26 Temmuz 2010 Pazartesi

BİR ÜLKÜCÜ MAHKÛMUN CEZAEVİ GÜNLÜKLERİ


        Ülkemizde 80 İhtilali öncesi yaşanılan kamuoyunda “Sağ-Sol çatışmaları” olarak bilinen; ciddi kavgaların, kanlı çatışmaların, faili meçhul –olmayan- cinayetlerin günlük sıradan hale geldiği; caddelerin, kahvelerin, mahallelerin, okulların hatta şehirlerin parsellendiği ve bölündüğü dönemi yaşayanların kahir-i ekseriyetinden “Allah o günleri bir daha göstermesin” cümlelerini sıkça duymuşuzdur. Bu dönem 12 Eylül ihtilalıyla sona ermiştir. Aradan 30 yıl kadar geçmesine rağmen; o dönemin kavgalarının tarafları ve taraftarlarınca, müdahillerince, hakemlerince, hatta akademik ve aydın çevrelerce yaşanılan süreç masaya yatırılıp enine-boyuna, tartışılmadığını; günümüz ve gelecek nesiller için gerekli dersler çıkarılamadığını düşünüyorum. Bugün o dönemin sağlıklı tahlilini yapanlar olarak kamuoyunda gösterilenlerin dahi olayı basitçe bir sağ-sol çatışması olarak yorumlaması ilginçtir. Kavganın taraflarından sol düşünce gurubundaki pek çok kişi bu dönemin sorgulanmasına yönelik kendi yaşadıklarını ve düşüncelerini günce ve hatıra olarak yayımladılar. İdeolojik kamplaşmanın sağında bulunan ülkücüler ise yaşadıklarını sözlü olarak çevrelerine anlatmanın dışında pek bir yönteme başvurmadılar. Tabii bu camia içerisinde istisnalarında olduğunu hemen belirtmek zorundayız. İşte bu istisnalardan birisi de Oğuzhan Cengiz’dir.

Oğuzhan Cengiz’i kısaca birkaç cümle ile şöyle tanıtabiliriz: Cengiz, Milliyetçi-muhafazakâr çizgideki bir babanın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Soğuk Savaş yıllarının gençleri öğüttüğü ölüm değirmenlerinin yaşandığı 68–80 yılları arasında ülkücü olarak çatışmaların ortasında kendini bulur. Ülkücü kimliğiyle birçok olaya karıştığı için cezaevine konulur. Cezaevinden bir süre sonra birkaç arkadaşıyla birlikte firar eder, yaklaşık olarak 20 ay kaçak gezer. Daha sonra ihtilaldan birkaç ay önce babasının da isteğiyle teslim olur. İstanbul, Edirne ve Malatya cezaevinde toplam 11 yıl yatar. Cezaevi sonrası yarım kalan yaşamına kaldığı yerden devam eder. Önce askerliğini yapar, sonra evlenir. Ticaret ile meşgul olur. 1997–2000 yılları arasında MHP İstanbul İl yönetiminde bulunur. Daha sonra çocuklarının isimlerinden oluşan “Bilgeoğuz” yayınevini kurar. Bugün yayıncı ve yazar olarak çalışmalarına devam etmektedir. Cengiz, cezaevi yıllarında ender olarak günce tutan ülkücülerden biridir. Cezaevi yöneticileri tarafından günlüklerinden bir kısmına el konulur. Kurtarabildiği günlüklerini “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” isminde birkaç yıl kadar önce yayımlar. 

YANIKKALE [1]

Günü gününe tuttuğu günlükler 1 Ocak 1982’den Edirne cezaevinden ayrıldığı 2 Haziran 1982 yılına kadar devam eder. Edirne Kapalı Cezaevi’nin halk arasında yürekleri yakan anlamındaki “Yanıkkale” ismini kitaba başlık olarak verir Cengiz. Bu kitapta topladığı günlükleri daha çok deneme tadında olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle adeta mahkûmun zihin dünyasını oluşturan cezaevi, siyasî mahkûm, af, özgürlük, sayım, volta, ziyaretçi, mektup kavramları üzerinde duygu ve düşüncelerini anlatmaya çalışır. Yazar, örneğin ziyaretçisi gelmeyen mahkûmun oldukça gergin ve öfkeli olduğunu belirtir. Kendisinin de ziyaretçisi çok az gelenler sınıfında olduğundan ziyaret saatlerini özellikle uyumaya ayırır. Mahkûm ziyareti hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklar: “Ziyaret ne efsunlu, cazibeli ve güzel bir kelime. Onun etrafında kurulan dünyanın düşleri, günlerin geçişini hızlandırır içerde. Her şey ‘ziyaret’ gününe endekslenir. Bütün sohbetler, konuşmalar onun etrafında kilitlenir. Ziyaretçisi gelen o günün kahramanı olur, ses tonu, davranışları, yürüyüşü bile değişir. Sanki güven tazeleme merasimidir ziyaret günü... Dışarıdan gelenler, özgürlüğün kokusunu getirirler içeri ama bunun farkına asla varmazlar.”(s.18)

Yazar, cezaevindeki günlerini kitap, dergi ve gazete okuyarak, güncesini yazarak, ibadetlerin bir parçası olan Kuran-ı Kerim okuyarak kendisini yenilemeye, geliştirmeye çalışır. Kendisi bu durumunu aksiyon adamı olmaktan fikir adamı olmaya yöneliş olarak yorumlar. Okuma ve yazma beraberinde düşünme eylemini aktif olarak kullanmayı getirir. Özellikle dünya görüşünün sorgulanmasına ve yaşanılan olaylar hakkında o dönemin ilginç tahlilini yapar: “Türkiye, bu yıllarda bir ateş çemberinden geçti. Toz, duman ve kan içinde savrulup giden bir nesil vardı. Ülkemin kara göklerine bakarak, zaman zaman gözyaşı döken, zaman zaman mermiler kusan bir nesil. Nasıl bir çaresizlik içine düşülmüştü ki, ölüm çare oluyordu bazen, yok etmek çare, yok olmak çare oluyordu. Zor ve acımasız günleriydi ülkemin. Herkes kadar herkes kadar haklı, herkes herkes kadar haksızdı. Suçlu ve suçsuz kavramlarına inanmıyorum. O günün şartları içinde, olayları yaşamaktan, takip etmeye zamanımız kalmıyordu. Ne için ve kim için ölüyorduk, öldürüyorduk? Bu sorunun cevabını kendi şahsım adına biliyorum, ama bilmeyerek ölen ve öldüren yüzlercesini tanıdım. Sadece macera ve hareketin olduğu yere akan yüzlerce insan… Onlar için ideal, ülkü, ufuk gibi kavramlar yoktu. Öncelikle mensubiyet duygusunu yaşayarak, kendilerini bir yere mal ederek var olmanın yollarını arayan bir sürü insanın, siyasi aksiyon içine katılması seviyeyi müthiş düşürdü. İdeolojik militarizm, şahsî inisiyatifin eline geçmeye başladı. İhtiraslar, hesaplar karıştı işin içine. Kıyım işte bu noktada başladı ve hiçbir kabahati, günahı olmayan masumların canı yandı.”(s.132)

Edirne Cezaevindeki günlüklere göre siyasî mahkûmlar yetkililer tarafından herhangi fiziksel işkenceye tutulmaz. Koğuşlarda farklı görüşlerdeki mahkûmlar karışık bir şekilde bulunmamaktadır. Cezaevinde özellikle de kışın ısınma ile ilgili sorunların had safhada olduğunu günlüklerden öğreniyoruz.

KAPIALTI[2]

        Kapıaltı, yazarın Edirne Cezaevi’nden yola çıkıp Malatya Cezaevi’ne ulaşmasıyla başlayıp 11 Aralık 1986 yılına kadar ki günlüklerden oluşmaktadır. 83–84 yılları arasında tutulan güncelerde sadece yıl olarak yazılmış gün ve ayın tarihi belirtilmemiştir. Yazarın Malatya’daki Cezaevi günleri Edirne Cezaevindeki günlerine göre daha sancılı, zorlu geçmektedir. Özellikle Edirne’den gelmeleriyle birlikte işkence de başlamaktadır. Her ne kadar ülkücülerin ihtilal sonraki günlerdeki “Mamak” işkencehanesi kadar olmazsa da yaşanılanlar korkunç düzeydedir. Karıştır-Barıştır politikasının yansıması olarak farklı görüşteki mahkûmları aynı koğuşa konulur. Bundan dolayı da kavgalar sıradan hale gelmektedir. Misal olarak bazen kavga yapmamaları için yemekte kullanılan çatal, kaşık, bardak, sürahi ve benzeri eşyalar dahi ellerinden alınır, yemekler kaşıksız, çatalsız yenilir. İlk birkaç yıldan sonra işkence azalır, koğuşlardaki farklı görüştekiler ayrıştırılır. Cezaevindeki kavgalar sadece karşıt görüştekiler arasında olmaz. En yakın arkadaşlar ve dava arkadaşları arasında dahi olur. İlk yıllarda tutulan günlükler az olmakla birlikte yaşam koşullarının iyileşmesiyle birlikte güncelerin de düzenli olarak tutulması dikkat çeker. Kapıaltı günlükleri ile Yanıkkale günlüklerini karşılaştırdığımızda Malatya’daki güncelerde daha çok gündem ile ilgili haberler, okunan gazete, dergi ve kitaplar daha fazla yer tutar. Yazar, hoşuna giden, ilgisini çeken eser ve şiirler hakkında günlüğüne kayıt düşmektedir. Fahir Armaoğlu’nun “20. Yüzyıl Dünya Siyasi Tarihi”nden, İbn-i Haldun’un “Mukaddime” sine; George Orwel’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ünden, Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne; Cemil Meriç’in “Mağaradikiler”den, Yavuz Sultan Selim’in ”Divanı”na kadar birbirinden farklı kallavi birçok kitap okuduğunu günlüklerden çıkarıyoruz. Bu okuma serüvenin ileriki yıllarda yayıncılık ve yazarlıkla sonuçlanacağı da iyi biyografi okurları tarafından sezebileceğini tahmin ediyorum.

        Cengiz, bunun dışında cezaevine düşmeden önceki ve firar günleri hakkında da zaman zaman bahsetmektedir. Kendisinin avukatının şimdiki DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk olduğunu, İstanbul’da yazar ve yönetmen Gani Müjde ile de kavga ettiklerini belirtir.


[*] Eğitimci- Eposta: ikizkuyu@yahoo.com 
[1] Oğuzhan Cengiz, Yanıkkale, 207 sayfa, 4. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[2] Oğuzhan Cengiz, Kapıaltı,  274 sayfa, 13. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları

20 Temmuz 2010 Salı

EMİN SAZAK’IN HATIRALARI

                                                                                
 Akademik ve analitik bakış açısına sahip olmak isteyen kişilerin öğrenmek istediği konu ve dönem hakkında ciddi araştırma kitaplarına, akademik tezlere müracaat etmeleri gerekir. Bu tarz eserlerin diğer edebî türler gibi kolay okunmadığı da bir gerçektir. Akademik çalışmaların soğuk ve resmi yüzü, bilgi yoğunluğunun çok fazla olması, teorik bilgilerin zihni daha fazla yorması; şüphesiz okurun okuma ve anlama hızını yavaşlatmaktadır. Yorulan ve sıkılan okurun yardımına edebiyatın değerli çocukları olarak yorumlanabilecek anı, günlük, biyografi, mektup türleri yardımcı olurlar. Bu türlerin sosyal bilimler ve tarih ile yakın akrabalığı dikkat çekmektedir. Ancak bu kitapların sübjektifliğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Özellikle de “hatıra” eksenli kitapları okuyanların çok temkinli okuması ve farklı ve çapraz kaynaklardan iddiaların test edilmesi gerekir.[1] Hatıraları dediğim şekilde okuyan insanların ciddi bir tarih kitabı kadar sağlıklı bilgiler elde edeceğini düşünüyorum.

         Osmanlı Devleti’nin ömrünün son demlerini yaşadığı zamanda Orta Anadolu’da bir toprak sahibi genç bir İttihatçı olan, İstiklal Savaşı’na bilfiil katılan, İlk Meclis’ten 1950’ye kadar 30 yıl kesintisiz milletvekilliği yapan, DP’nin ilk vekillerinden, Cumhuriyet’in ilk müteahhit ve işadamlarından olan Emin Sazak’ın günlüğü ve hatıralarından oluşan kitabı[2] hakkında bir yazı yazmaya karar kıldım.

 “Emin Bey, Defteri”ni 36 yaşında 20 Ocak 1918’de yazmaya başlar. 22 Şubat 1948’e kadar düzenli bir şekilde olmasa da bazen günü gününe bazen belli aralıklarla günlüğünü ve hatıralarını yazar. Kitabın ilk iki bölümünü daha ziyade hatıralar oluşturur. Daha sonraki bölümler günlük tarzında sıcağı sıcağına yazılmıştır. Emin Bey, bu defteri çocukları ve torunlarının yaşantısından ders alması için yazmıştır. Oysaki defterin yayınlanmasıyla görüyoruz ki Sazak’ın anlattıkları aile tarihinden çok ötedir. Tarihin ön bahçesinden bugünlere seslenmektedir. Emin Bey’in Defterin de yok yok. 19. yüzyılın sonuyla başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar köy-kasaba yaşamının renkleri, İttihatçılığın ve Meşrutiyet’in taşrada izleri, Balkan ve Dünya Savaşı’nın cephe gerisindeki halkın durumu, halk-memur ve eşraf ilişkilerindeki yoğunluk, Ermeni Tehciri hemen öncesi ve sonrasında Orta Anadolu’da yaşanılan sıcak gelişmeler, Türklerin Sakarya Harbi öncesi düşmanın Polatlı’ya kadar gelmesinde yaşadığı kaçkın hali, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren aktif siyasetin içerisinde bulunan bir siyasetçinin tek parti dönemiyle ilgili ilginç itirafları, siyasi yaşamıyla birlikte işadamı olarak Anadolu’nun inşa edilmesindeki katkıları, yoksul Anadolu’nun fotoğrafı vs.

 Emin Bey’in, eğitim hayatı medreseden terktir. Medreselerin kokuşmuşluğuyla anlattıkları ilginçtir. Osmanlı’nın son döneminde Medrese öğrencilerinin askerlikten muaf olması gibi bir kanun çıkar. Bu durumun ciddi anlamda nasıl istismar edildiğini Sazak şöyle ifade eder: “Geçen sene, çobanlara varıncaya kadar öğrenci diye kayıt yapılmış. Hocası, müftüsü tarafından onaylanan kayıtlı olan kişi askerlikten kurtuluyordu.”(s.65)

  Yazarın memleketi Eskişehir’in Sivrihisar ve Mihalcık’taki ilçesindeki Ermenilerden bahsederken tefecilik yaptıklarını, özellikle babasını çok dolandırdıklarını, Ermeni tefeciler yüzünden çok mağduriyet yaşadıklarını belirtir. Sazak, bunun acısını Ermeni Tehciri sırasında fazlasıyla çıkaracaktır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarının haraç-mezat satılmasına, kısmen yağmalanmasına göz yumacaktır. Bu konuyla ilgili şu satırları defterine kaydedecektir: “Ermenilerin ticaretini de sekteye uğratıyordum. Kendim aldanmayıp aldatıyordum. Halkı da aldatmaya teşvik ettiğimden bütün Ermeniler hasım oldu… Kaymakam, Hıristiyan olduğundan, hükümetin siyasetine bağlı olduğunu göstermek ve Ermeniler soymak için her müracaatımızı dikkate alıyordu. Memlekette hiç esnaf yoktu. Ermeniler giderse, dükkânları tamamen kapanacaktı. Dükkânların kapanmaması için, Ermenilerin manifatura, hırdavat, aktariyelerini esnafa dağıtım yapmaya ve bir dükkânda kendim almaya karar verdim…”(s.113–4) Tehcir’den birkaç yıl sonra bu yaptıklarını sorgulayıp vicdan azabı duyacak. Mütareke döneminde Divan-i Harbi Örfi’de yargılanacaktır.

 Milli Mücadele döneminde Emin Bey ön saflardadır. Düşmanın Polatlı’ya kadar geldiği bir dönemde Emin Bey’in ailesi, köylüleri düşmanın zulmünden nasibini alacaktır. Düşman askerleri kendilerinin evini ve çiftliğini yakacaktır. Milli Mücadeleciler bu zaman diliminde aydınlık günlere kavuşmanın hesabını hep yapmıştır. Zaman zaman yaşanılan yenilgi psikolojisinin yaşattığı bozgun Emin Bey’in satırlarında da mevcuttur. Bu dönemin günlüklerinde milleti için Allah’tan istenilen yardım, Tanrıya yapılan dualar dikkat çekmektedir.

 Emin Sazak, Büyük Millet Meclisi’nin ilk mebuslarındandır. Özellikle Sakarya Savaşı öncesi Mustafa Kemal Paşa’ya Meclis tarafından verilen yetkiler konusunda tedirgin olan vekiller arasındadır. Paşa’nın Enver Paşa, Cemal Paşa gibi diktatörlük kurarak bizi başka bir akıbete götüreceği korkusunu yaşadığını Sazak’ın satırlarından anlıyoruz. Yine Bolşevik İhtilalı’nın Türkiye sıçramasından da ürküntü duymaktadır. Kendisinin toprak zengini olması, sosyalist sistemdeki mülkiyetin ortadan kaldırılmasına yönelik yapısı karşısında bu sisteme karşı düşüncelerini günlüklerinde ayrıntılı bir şekilde anlatır. Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın Rusya’ya karşı sıcak mesajları Emin Bey’i kuşkulandırır. Paşa’ya bu durumu sorar. Mustafa Kemal Paşa da ulusal çıkarlarımız için bu politik dili kullandığını söyleyince rahatlar. (s.168)

Yazarın girişimci ruhu gerek kendi işinde gerekse Meclis’teki duruşunda hemen öne çıkar. Dönemin ilk müteahhitlerindendir Sazak. Şirketi demiryolu yapımında ve muhtelif köprülerin inşa edilmesinde görev almıştır. Gerek klasik memur zihniyetini sürekli sorgular. Mekteplerimizin memur fabrikası haline geldiğini belirtir.(S.242), gerek Meclis’teki memur kökenli vekillerin ekonomi hakkında liyakatini eleştirmekten geri durmaz. 10 Temmuz 1923 tarihli günlüğüne şöyle der: “Bu Meclis’i birçok açıdan yetersiz bulmaktayım: Tüketici, memur ve askerden meydana gelen bu Meclis’in yapacağı iş bizi milli iflasa götürmektir. Aynı zamanda, aç gözlü insanların sayısı epeyce çok.”(S.229)
    Yazarın Mustafa Kemal Paşa’ya ilk başlarda temkinli yaklaştığını daha önceki satırlarımızda belirtmiştik. Daha sonra lidere olan güveni her geçen gün artacaktır. Bunun yanında hem Tek Adam hem de İkinci Adam’a rağmen yapılan yanlışları ve hataları da açık yüreklilikle bahseder. Örneğin Dünya ekonomik buhranının Türkiye’ye yansımalarını anlatırken açlığın ciddi boyutlarda olduğunu, insanların ot bile yediğini belirtir.(s.259) Emin Bey, Cumhuriyet sonrası yapılan yenilik ve inkılâpları desteklemekle birlikte ekonomi üzerine Mustafa Kemal Paşa’dan köklü radikal devrimler beklemektedir. 30 Ekim 1928 ve 17 Şubat 1930 tarihli günlüğündeki satırlar Sazak’ın ufkunun genişliğini gösterir: ”Ekonomik işlerde israf, zevk ve eğlencenin önüne geçilmesinde biraz gecikme ve önemli hatalar var. Mesela, Gazi istese, şapka ve yeni harfler konusunda yaptığı inkılâplar gibi, bir gün milleti tasarrufa yönlendirebilir. ‘Kendi el emeği ile bir şey yapamayan kadın, Türk kadını değildir..’ dese yeter. Kısacası, İsrafil’in Sûr’u gibi her emri derhal hareket veriyorken, ‘çalışın, zengin olun’ diye seslense yeterlidir. Bakalım, belki ona da sıra gelir..” (s.256) “diğer inkılâbı yapmak da, ekonomik inkılâbı yapabilmek içindir. Bu nasıl olur? Bu Meclis’le olmaz, afyon yutmuş gibi başını sallıyor. Yüzde doksan beşi memur. Bütün çalışmaları, günü ve geleceği, yani emekli kanunlarını, harcırahlarını düzeltmek. Hakları da var; meslekleri, gelecekleri odur.”(s.272)
     Gerek Cumhuriyet’in inşasında yerli tüccarların kalkınmasına yönelik çalışmalar gerekse de iş dünyasının iktidarlarla arasındaki yakınlık Emin Bey için de geçerlidir. Hatta o kadar önemlidir ki iktidara tabiri caizse göbek bağıyla bağlıdır. Örneğin kendisinin üçüncü dönem vekil seçilmesine sevinerek “Elhamdülillah nefes aldık”(s.251) der. Atatürk’e suikast davasıyla ilgili satırlarda şu ifadeyi kullanır: “Suikast başarılsa, vatanın genel durumu bir yana, şahsen benim de mahvolduğum gündü. Gazi’nin başına bir şey gelseydi, benim de intihar etmem gerekirdi. Devlette birçok alacağım var. İşe girişmişim, borçlanmışım. Benim gibi, ülkedeki ekonomik durumla ilgili olan herkesin böyle olması gerekir.”(s.249)
     Günlüklerde küçük bir ayrıntı sizi bilmiyorum ama benim dikkatimi çekti. Atatürk’ün vefat etmesinden hemen sonraki gün yani 11 Kasım Cuma günü saat:11.00’de Meclis’in toplanıp İsmet Paşa’yı Cumhurbaşkanı seçtiğini belirtir. Bu şekilde sıcağı sıcağına yeni Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini önemli buluyorum. (s. 297)

DEĞERLENDİRME

     Emin Sazak, Osmanlı’nın son dönemeci olan sancılı yıllarda, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda önemli görevlerde bulunmuş politikacı, işadamı ve aydındır. Sazak, bir değil birçok dönemin tanığı durumundadır. Hatıra yazarlarının çoğunluğunun emeklilik yaşlarında yazdığını göz önünde bulundurduğumuzda Emin Bey’in bu notları çok daha erken yaşlarda ve sıcağı sıcağına yazması emsallerine göre bu kitaba daha güvenilir bakmamıza neden oluyor. Kaldı ki bu tarz kitapları okumayı seven birisi olarak bu kadar açık yüreklilikle yazılan anılarla çok az karşılaştığımı ifade edebilirim. Rahmetli Sazak, hep iğneyi kendisine çuvaldızı karşısındakine batırmıştır. Hatta bazen tam tersine çuvaldızı kendisine iğneyi karşısındakine batırmıştır. Örneğin kitabın sonunda yaşadığı dönemle ilgili farklı kaynaklarda Sazak ve icraatlarıyla ilgili olumlu değerlendirmeler mevcuttur. Eserin sonundaki bu ekler bölümünde bahsedilen Sazak’ın yaptığı iyilik ve fedakârlıklar hakkındaki bölümlerin “Emin Beyin Defteri”nde neredeyse es geçilmiştir. Günlüklerde birçok alanda kalem oynatılmıştır. Yazar, 28 Kasım 1919 tarihli günlüğünde hayal ve emelleri hakkında tafsilatlı açıklamalarda bulunur. Hayallerinin neredeyse tamamının gerçekleştiğini günlüklerinden öğreniyoruz. Son olarak, siyasi tarihe hatıralar ve günlükler üzerinden bakmak isteyenler için eseri çok önemli buluyorum.

(Erzurum Gazetesi, 20 Temmuz 2010)



[1] Yıllar önce Şeyh Sait İsyanına katılan bir Kürtçünün hatıralarını okumuştum. İsyancıların ve kendisinin kahramanlıklarını anlatırken bir bölük (ya da tabur) Türk askerini esir aldıklarını beyan eder. Bu askeri birliğin sayısının on bine yakın olduğunu ifade eder. Şimdi askerlik yapmayan, komutan olmayan birinin bu satırları okurken yazarın tuzağına düşmemesi neredeyse imkânsız gibidir. Genç yaşlarda okuduğum bu kitaptaki yazarın yalanına inanmamıştım. Çünkü kitabı benden önce okuyan asker bir büyüğüm bu satırları okurken altını çizip şu notu yazmıştı: “Hasan Sallama bir bölükte bu kadar asker mi olur?” Kitaplığımda kitabı aradım, bulamadım. İnternetten kitabın künyesine ulaştım. (Hasan Hişyar Serdi, Görüş ve Anılarım, 1993, Peri yayınları.)
[2]  Emin Sazak, Emin Beyin Defteri: Hatıralar,  408 Sayfa, 2. Baskı, 2009, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları, http://www.bilgeoguz.com.tr/

13 Temmuz 2010 Salı

TELEFONUN MUCİDİ GRAHAM BELL HAKKINDA BİRAZ MALUMAT


        Okuma yolculuğumda biyografi, otobiyografi kitaplarından oldukça zevk almışımdır. Hele de ansiklopedilere giren fikir, devlet, bilim, düşünce insanlarının, sanatçıların ve mucitlerin yaşantısı hep ilgimi çekmiştir. Tarihte isim bırakmanın, başarılı bir şekilde anılmanın ipuçlarını bu kitaplar hemen vermektedir. Ülkemizdeki gençlerin ve öğrencilerin hatta aydınların dahi gerek bireysel gerek toplumsal özgüven sıkıntısı yaşadığı bu dönemlerde bu tür kitapların ilaç gibi geldiğini söyleyebiliriz. Biyografi ve otobiyografi geleneğinin ülkemizde Batı ve Avrupa ülkelerindeki kadar canlı olmadığını ama her geçen gün bu tarz kitapların okuyucu karşısına çıktığını birçok yayıncı belirtmektedir. TÜBİTAK Yayınları bilim dünyasında isim yapmış ve mucit kişilerden bazılarının hayat hikâyesinin anlatıldığı “Yaşamöyküsü Dizisi” kategorisinde kitaplar yayımlamaya yıllar önce başlamıştı. Bu diziden daha önce “Elektrik Çağının İcadı: Edison” isimli kitapla ilgili bir yazı hazırlamıştım. Telefonun mucidi Alexsander Aleck Graham Bell’in yaşamıyla ilgili bir kitapta[1] okuduklarımı paylaşmak istiyorum.

Alexander Aleck Graham Bell Kimdir?

        Bell’in babası ve dedesi mesleki yaşamları boyunca konuşma ve iletişim etrafında yoğunlaşır. Büyükbaba Alexander Bell yıllarca tiyatro oyunculuğundan sonra (günümüzdeki anlamıyla konuşma terapisti) “hatalı konuşmayı düzeltme uzmanı” olarak muhtelif yerlerde çalışır. Konuşma yeteneğini geliştirme ve ses konularında uzmanlaşır. Baba Melvile Bell de bu alanda kendisini yetiştirir. Erkek kardeşiyle birlikte Örnek Hatip isimli bir kitap yayımlar. Baba Bell İskoçya Edingburgh Üniversitesi güzel konuşma ve söylev sanatı öğretim görevlisi olarak atanır. Derken genç, sağır piyanist Eliza ile evlenir. Baba Bell, bir insanın çıkarabileceği bütün sesleri bir dizi yazılı sembole indirgeyen bir tür evrensel alfabe olan görülebilir alfabeyi yaratır.

Aleck Bell, böyle bir evde doğar. Bell ailesinin üçüncü kuşağı olarak aynı işi yapmaya karar verir. Çok küçük yaşta İskoçya’da Elgin’de Weston House Akademisi’nde öğretmenlik yapmaya koyulur. Babasının asistanı olur neredeyse. Güzel Konuşma bilimi üzerine ilk ciddi çalışmalarını yapar. Babasının ülke çapında kazandığı ünü yayılırken arka arkaya iki çocukları ölür. Yalnız Graham kalır, Graham yoğun çalışmalarından ötürü bitkin düşmesinden kaygılanır ebeveynler. Doktora koşarlar. Doktor, kendilerine “İklimi daha sağlıklı bir yere taşınılmadığı takdirde Aleck’in altı ay ile bir yıl arasında ömrü kaldığını” söyler. Bunun üzerine aile Kanada’ya taşınır. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra ABD’de sağır öğretmeni olarak göreve başlar. Aynı yıl ses profesörü olarak Boston Üniversitesi’nde Güzel Konuşma Sanatı Okulu’na atanır. Bir yandan işini yaparken diğer taraftan da arkadaşlarıyla Bell Patent Birliği’ni kurar. Arkadaşı Thomas Watson’la birlikte harmonik telgraf üzerine çalışarak sesin biçimini alan ilk elektrik akımını iletir. ABD’nin 100. kuruluş yıl dönümünde telefonun nasıl çalıştığını gösterir. Bu arada telefon patentini Bell’in alması bu işle uğraşıp emeğinin gasp edildiğini iddia eden birçok kişi tarafından mahkemeye taşınır. Bu davaların çoğunu kazanır. Bell telefon şirketini kurar. Ülke dışında birçok yerden çalışmalarından dolayı para ödülü alır. Bu paralar ile laboratuarlar kurar.

Bell’in belki bilim adamlığı sorgulanabilirdi. Ama çeşitli alanlarda araştırmalarını sürdürmeye devam etmesi, diğer bilim alanlarının çalışmalarını desteklemesi, bilimsel araştırma sonuçlarını yaymak amacıyla dernekler kurması, yayınlar yapması dikkatlerden kaçmıyordu. Bell’in özgeçmişinden bahsederken sağırlar okulunda görev yaptığını belirtmeyi unutmuştuk. Tabii bu arada kader babasıyla kendisine aynı rolü biçer. Aleck Bell’de sağır olan Mabel ile evlenir. Mesleğini soranlara Bell her zaman “sağırların öğretmeni” diye cevap verir. Telefon ile ilgili işlerle uğraşmaya yoğunluk verip daha çok para kazandıktan sonra sağırlar ile ilgili okul açar, dernekler kurar, muhtelif daha başka çalışmalarda bulunur. Telefonun mucidi olarak gurur duymanın dışında diğer alanlardaki gayretlerinin daha evsafta olduğunu şu cümlelerle belirtir: “Sağırlara yönelik çalışmalarımın ve onların eğitimine gösterdiğim ilginin takdir edilmesi, beni her zaman telefon ile ilgili çalışmalarıma gösterilen takdirden bile daha fazla hoşnut etmiştir.”(s.107)

Bell, sadece telefonun mucidi olmanın dışında birbirinden farklı birçok alanda dünya çapında çalışmaların sahibi olur. Hava ve deniz taşımacılığı ayrıca enerji üzerine de birçok çalışması bulunmaktadır. Büyük uçurtmalar, çeşitli deneyler yapar. Uçan bir makine tasarlamaya çalışır. Kayaklı uçar tekne tasarımı üzerinde uzunca bir süre çalıştıktan sonra bu işi de başarır. Bunun patentini de arkadaşıyla birlikte alır. Zor durumda kalan balıkçıların susuzluktan ölmelerini engellemeye yönelik değişik çözümler üreten deniz suyundaki tuzu ayıran ve böylece suyu arıtarak içilebilir hale getiren aygıtı da kendisi icat eder. Bu alete üflenerek tuzlu su içme suyuna çevrilir.
Graham Bell, belleklerde telefonun bulucusu olarak yer etse de adının öne çıkmadığı çalışmaları da vardı. National Geographic Society Derneği’ni birçok arkadaşıyla kurar. O dönem dünyada büyük bir ilgi ile takip edilen bu derneğin yayın organı olan National Geographic dergisinde de yöneticilik yapar, yazıları yayımlanır. 1881 yılında silahlı saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan ABD Başkanı Garfield'ın[1] bedenindeki kurşunların yerini belirlemede Bell’in ilk kez kullandığı endüksiyon terazisi kullanılır fakat istenilen sonucu vermez. Bu teşebbüs başarısız olur birçok kişi tarafından Bell alay konusu olur. Ama zamanla Röntgen'in X ışınları ile tanıyı geliştirilmesi konusunda bilim insanları daha fazla mesafe kaydeder. 

Ses bilimine yaptığı katkı onuruna, sesin şiddetini ölçen birime “bel” adı verilmiştir. (Ses ve iletişim aygıtlarında ölçü birimi olarak genellikle Desibel -dB, bir belin onda biri- kullanılır. Desi, metrik ölçü sisteminde onda bir anlamına gelen ön takıdır.) (s.25) 
Ömrünün son yıllarında –muhtemelen kendisine çalışmalarını ne zaman sona erdireceğini soran- bir gazeteciye söylediği sözler mezara kadar ilim öğrenmenin insanı zinde tutacağını beyan edecek cinstedir: “Gözlem yapmayı, gözlemlerini hatırlamayı, sonu gelmeyen nasıllar ve niçinlere cevap aramayı sürdüren bir kişinin zihni körelmez." Son olarak Alexander Graham Bell hakkındaki –büyük ihtimalle- tek Türkçe olan bu çalışmayı göz önünde bulundurarak model sıkıntısı yaşayan gençlerimize okumalarını tavsiye ederim.

(Erzurum Gazetesi, 13 Temmuz 2010)

[1] Naomi Pasachoff, Bağlantı Kurmak: Alexander Graham Bell, Tercüme: Leyla Uslu, 149 sayfa, 4. baskı, 2003, Ankara, Tübitak Yayınları.
[2] İnternet bağlantılı Vikipedia Özgür Ansiklopedisi’nin ABD Başkanları listesine göre 44 başkanından dördü suikast sonucu öldürülmüştür. James Abram Garfield suikasta uğrayan ikinci devlet başkanı olur. Günümüzde Amerika Devlet Başkanlarının güvenlik önlemlerinin fazlalılığını yorumlarken bilmiyorum bu pencereden de bakılabilir mi?