24 Ağustos 2010 Salı

GÖNÜL DAĞINDAN YÜKSELEN BİR SES: NEŞET ERTAŞ

Büyük bestekâr, ünlü saz ustası, ülkemiz âşıklık geleneğinin son halkalarından birisi olarak tanımlanagelen, türkülerini zevkle dinlediğimiz, piyasada birbirinden farklı kişilerden dinlediğimiz ve duyduğumuz -anonim olmayan- türkülerin birçoğunun bestekârı, “Gönül Dağı”, “Acem Kızı”, “Hapishanelere Güneş Doğmuyor”, ”İki Büyük Nimetim Var” türküleriyle türkü dostlarının yakından tanıdığı Neşet Ertaş’ı biraz tanımak ister misiniz?

Gazeteci Haşim Akman’ın Neşet Ertaş ile yaptığı nehir söyleşiden oluşan, 2006’da yayımlanan, “Gönül Dağında Bir Garip”[1] isimli kitaba sadık kalarak Sayın Ertaş’ın hayatı ve sanat anlayışı hakkında kısa bir yazı sunmak istiyorum. 

Akman, Neşe Ertaş’ın çocukluğu, abdalların yaşantısı, abdal olarak aşağılanmaları, babası Muharrem Ertaş faktörü, müzik yaşamına başlaması, radyo ile tanışması, mahalli sanatçı olması, yurt içinde konserler vermesi, uzun gurbet yılları olan Almanya günleri, 2000’li yıllarda şöhret olması, sanat anlayışı, aşkları, dünya görüşü, mesleği hakkında kamuoyunun merak ettiği yüzlerce soruya cevap almaya çalışır. Ancak gel gör ki âşığı konuşturmak hiç de kolay olmaz. Yer yer sorular cevaplardan daha uzun hale gelir. Okul yüzü görmeyen, okumayı-yazmayı sonradan öğrenen Ertaş’ın hayatından 3 kavramı çıkardığımızda Neşet Ertaş yerle yeksan olur: Aşk, gurbet ve garip.

 Genelde abdalların özelde kendi ailesinin zor yaşamlarını anlatmasıyla başlar kitap. 5–6 yaşlarından itibaren babası ile birlikte köy köy dolaşıp düğünlerde oyun oynar. Müzik hayatına darbukayla başlar. Akabinde de cümbüş ve keman çalarak düğünlerde babasının müzik orkestrasına katkı sağlar. 13–14 yaşından itibaren de sazı eline alır. Ve bir daha bırakmaz. Babası rahmetli Muharrem Bey de Neşet Ertaş gibi âşıktır. Abdal oldukları için toplum tarafından sürekli dışlandıklarını ifade eder. Başlarındaki şapkayı, kaşları görünmeyecek şekilde takmak zorunda olduklarını söyler. Konuyla ilgili bir anısını hiç unutmaz. İstanbul’da şapkasız bir şekilde yaşadığını, tekrar Kırşehir’e geldiğinde şapkasız geçtiği için çocuklar tarafından taşlandığını belirtir. Çocuk denilecek yaşta Kırşehir’den ayrılır. Bunun sebeplerinden en önemlisi okuru çok hüzünlendirir. Çok küçük yaşlardan itibaren âşık olduğunu, bu aşkın karşılığının olmadığını, abdal olduğu için çekindiğini, eli eline değmediğini, kendilerine kız vermediklerini; bunun üzerine de sevdiğin kızın düğünün çalgıcısı olarak kendilerini çağırdıklarını, bunun tarif edilemez acılar yaşattığını söyler.(s.70)

Ankara ve İstanbul’da kendisini ispatlamaya çalışır. Muhtelif gazinolarda türkü söyleyip saz çalar. Radyo ile tanışır. Ayda birkaç kez radyoda parçaları çalınır. Yurtiçinde konserlere gider. Yazılarımda prensip olarak özel yaşamları irdelememeye itina gösteriyorum. Neşet Ertaş’ı Neşet Ertaş yapan özellikleri okurun bilmesi gerekir. Haliyle Neşet Ertaş portresinde fotoğrafın daha net çıkması için bu özel durumun geçiştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Askerlik öncesi evlenir. 7 yıl süren kısa bir evlilik geçirir. Daha sonra tekrar evlenmez. Yaklaşık elli yıldır bekâr olarak yaşamını sürer. Anladığım kadarıyla kendisini duygusal olarak hazır hissetmediği ve çok küçük yaşlarda evlendiği için kısa sürede ayrılırlar. Bu evliliğin yolda kalmasının sebebi olarak eşi değil de kendisini suçlu hisseder. “Kendim Ettim Kendim Buldum”, “Hata Benim” türkülerini bu dönemde besteler. Çocuklarını yetiştirmek için Almanya’ya gider. Burada da muhtelif düğün, sünnet düğünü, gazino ve konserlerde rızkını arar. Yaklaşık 30 yıl kadar yurtdışında kalır. Bu süre zarfında anayurtta Neşet Ertaş hakkında sık sık öldü haberleri çıkar. Neşet Ertaş, kendi kulağıyla hem televizyon hem de radyodan “Rahmetli Neşet Ertaş’ın bir parçası..” anonsunu dinlediğini ifade eder. 90’lı yılların ortalarından itibaren türkünün Türkiye’nin müzik gündemine bomba gibi düşmesiyle birlikte anonim türkülerin dışında en büyük türkü ustasının farkına varılır. 2000’li yılların başında Türkiye’ye dönmesiyle meşhur olur. Artık kendisiyle gazeteciler mülakat yapar, belgeseli çekilir, hakkında kitaplar yazılmaya başlanır, hakkında akademisyenler tezler hazırlar, parçalarının notaları kayıt altına alınır. Özellikle eğitimli gençlerin türkülerini çok sevmesi, konserlerinin müdaviminin çoğunluğunu üniversitelilerin oluşturması kendisini çok mutlu eder. İlk gençlik yıllarında Ertaş türküsü dinleyicilerinin neredeyse tamamını başta Kırşehir ve İç Anadolu Bölgesi insanı oluşturmaktaydı.[2] Bugün ise piyasada türkü olarak söylenenlerin ezici çoğunluğunun yolları Neşet Ertaş ile kesişmektedir.

SANAT ANLAYIŞI HAKKINDA

Kendi imkânlarıyla erken yaşlarda okuma-yazmayı öğrenen Ertaş, 9–10 yaşlarında şiir yazmaya başlar. Muharrem Ertaş’ın oğlu olmanın nimetlerini artı değer olarak kullanmakla birlikte yoğun bir emek sonrası babasının şöhretini geçecektir. Yaşamı ve dünya görüşüyle ilgili mütevazılığı herkesin dikkatini çekerken; söz dönüp dolaşıp mesleği ve sanatıyla ilgili bölümlere geldiğinde; kendisine göre bir üslubunun olduğunu, buna saygı göstermeleri gerektiğinin altını ısrarla çizer. Yoğurt yiyişinin farklılığına kesinlikle dil uzattırmaz. Muzaffer Sarısözen, Neşet Bey’in radyo ile tanıştığı günlerde kendisine şiir ve türkülerinde anlaşılır bir dil kullanmasını önerir. Bu nasihati ömür boyu kulağına küpe eder. Türkülerinde isminin geçip geçmemesiyle ilgili Muharrem Ertaş’a danışır. Babası ismini vurgulamamasını, garip (ismini)kavramını kullanmasını söyler. Nitekim hiçbir türküsünde adı soyadı geçmez. Söylediği türkülerin yaklaşık yüzde 90’ının bestesinin kendisine aittir. Kalanı da anonim türküler ve babasından duyduklarıdır. “Mühür gözlüm” parçası Aşık Ali İzzet Özkan’a ait olmasına rağmen, Ertaş ile Türkiye gündemine gelir. Neşet Bey’in özgünlüğünü oluşturan etkenlerin başında bağlamasında bulunan perde sayısı gelmektedir. Normal şartlarda –TRT sazlarında- 20-22 perde olurken, kendisinin bağlamasında 40 ile 50 arası perde bulunmaktadır. Bu özgünlük eserlerinin başka bir müzisyen tarafından icra edilmesiyle başlı başına bir sorun halini gelmektedir. Akademisyen ve Müzikolog Erol Parlak, önemli türkülerinin bazılarını notaya aktarır. Bu notalar ilk kez bu kitapta sergilenir. Kendisinden bütün parçaların kaydı alınırken özellikle bazı parçalarda kaydı alınamaz. Örneğin “Acem kızı” parçasını Çekiç Ali çalar, kayıt olarak da Çekiç Ali’nin ismi yazılır.

Bağlamanın sapının kısaltılmasına karşı çıkar. Kısa saplı bağlamayla mahalli seslerin kaybolduğunu, türkünün budandığını söyler. Alevi-Bektaşi geleneğini temsil eden âşıkların bağlamalarının kısa olmasının alevi deyişlerinin söylenmesinde hiçbir sorun teşkil etmezken türküye gelince muhtelif sorunlar çıkarabileceğini belirtir. Nidai Tüfekçi gibi birçok müzisyenin türkü tanımında belirlediği “Bestelenmiş olan şiir türkü değildir.” yaklaşımına ısrarla karşı çıkar. Bestelenmeden havanın meydana gelmeyeceğini, havanın anasının beste olduğunu, hava olmadığı takdirde sözün hiçbir işe yaramayacağını söyler. Alevi türkü ve deyişlerindeki bazı vurguların dışlayıcı etki yaptığını anlatır. Kendisinin ayrımcılığa mahal verecek hiçbir işin içinde olamayacağını belirtir.

   Gazeteci Akman, bilinen o soruyu sorar: “Evlilik, aşkı bitirir mi, çoğaltır mı?” Halk aşığı Neşet Ertaş’ın cevabı oldukça ilginçtir:
—Aşk hasretten doğan bir yankıdır. Evlendiğin zaman bu ateş tabii haliyle harını kaybeder ama narı gene kalır. Üstü küllense de altından ateş durur. Akman, cevabın bir kısmını alsa da merak ettiği diğer soruyu yöneltir: “Ne kadar dayanır bu köz?” Ertaş’ın cevabı da ibretliktir: “—O senin taşımana bağlı. İstersen söndürebilirsin. Onu söndürmemek de senin elinde.” (s.240) Hayatı boyunca hiçbir seçimde oy kullanmadığını, bunu açıklarken oy atacağı partilerin karşısında olanları dışlama anlamına geldiğini söyler. Sanatçılardaki ilginç alışkanlık ve huylardan birisi olarak evinin dışındaki hiçbir mekânda kendi gönlünce eğlenmemesini söyleyebiliriz. Okul yüzü görmemiş bu ariften vecizelik bir sözü önemsiyorum: “Benden bir fazla bilenin talebesiyim, bir eksik bilenin de öğretmeniyim.”(s.236)

DEĞERLENDİRME

Türk Halk Müziğinin Abdal müzik geleneğinin son halkalarından olan, önemli bestekâr, saz ve türkü ustası Neşet Ertaş’ın yaşamı ve sanat anlayışı hakkında tafsilatlı birkaç eserden birisi de atıfta bulunduğumuz kitaptır. “Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş Kitabı” Yerelden ulusala taşan, onlarca ölümsüz esere imza atmış bir müzisyenin hayat hikâyesine kulak vermek isteyenler için önemli bir kaynak özelliğini korumaktadır.

(Erzurum Gazetesi, 24 Ağustos 2010)









[1] Haşim Akman, Gönül Dağında Bir Garip: Neşet Ertaş Kitabı, 308 Sayfa, 1. Baskı, 2006, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, www.iskulturyayinlari.com.tr

[2]  Neşet Ertaş’ın İç Anadolu insanı tarafından ne kadar benimsendiğiyle ilgili küçük ve etkili bir anekdotu Yozgatlı bir arkadaşımdan dinlemiştim. Mahallelerinde bulunan bir âlemci Neşet Ertaş hastasıdır. Bu kişi, içki sofrasını eşi ve anasına kurdurur. Bir tarafına anasını diğer tarafına yârini alıp, teypte Ertaş’ın çalan “Hayatta iki büyük nimetim var: biri anam diğeri yârim” türküsü eşliğinde içermiş.


17 Ağustos 2010 Salı

HALEP’TE ADIM ADIM OSMANLI’NIN İZİNDE

                                                                       
Geçen hafta 9 Ağustos 2010 günü Gaziantep Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde bir etkinliğe katılmıştım. Haftanın kitabı ve yazısını bu katıldığım toplantı belirledi. Türkiye-Suriye Bölgelerarası İşbirliği Programı kapsamında Gaziantep Üniversitesi tarafından yürütülen “Halep’te Osmanlı Döneminde İnşa ve Tadil Edilen Mimari Eserlerin Envanteri” projesi sonucunda ulaşılan bilgi ve fotoğraflardan oluşan kitap ve belgesel filmin tanıtım toplantısına yetiştim. Projenin koordinatörü Akademisyen Halil İbrahim Yakar projenin ve kitabın hazırlanma sürecini anlattı, kitabın gelecekteki muhtemel fonksiyonlarından ana hatlarıyla bahsetti. Toplantı, protokol konuşmalarının dışında, kitabın hazırlanmasında emeği geçenlere plaket verilmesi, hazırlanan belgeselden kısa bir takdim sunulması ve toplantıya katılanlara kitap ve belgeselin hediye edilmesiyle sona erdi.

“Halep’te Adım Adım Osmanlı’nın İzinde”[1] kitabının editörlüğünü Gaziantep Üniversitesi’nden Akademisyen Halil İbrahim Yakar ve Ahmet Özpay üstlenmiş. Projenin Suriye ayağını genelde Halep Üniversitesi özelde Suriyeli Akademisyenlerden Lamia Jasser, Salem Khalaf, Abbas Sabbağ, Adnan Mamo oluşturmaktadır. Kitabın yazarları olarak bu isimleri sayabiliriz.

Belgesel filmini zevk alarak izledim. Baskı, cilt kalitesiyle göz dolduran, ağırlığıyla dikkat çeken kitabı ise mimarî eserlerin teknik özellikleri, zamanın darlığı gibi muhtelif sebepler yüzünden hızlıca okumaya çalıştım. Beri yandan kitabın görsellerini dikkatlice incelediğimi belirtebilirim. Kitap ve film hem Arapça hem Türkçe’den oluşmaktadır. Sonda söyleyeceğimizi başta söylersek; tarihi eserlerin görsellerinin çok profesyonelce hazırlandığını ve okurda kışkırtıcı etki bırakabileceğini tahmin ve temenni ediyorum.

Halep’te bulunan mimarî ve tarihi eserleri kabaca iki gruba ayırabiliriz. İlki Osmanlı öncesinde inşa edilen ama restorasyonunu Osmanlı Devleti’nin yaptığı eserler, diğeri de Osmanlı Devleti’nin inşa ettiği eserler. Bunlar camii, han, çeşme, medrese, hastane, misyonerlere ait hastane ve okullar, özel ev, okul, tren garı, hükümet konağı, kamuya ve özele ait kurum ve kuruluş binalarından oluşmaktadır. Osmanlı’nın inşa ettiği eserlerin sayısı 300’ün üzerindedir. Her eserin künyesi, özellikle de mimari özelliği ve tarihi özelliği üzerinde durulmuştur. Eserin hangi dönemde ve kim tarafından yaptırıldığı, ne zaman restorasyona uğradığı bilgisine ulaşılmışsa yazılmıştır. Şimdi ne olarak kullanıldığı da belirtiliyor. Kitaptaki eserlerin ezici çoğunluğunun bugün farklı amaçlar için de olsa kullanıldığını öğrenmiş bulunmaktayız. Balkan ülkelerinin bazılarında sık sık karşılaştığımız Osmanlı’ya ait eserlerin yeri ve zamanı geldiğince sinsi ve vandalca yok edilmesine yönelik teşebbüslere inat buradaki eserlerin diri ve zinde olması bizleri kuşkusuz mutlu etmektedir. Öbür taraftan Abdülhamid ve Meşrutiyet döneminde yapılan kamu kuruluşları özellikle de modern okullar, saat kulesi, misyonerlerin okulları vs. gibi eserlerin çokluğu dikkat çekmektedir.

DEĞERLENDİRME

Ülkemiz için geç kalınmış bir teşebbüs olan çalışmanın zahmetli bir emeğin ürünü olduğunu başta kabul etmek gerekir. 402 yıllık siyasi hâkimiyetimiz alanındaki tarihi ve mimari eserlerin dökümünün çıkarılması sevindirici bir gelişmedir. Bahse konu olan belgesel filmin ve kitabın bundan sonrası için düşünülecek her teşebbüse ışık saçacağını düşünüyorum. Öbür taraftan çalışmanın eski kültürel ve siyasî hâkimiyetimiz sınırları içerisinde olan Halep’e kültürel geziye çıkmaya hazırlanan kişilere de çok ciddi anlamda bir yol haritası olacağını umuyorum. Kitabın sonundaki geniş bibliyografyayı incelerken Oktay Aslanpa’nın “Türk Sanatı ve Mimarisi” eserinin dışında Türkiye’den hiçbir kitap veyahut makalenin zikredilmemesi karşısında içim burkuldu, çok üzüldüm. Bahse konu olan eserlerin kuruluşunda ve harcında emeği geçmiş bir millet ve devletin okumuşları olarak kaynakçada daha fazla kişinin olması gerekir. Aksi takdirde milletler arenasında rakibimizin merhamet yelpazesine göre bize rol biçileceğini düşünüyorum. Son olarak anlatmaya çalıştığım bu ciddi esere emeği geçen bütün kişi ve kuruluşlara teşekkür etmeyi kendimde bir borç olarak görüyorum.

(Erzurum Gazetesi, 17 Ağustos 2010)




[1] Proje Koordinatörleri: Halil İbrahim Yakar ve Ahmet Özpay, Halep’te Adım Adım Osmanlı’nın İzinde. (Halep’te Osmanlı Döneminde İnşa ve Tadil Edilen Mimari Eserlerin Envanter), 694 sayfa, Gaziantep, 2010 Gaziantep Üniversitesi Yayınları

10 Ağustos 2010 Salı

BATININ GÖZÜYLE TÜRKLER 2

        Dergâh Yayınevi’nin 2008’de yayımlamaya başladığı “Batı’nın Gözüyle Türkler” serisinden “Türkler Arasında”[1] isimli eserden bir önceki yazımda bahsetmiştim. Bu hafta da bu dizi kapsamındaki başka bir kitabı tanıtmak istiyorum.[2] İngiliz yazar ve gazeteci Maurice Baring, 1909 ve 1912 yıllarında kısa süreli olarak Türkiye’de bulunur. Türkiye ile ilgili izlenimlerini ilk geldiği zaman Morning Post gazetesine, daha sonra geldiğindeki tespitlerini ise The Times’a mektup olarak gönderir. Memleketine gönderdiği toplam 9 mektuptan oluşan çalışma daha sonraki zamanlarda kitap halini alır.

        Yazar, Meşrutiyet’in meyveleri olan eşitlik, hürriyet, anayasal düzen kavramlarının Türkiye’deki anlamlarının Batı’dan farklı anlaşıldığını ve Türkiye’nin altyapısının sağlam ve sağlıklı olmadığı için Meşrutiyet’in Türklere istenilen verimi getirmeyeceğini iddia eder. Bu konuyla ilgili Osmanlı ve Rusya Devleti’yle ilgili iki fıkra anlatır. İlki Temmuz İnkılâbıyla Anadolu’da görev yapan bir vali, bulunduğu şehrin vatandaşlarını toplayarak hürriyet çağının başladığını, artık hürriyetlerinin verildiğini söyler. Valinin dediğinden rahatsız olan bir köylü öne çıkarak şöyle der: “Ne demek şimdi bu? Şimdiye kadar köle miydik sanki?”(s.45) İkincisi de Rusya’dan, Çar anayasal beyannameyi bildirdiği vakit devrin bir valisi yöresindeki yaşlıları toplatarak hürriyetlerinin verildiğini söyleyerek bunun aynı zamanda güzel şeyler yapmak, akıllıca davranmak anlamında bir hürriyet olduğunu, kötü şeyler yapma konusunda hür olmadıklarını söyleyince Vali, bir gariban mırıldanarak “aynen geçmişte olduğu gibi majesteleri.”(s.46) cevabını verir.

        Savaş sırasında Balkan Savaşları’nın galiplerinden Bulgaristan’da bulunan Baring, Bulgarların milli ruhlarının diriliği ve zindeliği karşısında oldukça şaşırır. Şehirde neredeyse dükkânların tamamının kapalı olduğunu, çocuk, kadın ve yaşlıların dışında kimsenin olmadığını belirtir. Yazar bu durum karşısında cümlelerini şöyle sıralar: “Bulgaristan’da kaldığım süre zarfında, Bulgarlarla olan ilişkilerimde beni tamamıyla etkileyen şu olmuştur. Milli mefkûreleri ve uğruna bütün kalplerin şiddetle çarptığı vatanperverlikleri. Vatanperverlik adeta onların dini, sanatı, tutkusu, eğlencesi, meşguliyeti, manevi dünyası haline gelmişti. Spartalılar ile Japonlar gibi iliklerine kadar işlemiş bir ülküleri vardı ve bütün arzularını, tutkularını, hislerini bu tek ülkünün emrine bırakmışlardı.”(s.21) Ayrıca Sırplardan farklı olarak kahramanlık ve başarılarını konuşmaktan özenle kaçındıklarını bildirir.(s.63)

Yazar, Türkiye ile ilgili görüş ve tahlillerini başlamadan önce yakın doğu ile ilgili fazla bir malumatının olmadığını söyler. Birkaç yerde Sir Charles Eliot’un “Avrupa’daki Türkiye” isimli eserine atıfta bulunarak yorum yapmaya çalışır. Belki Balkan ülkeleri ve Türkiye hakkında çok sağlıklı denebilecek bilgileri olmayabilir. Ancak kendisinin edebiyatçı olması, daha önce de Rusya’da savaş muhabiri olarak görev yapması şüphesiz eserin daha edebi kıvamda olmasını sağlar. Yeşilköy’de salgın hastalıklardan heba olan insanları ustalıkla anlatır: “İşte tam da burada ömrümde gördüğüm en dehşet verici manzarayla karşılaştım; bu manzara herhangi bir savaş meydanından veya yaralı insan manzarasından daha kötüydü. Yeryüzünün bu parçası ölen ve ölmekte olan insanlarla doluydu. Meydana bin bir türlü paçavra, çöp, pislik yayılmıştı ve her yer surların altı, çimenlerin üstü, yol kenarları, yolların üstü koleranın bütün safhalarından muzdarip insanlarla doluydu. Onlara ne yardım edecek birisi vardı ne de bakacak, yani onlar için yapacak hiçbir şey yoktu. Çoğu ölmüştü zaten ve bükülmüş şekillerdeki siyah bal mumu heykeller gibi ürkütücü şekilde uzanmış yatıyorlardı. Kimisi hareket ediyor, çabalıyor kimisi de yaşamlarının son nefeslerini alıp veriyordu. Bir tanesi su kabını tutmak için son bir çaba harcıyordu. Ve bu manzaranın ortasında, evlerin duvarları altında çökmüş, bir yandan yemek yiyip bir yandan da sabırla bekleyen insanlar vardı. Çıt çıkmıyordu. Hamsstead Heatha(Londra’nın en büyük ve köklü parkı)’te tatil yapan bir kalabalığın birden bir salgına yakalandığını hayal edin, böylece manzaranın vahameti hakkında bir parça fikir edinebilinirsiniz. Gustave Dore(Fransız heykeltıraş)’un, Dante’nin İnferno resminden tekinin ahlâksız ve batmış bir sanatkâr tarafından bir tabloya çizildiğini hayal edin. Eski İncildeki, İsrail oğullarının çöle düşüp ümitsizce ellerini Arsız Yılan’a uzattığını resmeden gravürleri düşünün.”(s.77/8)

DEĞERLENDİRME

        Yazarın mektupları gönderdiği dönem, Osmanlı Devleti’nde siyasi ve sosyal gelişmelerin çok yoğun yaşandığı Meşrutiyet sonrası ve Balkan Savaşları dönemine tekabül eder. Baring, 1909 yılında 5 hafta kadar İstanbul’da kalır. İlk bölümdeki mektuplar daha ziyade Meşrutiyet’in Osmanlı vatandaşlarınca nasıl algılandığını, Meşrutiyet’le birlikte gün yüzüne çıkan demokrasi, anayasa, hürriyet, eşitlik gibi kavramların İstanbul’daki yaptığı çağrışımları, modernleşme-din ilişkisini irdeler. Devrin siyasi iktidarı Jön Türkler ve İttihat Terakki hakkında birçok yargıda bulunur. İkinci kategorideki mektuplar 1912’nin muhtelif tarihlerini içerir. Balkan Savaşları çıkınca gazete yönetimi kendisini savaş muhabiri olarak gönderir Osmanlı topraklarına. Baring, sadece savaşın nabzını başkent İstanbul’da tutmakla yetinmeyip Bulgaristan ve Sırbistan’a gider. Savaşın Balkan devletlerince nasıl göründüğünü anlatmaya çalışır. Balkan Savaşları’nda salgın hastalıkların özellikle de Türk tarafında yaptığı tahribata özellikle değinir. Salgın hastalıklara karşı misyoner, yabancı gönüllülerin ve Kızılhaç’ın yaptığı samimi gayretleri yakından müşahede fırsatı bulur.

Baring’in edebiyatın hemen hemen her türünde eserler veren bir kalem olması ayrıca Rusya-Japonya Savaşı’nda (1905) Rusya’daki tecrübesi, bahse konu olan dönemde yazdığı mektupları sıkıcı olmaktan çıkarıp edebî lezzeti olan bir çalışmaya dönüştürür. Gözlemlerini anlatırken tarihi birçok olay ve kahramana atıfta bulunur. Osmanlı Devleti’nin sonunun yaklaştığı Meşrutiyet sonrası ve Balkan Savaşları sırasındaki devrin siyasî olaylarının dışında İstanbul ile ilgili gündelik hayatla epey malzeme sunar. İngiliz Baring’in her ne kadar Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne başkaldırmasına alttan alta sevinse de Türklerin yaşadığı bütün sefalete rağmen ağırbaşlı, haysiyetli, misafirperver ve nezaketli mizaçları karşısında neredeyse saygıyla eğilir. Türklerin devletinin yok olma sürecine gitmesine gönlü razı değil gibidir.

(Erzurum Gazetesi, 10 Ağustos 2010)




                


[1] Verney Lovett Cameron, Türkler Arasında, Tercüme: Sema Özgün, 126 s., 2008, İstanbul, Dergâh Yayınları.
[2] Maurice Baring, İstanbul’dan Mektuplar: 1909–1912, Tercüme: Mahmut Muku, 93 sayfa, 2008, İstanbul, Dergâh Yayınları

3 Ağustos 2010 Salı

BATININ GÖZÜYLE TÜRKLER 1

            Batı âlemi özellikle de son 4-5 yüzyıldır genelde kendisinin dışındaki dünyayı keşfetmeye, özelde Osmanlı Devleti’nin durumunu, insanlarını, kültürlerini öğrenmeye yönelik çalışmalarda şüphesiz seyyah, misyoner, tacir, diplomat, sanatçı vs. gibi farklı meslek erbaplarının gözlem, tecrübe ve bilgilerinden faydalanmıştır. Hatta Filistinli ünlü düşünür Edward Said’in “oryantalizm” kavramıyla ortaya attığı gibi bu çalışmaları bir disiplin altına alarak kendi ülkeleri ve gelecekleri için hemen hemen her Batılı ülkesinde üniversitelerde enstitüler, kürsüler açmış, kitaplar ve dergiler neşretmiştir. Bu ülkeler, değindiğim kurumların ürettiği bilgi ve değerleri diplomaside kullanarak uluslar arenasında sözü geçer ülkeler sınıfına dâhil olmuşlardır. Ülkemiz aydınlarının 19. yüzyılın sonları hatta 20. yüzyılın başı itibariyle ülkenin ve devletin yaşamış olduğu ölüm-kalım savaşları, aydınların muhtelif sorumsuzlukları ya da ufuksuzları vb. gibi açıklamakta zorlandığımız sebepler yüzünden ecnebilerin milletimiz, devletimiz ve kültürümüz hakkındaki yazdıklarının çoğundan bihaber olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

        Çoğunluğu 19. yüzyılda yazılan ve basılan bahse konu olan çalışmaların geç de olsa muhtelif yayınevleri tarafından yayımlanması sevindirici bir gelişmedir. Hatta bu gibi çalışmaların her geçen gün artmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Dergâh Yayınevi de geçen yıl “Yabancıların Gözüyle Türkler” dizisi kapsamında bu tarz kitaplar yayımlamaya başladı. Bugüne kadar bu seri kapsamında 7 kitabı kültür hayatımıza sundu. Bu kitaplardan ikisi hakkında bir yazı hazırlamaya karar kıldım. İlkini bu haftanın yazısı, diğerini de gelecek haftanın yazısı olarak yayımlanmak üzere hazırladım. 

19. yüzyılda Afrika’ya yaptığı keşiflerle tanınan ayrıca Afrika’yı Ekvator boyunca aşarak denizden denize geçen ilk Avrupalı unvanını alan İngiliz-kâşif Verney Lovett Cameron, bu yüzyılın ikinci yarısında bir dönem Anadolu’da bulunur. Kendisinin denizci olması hasebiyle birçok ülke ve şehri, kültürü yakından görme fırsatı elde eder. Yazar, ülkemizde yaşadığını iddia ettiği, başından geçen tehlikeli ve heyecanlı maceraları “Türkler Arasında” isimli kitapta anlatır. Bu kitap 2008 yılında ülkemizde yayımlanır.[1]

Yazar, memleketinden gemiyle çıkıp ülkemize gelene kadarki tehlikeli yolculuğunu, akabinde Türklere esir düşmesini ve macera dolu bir yılını bu kitapta anlatır. Esir olarak bir zengin Acem’e satılır. İstanbul’dan önce gemiyle Trabzon’a daha sonra da arabayla ve yürüyerek Erzurum’a hareket ederler. Burada bir Ermeni tüccar kendisini kaçıracak zemini bulur ve esirlikten kurtarır. Hem Bu Ermeni tacirin işlerini görmek amacıyla hem de kendisini Bağdat ve Basra’daki İngiliz Konsolosluğu yetkililerine ulaştırmak üzere, önce Diyarbakır ve Urfa’ya sonra da Bağdat ve Basra’ya yol alır. Yolculukları çok tehlikeli bir şekilde geçer. Türk, Kürt, Arap, Acem, Ermeni, Yahudi ve Süryani birçok kişiyle ilişki kurar. Kervansaraylarda ağırlanır, zaman zaman ölümden döner. Kendisi zaman zaman kimliğini gizleyerek Basra’ya ulaşır. Bombay’dan gelen gemiyle tekrar memleketine döner. Maceraları anlattığına göre bir yıl sürer. Kitaptaki yaşadığı şehirlerden Urfa ve Bağdat’ta kurulan pazarın büyüklüğü ve pazardaki insan çeşitliliği Cameron’un dikkatini celbeder. Pazarda Hindular, Araplar, Ermeniler, Venedikliler, Cenevizliler, Yahudiler, Ermeni ve Batı Avrupalı tacirlerin yoğunluğu bulunmaktadır. Yazarın bu bilgisine dayanarak bu şehirlerin ticaret yolları üzerinde olduğu için pazarlarının büyük olduğunu dolayısıyla o döneme göre gelişmiş şehirler olduğu yorumuna varabiliriz. İlk olarak esir düşmeden önce İskenderun limanına gelirler. Buradaki salgınların yoğunluğu, sebebi ve kendilerine verdiği tahribat hakkında küçük bir izahta bulunur: “İskenderun kasabası her zaman hastalıklarla anılışından dolayı kötü bir üne sahiptir. Denize bitişik olan bataklıkları ateş ve sıtmaya yataklık eder. Biz oradayken lekeli humma salgını baş gösterdi. Bu salgında Kaptan Tomkins, birinci ve ikinci kaptanlarla pruva direği işçilerimizin pek çoğunu kaybettik.”(s.19)

DEĞERLENDİRME

Hatıra kitabından daha ziyade macera çizgisinde bir eser olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu yaşadıklarının hangi dönem ve yıllara ait olduğu eserde fazla sezinlenmiyor. Eseri okuyunca yayınevi editörünün sunuş bölümünde iddia ettiği gibi “kurmaca bir metindir” yargısına insan hak veriyor. Satır aralarında İngiliz vatandaşı Cameron’un Türk ve Osmanlı’ya olan önyargısı sırıtır. Urfa’da bir derviş Müslümanlarca yüzyıllardır anlatılagelen “Balıklı Gölle” ilgili menkıbeyi kendisine anlatır. Buradan sonrasını yazar şöyle anlatır: “Derviş konuşmasını bitirince ona teşekkür ettim. Birkaç kişinin ekmek satın alıp balıklara attığı dikkatimi çektiğinden ben de aynısını yapıp Nemrut’un halkını besledim. Sonra dervişe bahşiş verip oradan ayrıldım.” (s.105) Eserin bir yerinden hamalları yediği yemeklerden bahsederken “Alman kuzenlerimizkine benzer…”der.(s.43) Öbür taraftan sağlığını, malını hatta canını tehlikeye atarak gerek macera için gerekse işi icabı çalışan bu insanların cesaretine, gayretlerine şapka çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 3 Ağustos 2010)




[1] Verney Lovett Cameron, Türkler Arasında, Tercüme: Sema Özgün, 126 s., 2008, İstanbul, Dergâh Yayınları

1 Ağustos 2010 Pazar

TÜRK SİYASETİNİN KESKİN MUHALİFİ: OSMAN BÖLÜKBAŞI

                                                                       
Türk siyasal yaşamında kurduğu partiler, nüktedanlık, hazırcevaplılığı ve müzmin muhalif duruşuyla tanınan, ismi Kırşehir’le özdeşleşen bir siyasi lideri sütunuma konuk etmek istiyorum. Genç kuşakların çoğunun muhtemelen bilemeyeceği, Kırşehirlilerin hemen hatırlayacağı, Türk siyasi yaşamında ismi unutulmayacak bir portre: Osman Bölükbaşı.

Osman Bölükbaşı’nı Fatih Artvinli’nin “Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı” isimli çalışmasına sadık kalarak anlatmaya çalışacağım. Artvinli’nin 2004 yılında bir yüksek lisans tezi olarak hazırlayıp sunduğu çalışma, 2006’da kitaplaşır.[1] 

 Yazar, Osman Bölükbaşı’nın 1946–1973 yılları arasındaki siyasi yaşamı ve mücadelesini masaya yatırır. Çok partili yaşama geçişle birlikte kurduğu partiler ve muhalif çizgisi, partilerinin tezleri, ordu ile ilişkileri, siyasi yaşamı, Bölükbaşı’nın liderlik profili bir cerrah titizliğiyle irdelenip ve incelenir. Demokrat Parti’de müfettiş olarak görev yapan Bölükbaşı, etkili muhalefeti göremediğini beyan ederek bu partiden ayrılır. Millet Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve tekrar Millet Partisi’nde görev almıştır. Millet Partisi hariç diğerlerinin genel başkanıdır Bölükbaşı. Bu partiler çoğu zaman devrin üçüncü büyük partisidir.

Özellikle 50–60 arası yıllarda iktidar-muhalefet ilişkileri çok gergin ve sıkıntılı geçmektedir. 27 Mayıs İhtilal’ı ile son bulan bu dönemde genelde muhalefet özelde (daha doğrusu bu kitap bağlamında) Bölükbaşı, partisi ve Kırşehir epey köşeye sıkıştırılacaktır. Mecliste tek vekil olarak görev yapan Bölükbaşı’nın ilk partisi Millet Partisi irticacı olduğu öne sürülerek kapatılmıştır. İkinci partisini kurarken Millet Partisi’nin önüne Cumhuriyetçi sözünün eklenmesi tesadüf değildir. Daha sonra 54 seçimlerinde Kırşehir’den 5 vekil çıkaran Cumhuriyetçi Millet Partisi’ni iktidar cezalandırır.(Kırşehir ilçe yapılır.) Bu hatasını anlayan iktidar birkaç yıl sonra Kırşehir’i geri il yapar. Bu sefer de Bölükbaşı’nın dokunulmazlığını kaldırıp kendisini hapse gönderir. Bölükbaşı bu durumu şöyle haykırır: “Kırşehir kaza olma sırasını savdı. Şimdi kaza olma sırası Bölükbaşı’nda.” (s.84) DP, iktidarının özellikle ikinci ve üçüncü döneminde iktidar sarhoşluğu denilebilecek birçok olaya imza atar. Muhalefetin seçim dışındaki zamanlarda miting ve toplantı yapması bile yasaklanır. Tekirdağ gezisine çıkarken ısrar üzerine Çorlu’da mola veren Bölükbaşı burada konuşmasını isteyen partililere kendine özgü üslubuyla şu cevabı verir: “Konuşma devri kapandı, bakışma zamanı başladı. Bunun da yasak edilmesinden önce bari birbirlerimizi iyice süzelim.”(s.77) Artvinli’nin vurguladığı gibi Bölükbaşı, DP dönemini bir cümlede özetleyecek eleştirisini şu şekilde belirtir: ‘Köye çeşme getirdiler amma adalet, müsavat ve hürriyet çeşmelerini kuruttular” (s.111)

İktidarın artan baskısı karşısında diğer muhalefet cephesiyle sık sık güç birliğine girer Bölükbaşı. 27 Mayıs İhtilali’ni “meşru bir ihtilal” olarak görmesine rağmen 27 Mayısçıların icraatlarının çoğunun altına imza atmaz. En yüksek oyunu da bu dönemde alır. 54 vekille meclise girer. Bölükbaşı siyasi yaşamında sık sık istifa edip geri partisinin başına geçer. Böylece karizmasıyla partiyi yürütmeye çalışır. Muhalif yönü ağır basan Bölükbaşı’nın iktidar olmaya pek gönlü yoktur. İktidar olalım diyenler ile kendisinin düşüncesi çelişince partiden yeni bir parti daha doğar. Kendisi Millet Partisi’ni tekrar kurar. Partisi kısa bir süre iktidar olur. Bölükbaşı Türk siyasetinde alışılmadık tavırlarını sergilemeye devam eder. İlginçtir acaba  “Taç başı uslandırır.” atasözünü ciddiye aldığından mıdır? Genel başkan olmasına rağmen iktidar olduğu dönemde bakanlığı kabul etmez.

Osman Bölükbaşı’nın hatipliği, nüktedanlığı ve hazırcevaplığı geniş kitleleri hep etkilemiştir. Ama bunların oya dönüşmesi için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Miting ve toplantılarının çok kalabalık, oldukça coşkulu olmasına rağmen sandıktan beklenen oyları alamaz Bölükbaşı. Hatta birçok mitingde bu durumdan yakınır: “Bizim tanesi çıkmayan harmanımız boldur. Sapı uzun tanesi kıt Türk Milleti; meydanlarda veriminiz bol, benden alkışlarınızı esirgemezsiniz, ama sandık başına gidince başkasına oy verirsiniz… Bizim kümeste tavuk çok ama hep başkalarının folluğuna yumurtluyorlar… Meydanlarda rahman diye alkışlarsınız, sandık başına gidince şeytana sarılırsınız.(Doğru söylüyorsunuz, diyen kalabalıklara) Ben doğruyum ama ne çare, ah bir de sizi doğru yola getirebilseydim, harmanı bol, tanesi az milletim benim.”(s.238)

 Kitabın sonunda ek olarak Demokrat Parti’den ayrılış dilekçesi bulunmaktadır. Günümüzdeki “Gördüğüm lüzum üzerine…” diye başlayan bir iki cümlelik istifa dilekçelerinden çok farklıdır. Bölükbaşı’nın istifa dilekçesi daha doğrusu mektubu, edebî yönü ağır basan bir mektup olarak yorumlanabilir.

Yukarıda Bölükbaşı’nın oya dönüşemeyen durumunu başarısızlık olarak yorumladığımızda Fatih Bey’in “Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı” isimli çalışması aynı zamanda Bölükbaşı’nın bu başarısızlığının tahlili olarak da okunabilir. Osman Bölükbaşı hakkında yapılan bu yüksek lisans tezinin emsallerinin çok üzerinde hatta doktora çalışması standartları düzeyinde olduğunu beyan etmek durumundayız. Bir kamu kurumunda çalışan, tezini sunduğu aynı üniversitede doktora çalışmasına devam eden Fatih Artvinli’nin yakın gelecekte kaliteli akademisyenlerimizin arasına katılacağını tahmin ediyorum. Kitabın sonuç bölümünün çok ciddi tespitler içerdiğini, bu bölümü dikkatle altını çizerek okuduğumu söylemek zorundayım. Ülkemizde bu alanda akademik çalışmaların züğürtlüğünü de göz önünde bulundurduğumuzda “Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı” nın Türk siyasetinin Anadolu Fırtınası Bölükbaşı hakkında ciddi bir boşluğu dolduracağını umut ediyorum. Son olarak eserin sonuç bölümündeki tahlillerden uzun bir alıntıyla satırlarıma son veriyorum:

Osman Bölükbaşı, Türkiye’de ‘siyasetin popülerleşmesi’ne katkıda bulunmuştur. Özellikle, okuma yazma oranının son derece düşük olduğu 1950’lerin Türkiyesi’nde Bölükbaşı, başkentte olup bitenleri Anadolu’ya, meydanlara taşımıştır. Kürsüde saatlerce meclis tutanağı, belge, evrak, gazete küpürü okuyan, siyasi olayları ve iktidar politikalarını fıkralarla ve popüler benzetmelerle halka anlatan Bölükbaşı, hem Türkiye’de siyasetin popülerleşmesine hem de popülist siyasetin oluşumuna katkıda bulunmuştur.

Osman Bölükbaşı’nın halkı yüceltme, gerçek halkı temsil etme, kahramanlık, cesaret, meydan okuma vb. gibi popülist motiflerle yüklü bir siyasi dili vardır. Siyasi iktidarları, halktan uzaklaştığı, siyasileri hırs, ikbal, menfaat peşinde koştuğu gerekçesiyle eleştiren Bölükbaşı, iktidarı ve genel olarak siyaseti bir ‘şer kaynağı’ olarak göstermiştir. Osman Bölükbaşı, Türk siyasi yaşamında iktidarlara güvenmeyen, her siyasi iktidardan şikâyetçi olan inatçı ve müzmin bir muhalefet anlayışının simgesi olmuştur.

Bir muhalefet partisi lideri olarak Osman Bölükbaşı’nın Türk siyasetine en büyük katkısı, sürekli muhalefet konumunu kullanarak, Türkiye’de siyasetin ve demokrasinin niteliğine dair rakiplerinin dile getiremediği bazı cesur tespitlerde bulunması olmuştur. Ancak, bu tespitler tutarlı bir siyasi program ve düşünce etrafında temellendirilmediği ve hiçbir zaman iktidarı hedeflemediği için, çok partili yaşama geçişten sonraki çeyrek yüzyıllık dönemde üçüncü bir parti ve muhalefet çizgisinin kurumsallaşamaması ve kalıcı olamaması ile sonuçlanmıştır.” (s.193)

(Türk Yurdu Dergisi, Sayı:276, Ağustos 2010)


[1] Fatih Artvinli, Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı, 252 sayfa, 1.baskı, 2007, İstanbul, Kitap Yayınevi, www.kitapyayinevi.com