Çin’deki Uygurların hâkim ülke ve devlet tarafından ezildiğini, zalimlik konusunda Türkiye ile Çin’in yarıştığını söylüyor. Kadir’in anlattıkları göre Uygurlulara düzenli bir şekilde asimilasyon uygulanır. 50li yıllarda topraklarında her iki Çinliye 8 Uygur düştüğünü, günümüzde ise bunun tersine döndüğünü, 8 Çinliye 2 Uygur düştüğünü söyler. Uygurların bilinçli olarak belli makamlara getirilmediğini vurgular.[2]

DEĞERLENDİRME

        Uygur Türklerinin davasını dünya gündemine getirmeyi başaran Rabia Kadir’in Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin kadar büyük dava adamı olmadığını ama bu liderlerin yapamadığını kendisinin yaptığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir gazetecinin[3] kendisine sorduğu, “Bir konuşmanızda ’Bilincimi yitirinceye kadar Uygurların lideri benim’ demişsiniz, doğru mu" sorusuna verdiği cevap umarım yukarıdaki anlamda kullanmıştır: "40 yıl bir lider aradım. Bulamayınca kendim oldum. Evet, doğru, dedim o lafı.” Son olarak kendi adıma söyleyeyim. İnancı, dünya görüşü, felsefesi her ne olursa olsun; dünyayı değiştiren insanların hemen hemen hepsinin idealist insanlardan oluştuğunu göz önünde bulundurarak malını, mülkünü, canını bir ideal uğruna harcayanlara saygı duyulması gerektiğini düşünenlerdenim.

        (Erzurum Gazetesi, 2 Şubat 2010)



[1] Alexandra Cavelius, Ejderha Savaşçısı: Rabia Kadir (Bir Uygur Türkü’nün Çin’e Karşı Özgürlük Mücadelesi), çeviren: Hatice Utkan, 479 sayfa, Ekim 2009, İstanbul, Pegasus Yayınları, http://www.pegasusyayinlari.com/
[2] 2004 yılında bu bölgeyi ziyaret eden bir büyüğümüz buradaki gözlemlerini anlatırken, Uygurların Çinlilerin dükkânlarından alışveriş yapmadığını, lokantalarından yemek yemediğini ve tıpkı Arap-Yahudi, Boşnak-Sırp arasındaki gibi çok büyük istisnalar dışında evliliklerin olmadığını söylemişti. Bunu doğru kabul edersek bu insanlar arasında evliliklerin olmamasını sadece din unsuruna bağlamanın kesinlikle yetersiz olduğunu düşünüyorum. 
[3] Hürriyet gazetesinden Tolga Tanış’ın Rabia Kadir ile yaptığı mülakat 11 Temmuz 09’da Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı.