29 Haziran 2010 Salı

BAZI BAŞARILI İŞADAMLARIMIZIN HAYAT ÖYKÜLERİ

Ülke ekonomisine katkı sağlayan, üretimi ve istihdamı artıran, ülkemizin yurtdışında tanıtımına vesile olan sanayici ve işadamlarımızdan bazılarının hayat hikâyelerine kulak vermek ister misiniz? Cevabı evet olanlara Süleyman Doğan'ın geçtiğimiz yıllarda yayımlanan "Başarıya Yürüyenler" isimli kitabını salık veririm.[1]
Kitaba geçmeden önce Süleyman Bey hakkında kendisini tanımayanlar için birkaç cümle de olsa bahsetmek durumundayım. Yazar, eğitimci, akademisyen ve gazeteciliği birlikte yürütmeye çalışan çok yönlü bir aydındır Süleyman Bey. Birçok gazete ve dergide yazıları yayımlanan Doğan, bildiğim kadarıyla Önce Vatan gazetesinde yaklaşık 5 yıldır kültür, sanat ve kitaplar üzerine yazılar yazmaktadır. Aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev almaktadır.
Süleyman Doğan, kitabında ülkemizin seçkin sanayici ve işadamlarından 17'sinin yaşamöyküsü anlatmaktadır. Bahse konu olan sanayicilerimizin bir kısmı kamuoyunun yakından tanıdığı, soyadından şirketinin ismini tanıyacağı isimlerdir. "Başarıya Yürüyenler"in listesi şu şekilde oluşmaktadır: Necmettin Bitlis, Hacı Boydak, Yalçın Yıldırım, Ahmet Çalık, Fehmi Çetinkaya, Zeynel Abidin Erdem, Nurettin Eroğlu, İbrahim Bodur, Mehmet Kuralkan, Mehmet Tanrısever, Salim Çokyürür, Kemal Şahin, Mustafa Karaduman, Sabri Ülker, Hasan Yalınkaya, Ahmet Ziylan, Ahmet Nazif Zorlu.

Kitabın kahramanlarının hatırı sayılır bir kesiminin çok ciddi anlamda eğitiminin olmaması ilginçtir. Hatta bazılarının eğitim yaşamındaki aksaklıkları veyahut başarısızlıkları okuru oldukça şaşırtıyor. Vestel Holding'in patronu Ahmet Nazif Zorlu, Ziylan grubu kurucusu Ahmet Ziylan ile Çetinkaya Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Fehmi Çetinkaya ilkokul mezunudur. Savaşan Emaye Fabrikası Sahibi Salim Çokyürür İlkokulu 7 yılda bitirir. Polisan Boyalarının sahibi Necmettin Bitlis lise 2de öğretmeni ile kavga yapıp okuldan ayrıldığında babası kendisiyle üç yıl konuşmayacaktır. Boydak Holding'in başkanı Hacı Boydak liseden ayrılan işadamlarımızdandır. Öbür taraftan okul hayatında başarısızlığa rağmen hayat okulundaki üstün performansları gözden kaçmıyor. İlkokul mezunu olan Salim Çokyürür bir şey öğrenmeyi, sormayı ve akıl danışmayı çok sevdiğini, Türkiye'deki en ucuz şeyin fikir olduğunu kabul ederek sormaktan hiçbir zaman çekinmeyeceğini belirtir. Nazif Zorlu Bey, çıraklığını yapmadığınız bir işin patronluğunu nasıl yapacaksınız diye sorar. Kendisi 25 yaşında fabrika kurduğunu şimdi yeni üniversite mezunu birisinin bırakın fabrika kurmayı bir işletmede görevli olarak bile çalışmaya alışmasının uzun yıllar aldığını belirtir.(s.230) Ticaret ile çok erken yaşlarda tanışması kendisinin deyimiyle "genç yaşta iş dünyasından koku almayı öğren(mesi)" ne neden olur.

İşadamlarının çalışkanlığı hakkında da şunları söyleyebiliriz. Yazar, Fehmi Çetinkaya'nın sabah güneş doğmadan bir saat önce uyandığını, günde 5-10 km. koşu yaptığını söylüyor. Kale şirketler grubunun lideri İbrahim Bodur “Benim zevkim de, hobim de iştir.” der. Mert Çelik fabrikasının sahibi Mehmet Tanrısever, boş durmanın kendisinin düşmanı olduğunu, ölümünün çalışırken olmasını Allah'tan diler. Ziylan Grubunun Kurucusu Ahmet Ziylan 51 yıldır çalıştığını, hiçbir zaman şikâyetçi olmadığını, işinin hastası olduğunu, sözlüğünde "şikâyet" diye bir sözcüğün olmadığının altını çizer.

Özellikle bazı işadamlarımızın mütevazı yaşamları gözden kaçmıyor.  Günümüz çocuk ve gençlerinin yetiştirilmesinde buna özen gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Yalınkaya Holding'in kurucusu Arif Yalınkaya'nın 1972'den beri Florya'daki iki katlı bir apartmanda oturduğunu, Salim Çokyürür, hayatı boyunca sıfır bir arabaya binmediğini, iki oğlunun yanındaı diğer işçiler gibi belli bir maaş karşılığı çalıştığını anlatır. Mehmet Tanrısever, yazlığının ve kışlığının olmadığını, fabrikasını yazlık olarak gördüğünü belirtir.  

        Kitaplarda altını çizdiğim bazı bölümleri sizlerle paylaşmaya devam etmek istiyorum. Kuralkan Holding’in patronu Mehmet Kuralkan’ın Endüstri Meslek Lisesi tesviye bölümü mezunu olduğunu öğreniyoruz. Meslek lisesi mezunlarının ezici çoğunluğunun hayatın ileriki aşamalarında okuduğu bölüm dışındaki alanlarda iş hayatına atıldığını göz önüne alırsak Kuralkan’ın okuduğu bölümle ilintili olarak birçok alanda kendisini geliştirmesi önemli buluyorum. 1958 yılında ilk kez Çanakkale’nin bir köyüne “Çanakkale Seramik” fabrikasını kuran Kale Holding’in yöneticisi Dr. İbrahim Bodur’un özgeçmişinden bahsedilirken 1928 yılında Çanakkale’nin Yenice ilçesinin Nevruz köyünde doğduğunu öğreniyoruz...

        İşadamı Ahmet Ziylan, soyadının anlamını ve konulma hikâyesini yazara anlatır. Hakkâri’deki bir derenin ismiymiş. Ayakkabıcılığa yarım asırdan fazla emek veren Ziylan Beyin ayakkabıcılığın okulu ile verdiği söylediği örneklere herkes katılabilir. Portekiz’de 5 ayakkabıcılık okulu olduğunu, Almanya’da 10 yıl önce ayakkabıcılık okulunun 100. yılını kutladıklarını oysaki ülkemizde 8 yıl önce Zeytinburnu Endüstri Meslek Lisesinde iki derslikli “ayakkabıcılık bölümü” açılabildiğini vurgular.(s.220-1)

DEĞERLENDİRME

Gerek ülkemizde gerek uluslararası alanda başarıya yürüyenler ile yazarın "Başarıya Yürüyenler"inin kesiştiği noktalar oldukça fazladır. Özellikle işadamlarının şu özellikleri hemen göze çarpmaktadır: Çalışkan olmaları, iş ahlakının sağlam olması, işinde profesyonelleşmeleri, fırsatları değerlendirmeleri, yatırıma ağırlık ve kurumsallaşmaya önem vermeleri, iktidarlarla iyi geçinmeleri, aklı ve tecrübeyi el üstünde tutmaları, değişime yön vermeleri, hayat okulundaki inanılmaz başarıları vb. daha birçok madde.

Eserde sanayicilerin başarının formülüne yönelik çok derin olmayan ama mütevazı nasihatlerini önemli buluyorum. Şu da bir gerçek ki başarı için söylenen şeylere çoğumuz vakıfız. Söylenenleri bal gibi de biliyoruz. Ama söylenen sözün hangi ağızdan çıktığı, ne gibi tesirler yapacağı daha da önemlidir. Kendini ispatlamış, gerek ülke gerek uluslarası alanda söz sahibi olmuş kişilerin her alanda olmasa da bazı alanlarda konuştuğu sözlerin tesir gücünün etkisinin inanılmaz boyutta olduğuna inanıyorum. Son olarak ülkemizde on milyonlarca insanın her gün zengin olma hayali kurduğu bir vakıadır. Bu fakirlerimizin(!) "Başarıya Yürüyen" zenginlerin yaşamına göz atması gerektiğini düşünüyorum.

(Erzurum Gazetesi, 29 Haziran 2010)



 
[1] Süleyman Doğan, Başarıya Yürüyenler, 240 sayfa, 3. baskı, 2005, İstanbul, Nesil Yayınları

15 Haziran 2010 Salı

ELEKTRİK ÇAĞININ MUCİDİ: EDİSON

         ‘Thomas Alva Edison kimdir?’ sorusuna, ansiklopedilere son yıllarda da internete bakınmadan “Ampulü icat eden bilim insanıdır.”ın dışında cevap veremeyenler kategorisinde olduğumu düşünüyordum. Oysaki Edison hakkında birçok soru zihnimi kurcalamaktaydı. Bu bilim adamı mıdır? Nasıl bir mucit haline gelmiştir? Ampulü bulana kadar hangi aşamalardan geçmiştir? Hangi ülkede yaşamıştır? Nasıl bir kişiliğe sahiptir? Bilim insanlarının çocukluğu nasıldır acaba? Bu ve buna benzer soruların cevabına başlıkta ismi verilen kitabı okuyarak büyük oranda ulaşmaya çalıştım.[1] Öğrenci ve gençlerimizin doğru modele ulaşamama sıkıntısı çektiği bir dönem itibariyle dünya mirasına katkıları olan bu mucit bilim insanlarının yaşantısından -dinlemek isteyen kulaklara, izlemek isteyen gözlere -ibretlik dersler olduğunu düşünüyorum.

THOMAS ALVA EDİSON KİMDİR?

Alva Edison, 19 yy.’ın ortalarında Amerika’da bir evin son çocuğu olarak doğar. Küçük Edison’un başı alışılmışın dışındaki büyüklüktedir. Bu durum –Alva’dan önceki kardeşlerinin üçünün 7 yaşına ulaşmadan vefat etmesi- ebeveynlerini oldukça tedirgin eder. Edison’un bebekliği ve çocukluğu sağlık açısından normal bir seyir izler. Ancak yaramazlıklarına katlanmak büyük sabır gerektirir. Anne Nancy, samimi bir dindar ve iyi eğitimli bir annedir ama Edison’un başını belaya sokma becerileri anneyi oldukça korkutur. Bir defasında kanalda boğulmaktan, yine bir keresinde tahıl asansörünün içine düşüp boğulmaktan kıl payı kurtulur. Babasının ambarında yangın çıkarır. Bunun sebebi sorulduğunda açıklaması daha ilginçtir: “Yalnızca neye yol açacağını görmek istedim.” (s.8) Merak küpünün içerisine batırılmış gibi sürekli sorular yönetir çevresindekilere. Yaramazlıkları karşısında verilen tepkiler ve dayaklar bu soruları azaltmaz aksine çoğaltır. Annesine kazların neden yumurtaların üzerine oturduğunu sorar. Nancy: “İçlerinden yavru çıkması için” cevabını verir. Hemen komşusunun ambarına gidip kaz ve tavuk yumurtalarının üzerine kıvrılıp yavru çıkartmaya çalışır. Okul hayatına başlar ama öğretmenleri de ebeveyni gibi Edison’dan ikrâh eder. Bir gün sınıf arkadaşıyla birlikte okulun ikinci katın pencerelerinin birinden sarkıttığı oltayla bir tavuğu yakalayıp yukarı çekerler. Yaramaz doğası öğretmenlerince anlaşılamaz. Bir öğretmenin kendisi hakkında “ahmak” demesine kulak misafiri olur. Bunu annesine anlatır. Anne buna oldukça alınır, okuldan çıkarır, özel okula yazdırır. Bu süre zarfında anne eğitimli ve kültürlü biri olarak çocuğuna özendirici ve özel dersler vermeye çalışır. Bu arada okuma alışkınlığını kısmen kazanır. Richard Gren Parker’in temel bilim metni olan “Okullar için Doğal ve Deneysel Felsefe Kitabı” isimli eserden oldukça etkilenir. Bu kitaptaki deneylerden çoğunu yapmaya çalışır. Okul ile ruhunun uyuşamamasına daha fazla katlanamayınca annesinin bütün itirazlarına rağmen 12 yaşında okuldan ayrılır. Edison’un okul hayatının tamamı bundan ibarettir.

Edison, ilk olarak demiryollarında gazete, elma ve sandviç satmaya başlar. İstasyondaki en çok merak duyduğu bölüm ise operatörlerin trenlerin hareketlerini diğer istasyona bildirdiği telgraf bürosudur. Diğer yandan kendisinin kimya merakını anlayışla karşılayan kondüktör Alexander Stevenson trenin bir köşesine Edison’un malzemelerini yerleştirir. Kazara havaya maruz kalan bazı fosfor çubukları tutuşup eşya vagonunun zeminine sıçrayınca seyyar laboratuvar yanar. Bunun üzerine bir daha trene konulmama cezası verilir. Bir rivayete göre bunun üzerine Stevenson Edison’un kulağına bir tokat atar. Başka bir rivayete göre de yine aynı kişiyi Edison peronda gazete satmak için durdurur. Bu sırada tren hareket eder, trene yetişemeyen kondüktör gelip kulaklarından çekerek tokat atar. Bunun üzerine daha önceden kulaklarından ufak-tefek sorun yaşayan Edison tamamen sağır olur.

Alva, bir yandan muhtelif kitapları okuyarak zevk alır. Diğer yandan da boş zamanlarında deney yapmaya çalışır. Trendeki işiyle de ticaret becerisini geliştirir. Kendi çapında mahalli gazete çıkarmaya başlar. Fakat istenilen sonucu alamaz. 16 yaşındayken, istasyon şefi kendisine telgrafçılık dersi vermeye başlar. Yaklaşık 5 ay boyunca bu dersler verimli bir şekilde geçer. Telgrafçılığını geliştirmek için daha farklı yerlerde iş aramaya koyulur. Yaptığı deneylerin başarısızlığa uğraması sonucu birçok işten kovulur. Örneğin bir telgraf ofisinde pil asidiyle dolu kabı yere döker. Asit zemini delip alt kattaki ofiste bulunan halı ve mobilyaları mahveder. Patronu, şirketin “deneycilere değil, operatörlere ihtiyacı olduğunu” söyleyerek kendisini işten atar. (s.28) Kader kendisini İngiliz bilim adamı Michael Faraday ile buluşturur. Faraday’ın başarılarından oldukça etkilenir. Bu olaydan sonra arkadaşı Milt Adams’a dönerek: Şu anda yirmi bir yaşındayım. Elli yaşına kadar yaşayabilirim. Onun başardığı kadar başarabilir miyim? Yapacak çok işim var ve yaşam çok kısa. Acele edeceğim.” der.(s.35)
Edison, elektrikli oy kayıt makinesini icat ederek 1869 yılında ilk patentini alır. Bununla birlikte çift kanallı telgrafı icat eder. Gazetelerde bu çalışmalardan bahsedilir. Ama devlet yetkililerinden bir karşılık gelmez. Çift kanallı telgrafa yaptığı yatırımın karşılık bulmaması sonucu borç batağına saplanır. Daha sonra bir şirkete ortak olur. Borsa telgrafını yaparak çokça satar. Bu arada yaptığı çalışmaların devlet ve kamuoyu nezdinde itibar görmemesi karşısında çalışma azminden zerre eksilme olmadığını söyleyebiliriz. İşleri daha büyüdükçe bu ortaklıktan vazgeçer. Farklı bir memlekette kendi laboratuarını kurar. Bu arada evli olmasına rağmen günde 16 saat çalışır. Evinin laboratuara birkaç yüz metre mesafede olmasına rağmen kendisini işine o kadar çok kaptırırdı ki, sık sık eve gelmeden günlerce laboratuarda kalır. Gecenin geç saatlerine kadar deney yapmaya çalışır. Uyumak istediğinde de eski gazete yığının üzerine yığılır. Edison’un yaşamı boyunca yaptığı icatların çoğu şu ya da bu şekilde elektriğe bağlıydı. Bunların içerisinde de fonograf en çok sevdiği ve değer verdiği icadı oldu. Bunun hakkında bir muhabire: “Bu benim bebeğim, büyük adam olup yaşlılığımda bana bakacağını umuyorum.”(s.64) Nitekim hakikaten daha sonraki yıllarda milyarlarca dolarlık müzik kayıt endüstrisinin temeli olacak bu aletten çok para kazanacaktır.

Dünyadaki asıl büyük şöhretini elektrik ampulünü icat etmesiyle kazandı. Bunun için laboratuardaki arkadaşlarıyla birlikte çok çalıştılar. Edison daha sonra bu başarının sırrını anlatırken: “Elektrik ampulü, üzerinde en fazla çalıştığım icattı ve çok ayrıntılı deneyler gerektiriyordu. Şahsen benim hiç cesaretim kırılmadı ve başarı konusunda umutsuzluğa kapılmadım. Aynı şeyi tüm çalışma arkadaşlarım için söyleyemem.”(s.74) diye bahseder. Bu çalışmalarının, yurt dışında bile ses getirmesi, Edison’un işini daha da büyütmesine vesile olur. Laboratuarda çalışan sayısı 65’e çıkar. Laboratuarın yanına bir ampul fabrikası kurar. Edison fonograf cihazından biraz farklı kinetoskop verilen bir cihazı icat eder. Daha önceki belirttiğimiz gibi fonografileri daha geliştirmeye çalışarak bu alanda yoğunlaşır. 20. yüzyıla yaklaşıldığında Edison’un fabrikasında bin kadar işçi çalışır. Edison, sinemanın gün yüzüne çıktığı dönemde bu alana da el atar. 10 dakika kadar süren, ilk konulu sinema filmi “Büyük Tren Soygunu”nun yapımcısı da kendisidir. Bu arada devlet tarafından farkına varılması ise 1914’tedir. Amerika Birleşik Devletleri Donanmasının Danışma Kurulu Başkanlığı’na getirilir. Burada denizaltı gemisi E2’de denemeler yapar. Fakat bu görevde sadece birkaç yıl bulunur. Aradığı ve istediği çalışmaları sergileyecek alt yapıdan yoksun olduğunu görünce buradan ayrılır. 1920’lere gelindiğinde montaj hatları da dâhil fabrikalarında 10.000’den fazla işçi çalışır. Hayatının son zamanlarında laboratuvarında çalışmalarına devam ederken oğullarına görevini devretmenin mutluğunu yaşar. Yaşının ilerlemesi ve hastalıklarının had safhada olması karşısında 1931’de 84 yaşında vefat eder. Kitabın yazarı Edison’un ölümünü: “Thomas Alva Edison, belki de hayatında ilk defa yenilgiyi kabul etti.”(s.136) şeklinde anlatır. Amerika Başkanı Hover’in mucide yaklaşır bir şekilde saygı duruşu öneren fikri kabul edilir. Akşam saat 10’da ülke çapında lambalar söndürülür.
DEĞERLENDİRME

Ülkemizde sadece ampulün mucidi olarak tanınan Edison’un büyüklü-küçüklü buluşlar için 1100 patent başvurusunda bulunduğunu, bu sayının yazar Gene Adair’e göre diğer bütün mucitlerinkinden çok daha fazla olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Böylesi bilim insanlarının yaşamlarının günümüz gençliği, öğrencileri ve okuyucuları için okunmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Edison’un özellikle mücadeleci kişiliğinin güçlü olmasını, lügatinde “yenilmek”, “kaybetmek”, “teslim olmak” gibi sözcüklerinin bulunmamasını; azminin hep diri, ideallerinin devamlı zinde olmasını, hayat okulunda başarılı olmak isteyenler için alınacak en önemli ders olarak görüyorum. Kitapta bulunan onlarca fotoğrafın hem bilim insanı Edison’un yaşadığı dönemin iyi anlaşılması için yardımcı olduğunu hem de esere renk kattığını düşünüyorum. Özellikle Edison’un laboratuvardaki bir çalışma masasının üzerinde yatarken çekilen fotoğrafının beni oldukça etkilediğini söyleyebilirim. Öbür taraftan bir eğitimci olarak öğrencilerimize ve çocuklarımıza doğru, çalışkan ve başarılı insanların yaşamını okutarak bu topraklardaki özgüvensizlik ruhunu kovabileceğimizi umut ediyorum. Son olarak kitabın çok edebî bir kıvamda olmadığını ama teknik olarak ayrıntısına kadar anlatılarak daha iyi anlaşılabileceğini tahmin ediyorum.
(Erzurum Gazetesi, 15 Haziran 2010)



[1] Gene Adair, Elektrik Çağının Mucidi: Thomas Alva Edison, Tercüme: A. Sinem Çağlayan Tokur, 151 sayfa, 2007, Ankara, Tübitak Yayınları, Not: Kitabın başlığı “Elektrik Çağının İcadı: Edison” çevrilirken yanlış çevrilmiş olabilir.  “Elektrik Çağının Mucidi: Thomas Alva Edison” isminin daha anlamlı olacağını düşünüyorum.     

8 Haziran 2010 Salı

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN CAN YOLDAŞI: ALİ ÇAVUŞ

        Geçtiğimiz yıllarda yayımlanan [1] kitabın yazarı -gazeteci Zeynel Lüle’nin dedesi- Ali (Metin) Çavuş, 3 Temmuz 1919'dan 1925’e kadar Mustafa Kemal Paşa’nın emir başçavuşu olarak neredeyse geceli gündüzlü, birçok tarihi olayın tanığı olarak Paşa’nın yanında bulunur. Bahse konu olan dönem itibariyle merhumun hatıraları 1962’de Yeni Gün gazetesinde Selim Kemal Keydul’un imzasıyla “Erzurum’dan Ankara’ya Adım Adım Mustafa Kemal” başlığıyla tefrika edilir. 1967’de Ziya Oranlı’nın “Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları” isimli eser olarak, 2000’li yıllarda Murat Bardakçı yönetiminde çıkan Hürriyet Tarih ekinde “Ali Çavuş’un Anıları”  adında yazı dizisi olarak yayımlanır. Daha önceki yıllarda muhtelif boyut ve içerikte yayımlanan bu hatıralar gazeteci Zeynel Lüle tarafından tekrar gözden geçirilip bazı eklemeler yapılarak 2008 yılında yayın dünyasında yeni yerini alır.

ALİ (METİN) ÇAVUŞ KİMDİR?

        Ali (Metin) Çavuş, I. Cihan Harbi’nin başlamasıyla 1915 yılında gönüllü olarak askere yazılır. Çavuş’un okuryazar olması, -şahsiyetinin harcında olan- dürüstlüğünün hemen göze çarpması, vazife şuuruna sahip bir şahsiyet olması, babayiğit ve korkusuz bir asker olması gibi birçok faktör kendisini birçok subay ve Paşaya sevdirmesine, başta Enver Paşa, Kazım (Karabekir) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa gibi şahsiyetlerin yanlarında emir çavuşu olarak görev yapmasına neden olur. Seferberlik yıllarının tamamını asker olarak geçirir. 1925 yılında sağlık durumundan dolayı memleketine döner. Ayrılırken Mustafa Kemal Paşa tarafından imzalı “…Erzurum’da 335 senesinden beri hizmetimde bulunmuş ve hiçbir suretle sadakat ve fedakârlıktan ayrılmamış akıllı ve namuslu bir efendidir. Hakkında icabı takdirin hüsnü muamele ve muavenet edilmek üzere işbu vesika kendisine verilmiştir.” yazılı tarihi vesikayı ölene kadar yanında taşır. Paşa’nın kendisine “Can Yoldaşım” hitabını bir gurur kaynağı olarak yaşamının diğer safhalarında belirtir. Daha sonraki dönemlerde merhum Çavuş kişisel gayretleri sonucu Ankara’daki Kurtuluş Savaşı’na tanıklık eden tarihi gar binasını Atatürk Müzesi haline getirir. Bu müzenin müdürü olarak uzun yıllar görev yapar. Paşa’ya olan hayranlığının bir kanıtı olarak da torunlarına Mustafa, Ali Rıza ve Zübeyde ismini verir.

        Ali (Metin) Çavuş’un daha önceki yıllarda Enver Paşa’nın emir çavuşu olarak görev yaptığını üst paragrafta belirtmiştim. Mustafa Kemal Paşa’yı ilk kez Enver Paşa’nın maiyetinde Ekim 1917’de İstanbul Harbiye Nezareti’nde bulunurken görür. Paşa, daha sonra Erzurum Kongresi’nde Ali (Metin) Çavuşu görür görmez tanıyarak “Sen Enver’in yanındaki Ali Çavuş değil misin?” diye sorar. Çavuş hayatında ilk kez burada yalan söylediğini, bunun sebebi olarak Kazım (Karabekir) Paşa’nın yanında vazifeli bulunduğu için Paşa’nın kendisine söylediği: “Mustafa Kemal’in hiçbir hareketini gözden kaçırma. Sual sorarsa sır verme.” emrine gölge düşürmemek için bu yalanı söylemek mecburiyetinde kaldığını belirtir. Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yla hiç sevişmediği için Enver Paşa’nın yanında bulunan Çavuş’a ilk günlerde mesafeli yaklaştığını, şüpheyle baktığını, hatta kendisini izlettiğini daha sonra da Ali (Metin) Çavuş’un sağlam bir karakterde olduğuna kanaat getirdikten sonra Çavuş’a her şeyini güvendiğini, hatta Metin soyadını Mustafa Kemal Paşa’nın verdiğini eserden anlıyoruz. 
       
        Hatıralarda Paşa’nın Çavuş ile birlikte yaptığı kısa geziler ve bu gezilerde halk ile yapılan sohbet ve diyaloglar hemen göze çarpar. Günlerden bir gün Cumhuriyetimizin Mimarı yanına Ali Çavuş’u alarak Çankaya’dan Yenişehir’e doğru geziye çıkar. Devrin ilk apartmanını yaptıran, yaptığı yolsuzluklarla ismi ayyuka çıkan, ismini vermediği bir milletvekili ile karşılaşırlar. Israrla Paşa’yı durdurarak yapılmakta olan apartmanın inşaatına davet ederek çay ikram edeceğini belirtir. Paşa atından iner, çay içmeye koyulur. Bu sırada yaptığı apartmana ismini koyması için Paşa’dan istirhamda bulununca Mustafa Kemal’de “Vurguncu olsun” der. Bu cevabı duyan eski mebus afallar. Paşa, “İki gün vali, üç gün müfettiş, 5 gün mebus!” diyerek çay fincanını yarım bırakıp buradan ayrılır. (s.143)

        Yaklaşık 5 küsur sene Paşanın yanında görev yapan Ali Çavuş’un gözüyle Mustafa Kemal Paşanın birbirinden farklı, ilginç kişilik özelliklerinden bazılarından bu kitap vesilesiyle haberdar olduğumu itiraf edeyim. Duruma göre çok az yetecek kadar uykuyla günü geçiştirebildiğini hatta uykusuz bile günlerce yaşayabildiğini, özellikle yanında bulunduğu dönem itibariyle güne erken başladığını, bir yabancıyla görüşürken önünde mutlaka kâğıt kalem bulundurduğunu belirtir.

Mustafa Kemal’in Çavuş’a bir kez bile emir vermediğini, “Çocuk, bir kahve yaptırır mısınız?”, “Çocuk, su söyler misiniz?” gibi nezaketle yaklaştığını bunun sonucu olarak da Paşaya olan sevgi ve hayranlığının her geçen gün arttığını belirtir. Geçtiğimiz yıl Can Dündar’ın hazırladığı “Mustafa” filmiyle kamuoyunda tartışılan Mustafa Kemal Paşa’nın karanlıkta yatamadığı, gece yatarken dahi mum yaktırdığını hatta bir keresinde yedek mumlar bitip gaz da tükenince Çavuş’un kendisine: “Paşam mum bitti. Ankara’da da bulamadık. Bu gece karanlıkta yatmak mecburiyetinde kalacaksınız” sözüne itiraz ederek, “Çocuk, ben karanlıkta yatamam. Çaresine bak.”(s.102) sahnesindeki Paşa’nın ilginç huyunu Dündar’ın bu eserden alıntıladığını fark ediyoruz.

        Yazar, Milli Mücadele kahramanlarının yoksulluğunun fotoğrafıyla ilgili birçok anekdot anlatır. Görevi Paşayı korumak olan “Muhafız Kıtası”ndaki 25 kişinin ancak 10 kadarında silah olduğunu; Binbaşı Salih’in (Bozok) dahi silahsız olduğunu, kendi silahını Binbaşı Salih’e vererek silahsız kaldığını belirtir.(s.80) Kurtuluşa sevdalılardan 36’sı Ziraat Mektebi’nde kalır. Günlerden sonra erzak ve para biter. Gelmesi muhtelif yerlerden de para ulaşmayınca Mustafa Kemal Paşa, Ali Çavuş’tan, “Valizde annemin birkaç ziyneti var. Onları al Osmanlı Bankası’na rehin bırak, para al. Çocuklar aç kalmasın.” ricasında bulunur. Çavuş, paşanın dediğini yaparak 200 lira alır. Bir nebze olsun rahatlarlar. (s.83)
         
DEĞERLENDİRME

        Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi çalışması ile başlayan, heyetin Ankara’ya ulaşması ile sona eren bölümlerinin anlatıldığı hatıranın ilk kısımlarında çok heyecanlanıp, duygulandığımı ifade edebilirim. Özellikle yolculuk sırasında çekilen zahmetler, zaman zaman heyetin engellenme planlarına karşı uygulanan taktikler, muhtelif yerleşim yerlerinde halkın teveccühü gibi onlarca olayın anlatıldığı kitabın ilk 70 sayfasında kendimi Ankara’ya gelen inanmış 14 kişilik heyetin içindeymişim gibi hissettiğimi söyleyebilirim.

Bu eseri Kahraman'ın kendisine hizmet edenlerin gözüyle de anlatımının güzel bir örneği olarak görüyorum.  Birçok tarihi olayın tanığı olan Ali Çavuş’un hatıralarının gayet sade ve oldukça akıcı olduğunu belirterek Mustafa Kemal Paşa ve Milli Mücadele dönemini merak edenlere bu sıcak hatıraları okumalarını öneriyorum.
       
        (Erzurum Gazetesi, 8 Haziran 2010)                     


[1] Zeynel Lüle, Mustafa Kemal’in Can Yoldaşı: Ali Çavuş, 165 s., Kasım 2008, İstanbul, Doğan Kitap.

1 Haziran 2010 Salı

SAATİN TARİHİNE BİR YOLCULUK: 1300–1700

                                                                                                                 
         “Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi”, “Yelken ve Top”, “Fatihler, Korsanlar ve Tüccarlar”, “Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet”, “Silahlar ve Avrupa Sömürgeciliği” gibi Türkçeye çevrilen eserleriyle tanıdığımız, dünyaca ünlü İtalyan iktisat tarihçisi Prof. Carlo M. Cipolla’nın önemli bir eseri hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Türkçeye çevrilen eserlerinin çoğunluğu gibi “Zaman Makinesi: Saat ve Toplum (1300–1700)” eseri de kendisi öldükten sonra Türk okurunun karşısına çıkabilmiştir.[1]

        Yazar, bahse konu olan zaman diliminde saatin hem “Doğu” hem de “Batı”daki seyri hakkında doyurucu bilgi vermektedir. Saat üreticilerinin asıl mesleklerinden, kullanım alanlarına, hangi tarihlerde hangi ülkelere saat ihraç edilmesinden, her zaman yenilenen, geliştirilen saatlerin fiziksel özelliklerine kadar ayrıntılı malumat içermektedir. Cipolla, bunun dışında daha çok olgular üzerine kafa yorar. Bu mealde birçok soruyu irdelemeye çalışır. Örneğin “Saat neden doğuda değil de Avrupa’da gelişti?”, “Çinde saate neden oyuncak gözüyle bakılmıştır?”, “Japonlar neden kendilerine özgü saat yapmıştır?” gibi sorulara cevap aramaya çalışır. Özellikle sanayi devrimine giden süreçte saat gibi onlarca teknik aletin gün yüzüne çıkması, bunların her geçen geliştirilmesi gibi birçok olgunun sanayi devrimine etkisinin göz ardı edildiğini vurgular. Zamanı daha verimli kullanmaya yönelik batı insanın rahatsızlığının daha iyi saatler yapmaya ittiğini belirtir satır aralarında.

Bugün envai çeşit özelliklere sahip saatleri istediğimiz gibi kullanıyoruz. Oysaki kitap boyunca anlatıldığı gibi saatin kullanım alanın oldukça dar bir zümreden halka ulaşması, saatlerin kullanılması ve tamirinde kalifiye eleman yetersizlikleri, saatin fiyatının orta halli bireylerce alabilecek duruma gelmesi yüzyıllar almıştır.

96 sayfalık kitabın yaklaşık üçte ikisini kitabın dipnot ve kaynakçası oluşturuyor. Dipnotların kitabın sonuna konulmasını oldum olası anlamış değilim. Bu eserde de dipnotlar kitabın sonuna konulmuş. Etkin bir okurun dipnotları es geçme gibi bir lüksü yoktur. Haliyle sık sık dipnotlara bakmak durumunda kalınca dipnotların kitabın sonunda olması kitaba tam anlamıyla yoğunlaşmayı zorlaştırıyor diyebilirim.

Bu kitapta dipnotlarda altını çizdiğim satır ve bölümlerin kitabın diğer bölümleri gibi yoğun olması dikkatimi çekti. Batı âleminin günümüzdeki ekonomik, siyasi, kültürel ve teknik gelişmişliğinin temellerinin birkaç asır önce atıldığına dair bir yanılgıya ülkemizde birçok insan sahiptir. Saatin gelişmesininin kronolojisini okurken Batı’nın zihniyet devrimine çok uzun bir dönemden itibaren beri fark ediyoruz. Son olarak beni etkileyen dipnotlardan kısa bir bölüm aktararak satırlarıma son veriyorum:

*Varlıklı kentliler meydan saatlerinin yapımı ya da var olanların en iyi şekilde korunması için vasiyetlerinde bağış yapıyorlardı.(dipnot no: 18, s. 67)

* 1356’da Bologna’daki Podesta sarayına yerleştirilecek saat için yirmi yaş ve üstündeki bütün kentlilerden on sekiz dinar vergi kesildi.(dipnot no: 39, s.68)

*Cep saatleri 15. yüzyılın sonlarına ya da 16. yüzyılın başlarına doğru ortaya çıktı.( dipnot no:49, s.69)

*Büyük olasılıkla doğduğu kentteki katedralin saatini de yapmış olan Basel’li Heinrich Hadler 1370’i izleyen yıllarda Strasbourg Katedrali’nin saatini ve Luzern’deki ilk meydan saatini yaptı. (dipnot no:74, s.71)

* 1544 Temmuzu’nda ‘Paris’te ikamet eden 7 saat ustası’ Paris’te saatçiler loncasını kurma iznini elde ettiler.(dipnot no:76, s.71)

*1590’a doğru bir İtalyan gezgin Paris’te yirmi iki saatçi dükkanı bulunduğuna işaret etmişti.(dipnot no76, s.72)

* Aberdeen’de (İskoçya) 1618’de meydan saatleriyle ‘ilgilenecek yetenekte insan kıtlığı vardı.’ 17. yüzyılın sonunda bile Besançon, Avignon, Broc ve Mayer’de uzman yokluğu nedeniyle, çilingirler, hatta noterler okul öğretmeleri bile meydan saatlerinin yöneticisi olarak atandı.(dipnot no:85, s.72)

*…Yukarıdaki metinde, 16. ve 17. yüzyıllarda Lyon ve Blois’da çalışan saatçilerin çoğunun babasının da saatçi olduğunu söyledim. Burada 16.,17. ve 18. yüzyıllarda karşımıza sık sık saatçi hanedanların çıktığını belirtmeliyim.(dipnot no:108, s.75)

*…İngiltere’de yapılan saatler iki nedenle Fransa’da yasaklandı, birincisi kralın cemaat yararına verdiği bir emir, ikincisi de bu saatler Cenevre saatleri kadar Fransızların zevkine uymadıkları için satılmıyordu. (dipnot no: 157, s.78)

*18. yüzyılın ilk yıllarında Christopher Polhem Stjarnsund’da (İsveç) bir saat fabrikası açtı(dipnot no:166, s.78)

* Fransız Devriminden önce Paris’te büyük olasılıkla dört yüzden fazla saat ustası çalışıyordu… O dönemde Londra ihracat için yılda ortalama yaklaşık seksen bin saat ve iç pazar için de yaklaşık elli bin saat imal ediyordu. (dipnot no:186,189, sayfa.40)

* Paris’te 1544, Blois’te 1597, Cenevre’de 1601, Toulouse’da 1608, Londra’da 1631, Lyon’da 1658-60, Aia’da 1688, Stokholm’de 1695, Kopenhag’da 1755 yılında saatçiler loncalarını kurdular.(dipnot no:83, sayfa, 25)
       
(Erzurum Gazetesi, 1 Haziran 2010)







[1] Carlo M. Cipolla, Zaman Makinesi: Saat ve Toplum 1300-1700, Çeviren: Tülin Altınova, 96 sayfa, 2002, İstanbul, Kitap Yayınevi

PROF. İSKENDER PALA'NIN SUBAYLIK ANILARI

                           
        Ülkemizin divan edebiyatı alanındaki otoriteleri denilince şüphesiz çoğumuzun aklına ilk gelen isim: “Prof. Dr. İskender Pala”dır. Pala, akademisyen kimliğinin yanında divan edebiyatının varlığını ve güzelliklerini geniş okur-yazar kitlelere yaymayı kendisine misyon eylemiş bir yazardır. İlhamını divan edebiyatından aldığı onlarca kitabın müellifidir. Yine birçok okuyucunun bilmediği üzere ömrünün azımsanamayacak kısmını bahriye subayı olarak geçirir. Öğretmen, subay ve akademisyen kimliğinin üçünü bir arada yürütürken 15 yıllık mecburi hizmetinin bitmesine sadece birkaç ay kala ordudan atılır.

        Geçtiğimiz haftalarda İskender Pala’nın, askeriyedeki yıllarını anlattığı “İki Darbe Arasında: İlginç Zamanlarda” isimli hatırası yayımlandı.[1] Bahse konu olan kitapla ilgili anladıklarımı ve düşüncelerimi bana ayrılan sütuna sığacak kadar; dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

        Kitap ile ilgili keskin yargımı yazının sonuna kadar saklamayı bir türlü başaramadım. Hemen itiraf edeyim. Eser, şimdiye kadar okuduğum Türk yazarların hatıraları içerisinde beni en çok etkileyen kitaplardan biridir.[2]

        Pala, 1982 yılında Deniz Kuvvetler Komutanlığı’na öğretmen ve subay kadrosuyla atanır. Akademik yaşamının başlangıcı askeriye öncesine dayanır. 28 Şubat öncesi emekliliğine birkaç ay kala ordudan atılır. Yazar, 28 Şubat dönemini kapsayan zaman diliminde YAŞ kararlarıyla İrticacı oldukları gerekçesiyle ordudan atılan 3000 subay ve astsubayın mağduriyetini kendi hatıraları ekseninde anlatmaya çalışır. Pala, kişisel yaşamının en büyük mağduriyeti olan bu durumunu açıklamaya, subaylık sınavı için müracaat ettiği günden başlar. Bu sürece gelene kadarki yaşadığı sistemli baskı, yıldırma ve tecritleri edebî dilinin keskinliğini de kullanarak ustaca anlatır.

        Yazar, askeri yaşamı boyunca görevini hiç ihmal etmediğini, üniformasına bir leke değdirmediğini; bunları yaparken namazlarını kılmaya çalıştığını, eşinin başörtüsü, kızının imam hatip lisesi yüzünden adının tarikatçılığa bulaştığını, hiçbir tarikat, mezhep ve ideolojinin taraftarlığını yapmadığını söyler. Fikre, dine, kitaba, araştırmaya, kültüre, bilime karşı gördüğü bağnazlıkları anlata anlata bitiremez.  Bunların birkaçından kısaca bahsetmek istiyorum. Subay sınavlarının birinde mülakat komisyonunda görev alır. Bazı subayların aday öğrencilere sorduğu sorular vicdan sahiplerini rahatsız edecek durumdadır. “Bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün Nutku var. Denize düştün, tek elle yüzeceksin, önce hangisini atarsın”(s.50) Atatürkçülük adına genç kuşaklara Atatürk düşmanlığının da tohumları sayılabilecek bazı teşebbüslerde bulunulduğunu anlatır. Milli Eğitim Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu’na ait bazı kitapların yakıldığını iddia eder.(s.81–2) Masasının üzerindeki Osmanlıca metinleri görüp “Kur’an okuyor” yaygarası çıkaranlar dahi olduğunu belirtir. Şehit cenazelerinde subayların cenaze namazı kılmadığını, Pala gibi cenaze namazı kılanlara da kötü gözle bakıldığını, daha sonraki yıllarda da emirle şehitlerin cenaze namazlarına katılındığını vurgular. Edebiyat doktoru unvanını kullanmaması için direnen komutandan tutun da tuvaletin temizliğinden sorumlu olduğunda Dr. Pala diye yazan komutanına kadar onlarca hukuksuzluk örneği verir. 

        Sadece inançları ve dünya görüşü için değil entelektüel donanımı ve akademik dolgunluğu sayesinde çalıştığı yerlerde hak ettiği ilgi ve takdiri görmediğine anlattıklarından şahit oluyoruz. Örneğin ordudan disiplinsizlik yüzünden atıldığını anlatırken şu makul örneği veriyor: “Her şey bir yana, eğer disiplinsiz olsaydım kırk yaşında elli kitabın sahibi olabilir miydim?” (s.200) Bunun yanında bilgi birikiminden istifade etmeye çalışan Kuvvet Komutanı koltuğundaki komutana kadar birçok kişinin kendisiyle irtibata geçtiğini belirtir. Örneğin yurtdışına gidecek olan üst rütbeli komutanların bazılarının daha önce kendisinden gideceği ülkenin tarihiyle ilgili çeşitli raporlar istediklerinden bahseder. Kardak krizinin hemen öncesinde bu konu hakkında acilen araştırma yapması istenir. Özel izinle ulaştığı belgelerle Türkiye’nin yakın tarihi hakkında bildiğimizin dışında bir tarih olduğunu beyan eder.

İskender Pala’nın ideolojik bir önyargısının olmadığını; cemaatler, partiler, fikirler üstü bir bakış açısına sahip olduğunu düşünüyorum. Öbür taraftan ordudan disiplinsizlik sonucu atılanların en azından hatırı sayılır kısmının cemaatlerle organik ve inorganik bağı olduğu da bir gerçektir. Oy kullandığı partiden, alışveriş yaptığı dükkâna, evleneceği kızdan, okuyacağı gazeteye kadar kendi inisiyatifi olmadan üstten gelen emirle karar veren bireylerin(!) olduğu dönemdeyiz. Bu şekilde bir bakış açısına sahip bir askerin şeyhim mi komutanım mı sorusuna cevap olarak ikinci şıkkı vermeyenler için bu cevap, kişinin bindiği dalı kesmesi anlamına gelir. YAŞ kararları eleştirilirken olaya biraz da bu pencereden bakılması gerektiğine inanıyorum. Bizim safiyane düşüncemize göre, Şeyh Edibali ve müritleri gibi yöneticilere, subaylara hiçbir kimsenin diyeceği yoktur.[3] İskender Bey, kimlerin ordudan uzaklaştırılacağıyla ilgili bahsederken bir subayın yabancı bir kadın ile evlenmesinin ordudan atılması için yeterli gerekçe olduğunu söyler. Bunu da laik bir ordunun muhafazakâr tutumu şeklinde yorumlayabiliriz.


Pala’nın anılarının son kısmı Türkiye’deki cemaatlerin de ağır bir eleştirisi olarak okunabilir. Büyük söylemlerin sahiplerinin ne kadar kof ve çıkarcı davranışlar sergileyebildikleri derin bir hayal kırıklığı yarattığı anılarda okunabilir. Tabii İskender Hoca’nın arabaya sigorta yaptırmanın dine aykırı olduğu gibi telkinlere kolayca inanacak kadar saf yürekli olmasının daha sonra yaşayacağı hayal kırıklığının ana nedeni olduğunu ifade etmeliyiz. Diğer taraftan yazarın kendi özeleştirileri de yabana atılır gibi değildir. Mesela ordudan uzaklaştırılıncaya kadar asla değiştirmedikleri eşinin ve kızının giyim tarzını daha sonra kendiliklerinden değiştirdiklerini söylüyor. Fikrimizce insanlara belli bir dozun üzerinde sürekli bir baskı uygulamak, muhataplarda tutulan yolun hiçbir arızası bulunmayan ve gözden geçirilmesi ihtiyacı olmayan bir tercih olduğu şeklinde “mistik” bir gerekçeyi temellendiriyor. Kişinin karakter zaafı gösterip kendisi aksine inandığı halde, bütün doğru bildiklerini toplum önünde lanetlemesi gibi şahsiyet parçalanması dışında hepimizin ihtiyacı olan özeleştirinin kapısı böylelikle kapatılmış oluyor. Mağduriyet duygusu bitip tükenmeyen nefret ve saplantıların da tohumlarını beyin ve ruhlarda böylelikle ekiliyor.. Divan Edebiyatı Profesörü kendisine derin ve sistemli haksızlık yapıldığını ifşa ederken, ordumuza ve askerimize saygı ve bağlılığını açık bir şekilde yerlerde beyan etmektedir. Tabii mağduriyete uğradığını düşünenlerin hepsinden İskender Pala olgunluğu ve özeni beklemek de gerçekçi değildir. Bu çerçevede basına yansıdığı kadarıyla vaktiyle irtica suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırılanların bir kısmının mağduriyet hıncıyla kuruma düşmanlık ve nefret ifadeleri görülebilir. Bu tarz haksız ve aşırı tepkisel davranışlar da sadece “işte bunlar böyledir” kolaycılığı ve basitliği ile yorumlanmamalıdır. Mağdur edilmişlik hissinin hangi yıkıcı tepkileri doğuracağı da göz önüne alınmalıdır..   

        Ordudan emekli olmasına birkaç ay kala atılmasına rağmen eğer bugün bir ordu kadar okuyucusu varsa bunu sadece belli cemaatlerle dirsek temasında bulunmasına bağlamak kesinlikle yanlıştır diye düşünüyorum. Öbür taraftan Pala gibi kolunda altın bilezik olanların[4] sayısının her geçen bu topraklarda artması gerektiğine inanıyorum. Akademisyen ve yazar İskender Pala’nın zamanı nasıl verimli kullandığıyla ilgili bir alıntıyı sunmak istiyorum: (28 Yaşındayken, “Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü” isimli eserini nasıl hazırladığını anlatıyor) “Nihayet yazıya dökme devresinde, hiç misafir kabul etmeden ve hiç misafirliğe gitmeden, hiçbir tatil gününde sokağa çıkmadan ve her gün üniformayı soyunur soyunmaz kapandığım odamdan gece saat ikilerde, üçlerde uykulu gözlerle çıkmak şartıyla tam 365 gün her hafta sonu ve gece yazdım, yazdım, yazdım… Henüz bilgisayar hayatımıza girmemişti. Kaç düzine kalem tükettiğimi bilmiyorum. Yazıyordum, siliyordum, düzeltiyordum, beğenmezsem yeniden yazıyordum. Galiba bu benim için askerlik hayatımın sıkıntılarından bir kurtuluş, yanlış seçim sonucu girdiğim üniformanın içinden çıkış rehberim olmuştu.”(s.73)
        
         Sonuç olarak İskender Pala’nın subaylık anıları karakter sahibi, kaliteli, çalışkan ve dürüst bir şahsiyetin her şeye rağmen ayakta nasıl kaldığının da hikâyesidir. Sağcılık hastalığının ne demek olduğunu, ordudan namaz kılanların niçin hepsinin atılmadığını merak edenler için dahi bu anılar okunmayı hak ediyor..

        (Türk Yurdu Dergisi, Sayı:274, Haziran 2010)




[1] İskender Pala, İki Darbe Arasında, 265 sayfa, 3. baskı, Şubat 2010,  İstanbul, Kapı Yayınları, http://www.kapiyayinlari.com/
[2] Bu alanda en çok etkilendiğim, hoşuma giden birkaç eserin isimlerini sıralayabilirim: Mitat Enç- Bitmeyen Gece, Ş. Süreyya Aydemir- Suyu Arayan Adam, Refik Halid Karay-Bir Ömür Boyunca

[3] Yıllar önce Tarık Buğra’nın “Osmancık” romanında okumuştum. Osman Beyin kayınpederi aynı zamanda şeyhi olan “Şeyh Edebali”dir. Bahse konu olan olay ne kadar tarihi gerçektir bilmiyorum ama Şeyh Edebali’nin yaklaşımı oldukça mantıklı ve makuldür. Osman Bey devlet adamı oluncaya kadar kayınpederinin elini öper, zamanla devlet büyüdükçe Osman Bey devlet adamı oldukça Edebali elini ısrarla öptürmemeye çalışır. “Eğer elimi öpersen, devleti yönetmede ben etkin duruma yükselirim. Oysaki benim devlet yönetmede hiçbir bilgi ve becerim yoktur.” mealinde açıklamalarıyla Osman beyi uyarır. Hangi kaynakta okuduğumu tam olarak hatırlamıyorum. Aynı bu mealde Fatih Sultan Mehmet de hocasının elini öpmeye kalkar. Akşemseddin şiddetle aynı gerekçeyle karşı çıkar.
[4] Çocukluğumuzdan itibaren büyüklerimizden iyi bir mesleğin ömür boyu kola takılan altın bir bilezik olduğunu dinlemişimdir. Bu minvalde konuyla ilgili basit bir öykücüğü de anlatmak durumundayım. Haramiler kervanlara saldırı düzenleyip olağan soygunlarını yapar. Adamların üzerindeki değerli ne kadar mücevher, altın, para vs. alıp giderken arif birisi hırsıza seslenir: “Sen beni bugün soydun. Benim kolumda altın bileziğim var. Kaybettiğim bu parayı, serveti yarın, öbür gün tekrar kazanırım.” Bunun üzerine hırsız tekrar adamın yanına gelir. Hemen kolunu yoklar. Kolunda olmayan altın bileziğin hesabını sorar. Adam da kendisine mecazi olarak bu durumu anlatır.