27 Şubat 2011 Pazar

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN FOTOĞRAF ARŞİVİNE DAİR

                                                                                                                                                                                                       


Konuya vakıf olanlarca bilindiği üzere Osmanlı modernleşmesi Sultan II. Abdülhamid döneminde çok farklı bir boyut aldı. Modernleşmenin altyapısı olarak tasavvur edilen eğitim, maliye, ulaşım, haberleşme, sağlık, sanayi, ticaret ve ziraat alanındaki atılımlar çok önemlidir. Bu anlamda günümüzdeki köklü kurum ve müesseselerin önemli bir kısmının temelleri Sultanın iktidarına nasip oldu. Yine birçok teknik aletin icat edilmesi ve hızlı bir şekilde yayılması bu döneme tekabül eder. Fotoğraf makinesi de bunlardan sadece biridir. Sultan II. Abdülhamid’in ve sarayın fotoğrafa ve fotoğrafçılığa bakışıyla ilgili kabaca fikir sahibi olunabilecek iki çalışmaya sözü getirmek istiyorum.

Sultan II. Abdülhamid’in on binlerce fotoğraftan oluşan “Yıldız Fotoğraf Albümleri”, arşivde uzun yıllardır gün yüzüne çıkmayı bekliyormuş. IRCICA ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş yetkililerinden oluşturulan bir komisyon tarafından gözden geçirilip uzun bir emek sonrası birkaç fotoğraf albümü oluşturuldu. Önemli tarihi belge niteliğindeki “Sultan II. Abdülhamid Arşivi İstanbul Fotoğrafları” ve “Sultan II. Abdülhamid’in Arşivinden Dünyaisimli çalışmalar 2008 yılında yayınlandı.

SULTAN II. ABDÜLHAMİD ARŞİVİ İSTANBUL FOTOĞRAFLARI[1]

Çalışmanın başında Dr. Hidayet Nuhoğlu ve Orhan M. Çolak tarafından “Osmanlı’ya Fotoğrafın Girişi” bir makale şeklinde sunulur. Burada Türkiye’ye fotoğrafın nasıl girdiği, saray ve çevresinin fotoğraf ile tanışıklığı, Yıldız Fotoğraf Arşivi vs. gibi konular açıklanır. 576 fotoğraftan oluşan albüm hem Türkçe hem de İngilizce’dir. Albüm; manzaralar, saraylar, camiler, türbeler, çeşmeler, abidevi yapılar, kışlalar, hastaneler, okullar, kamu yapıları, müzeler, törenler, yabancılar, tesisler, sosyal yaşam, surlar, spor etkinlikleri, 1894 depremi konularına göre tasnif edilmiştir. Çalışmanın sonunda fotoğrafları çeken fotoğrafçıların özgeçmişi verilmiştir. Bazı fotoğrafçılık kurumları hakkında da bazı bilgiler mevcuttur.

FOTOĞRAFÇILAR VE FOTOĞRAFLAR HAKKINDA BAZI AYRINTILAR

Devrin çok önemli fotoğraf stüdyosuna sahip olan “Abdullah Kardeşler” den Abdullah Bey sonradan müslüman olmuş bir Ermeni’dir. Kitaptaki fotoğrafçıları müslim-gayrimüslim diye tasnif ettiğimizde, Abdullah Bey’i de eklediğimizde Türk ve Müslüman fotoğrafçılar sayının yarısını oluşturur. Burada gözlerden kaçmayacak nokta şöyle ifade edilebilir. Gayrimüslim fotoğrafçılarının tamamının fotoğraf stüdyosu bulunmaktadır. Bazıları birkaç nesil devam eder. Yine bazıları saray fotoğrafçısı olarak görev yapar, muhtelif sebeplerden saraydan uzaklaştırıldığında tekrar stüdyosunun başına geçer. Dönemin yangınlarından bazı stüdyolar da nasibini alır. Değişik sebeplerden kapatılan fotoğrafhaneler tekrar açılır. İsveçli Berggren Guillaume çok uzun yıllar İstanbul’da fotoğrafçılık yapar, burada da vefat eder. Öldüğünde –muhtemelen vasiyeti gereği- fotoğraf makinesi de kendisiyle beraber gömülmüştür.(s.32) Buna benzer örnekler gayrimüslim fotoğrafçıların tamamına yakınının profesyonel olduğunu bizlere anlatır. 


    Müslüman fotoğrafçılara baktığımızda Abdullah Bey’in dışındaki müslüman fotoğrafçıların hiçbirisinin fotoğraf stüdyosu yoktur. Çoğunluğu saray ve ordu tarafından geçici olarak görevlendirilmiştir. Örneğin, mülazım-ı evvel Mehmed Beyler, 1891’de yapılan Moda Kayık Yarışlarında sadece fotoğraf çekmiştir. Behzat ve Hazım Beyler İran Şahının 1900 yılındaki İstanbul ziyaretini çekmekle görevlendirilmiştir. Özel fotoğrafhanelerin dışında devletin Matbaa-i Bahriye Fotoğrafhanesi, Çini Fabrika-i Hümayunu Fotoğrafhanesi, Yıldız Sarayı Fotoğrafhanesi gibi kurumları hakkında çeşitli bilgiler verilmiştir. Sarayın fotoğrafçı kadrosunda bulunanların çoğunluğu gayrimüslim fotoğrafçılardır. Sultan’ın iktidarının ileriki yıllarında Yıldız Sarayı Fotoğrafhanesi kurulunca gayrimüslim fotoğrafçıların yerine bazı Türk subaylar görev almıştır.

İSTANBUL FOTOĞRAFLARI HAKKINDA BAZI MALUMAT

Fotoğraflarda Sultan döneminde açılışı yapılan çeşme ve okullar, İran Şahının ziyareti, 1894 depreminin tahribatı ve tekrar inşası, Almanların yaptığı çeşme, yapılan spor etkinlikleri dikkat çeker. Müslüman İstanbul’a yönelik abidevi eserlerin tamamı fotoğraflanmıştır. Tarihi ve kültürel eserlerin önemli bir kesiminin yanında eğitim kurumları, karakollar, yabancı sefarethaneler vb. birçok yerin fotoğrafı bulunmaktadır. Manzara fotoğraflarının dışında insani dokusu olan fotoğraflar çok olmasa da vardır.

Bazı fotoğraflar dikkatimi fazlasıyla celbedip beni epey düşündürdü. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabilirim: 1888 yılında Galata rıhtımındaki bir kayıkta asılı ay yıldızlı bayrak, bayrağımızın Cumhuriyet öncesinde de var olduğuna dair bir görüntü idi. Fotoğrafların içerisinde muhtemelen en eski olanı Sultan’ın Abdülaziz’in Avrupa seyahati dönüşü Avusturya’da dinlenirken çektirdiği, şehzade Abdülhamid’in de içinde bulunduğu fotoğraftı. Fotoğraflarda göbekli müslüman erkeklerin olmaması dikkat çekiciydi. Orta yaşın üzerinde bazı makam sahiplerinin dışındakilerde sakal yok denilecek kadar azdı diyebilirim. Güneşli havada şemsiye kullanan erkeklerin çoğunluğu, açılışlarda halkın olmaması, kadın olsun erkek olsun hiç kimsenin başı açık ve boş olmaması ilginçti. Fotoğraflara göre İstanbul’da bulunan karakollar diğer askeri birliklere göre çok daha küçüktür. Galata’da bulunan Voyvoda Karakolhanesi’nin ismini çok tuhaf buldum. Karakolun önündeki birkaç şapkalı da muhtemelen gayrimüslim olsa gerek.

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN ARŞİVİNDEN DÜNYA[2]

     Bu fotoğraf albümünün editörlüğünü Hakan Yılmaz yapmıştır. Albüm, dünyanın 29 ülke ve bölgesinden çekilmiş 238 fotoğraftan oluşmaktadır. Doğu Türkistan, Tataristan, Türkmenistan ve Azerbaycan’a ait sadece birer fotoğraf bulunmaktadır. Osmanlı’nın son 30-35 yıllık döneminde Almanya ile yakın işbirliğine girdiği malumdur. Fotoğraflar da buna işaret eder. En çok fotoğraf 51 adetle Almanya’ya aittir. Abdülhamid muhaliflerinin karargâh ülkesi Fransa hakkında 18 fotoğraf mevcuttur. Döneminde savaştığı Yunanistan’ın 8, Rusya’nın da 4 fotoğrafı vardır. Doğu ülkelerinde portre fazlalığı, Batı ülkelerde ise tarihi ve kültürel eserlerin yoğunluğu dikkat çekicidir.

    Fotoğrafçılara gelince; Hüsamettin Bey, Pascal Sebah ve J.X. Raoult İstanbul’u fotoğraflayan fotoğrafçılardır. Bunun dışındaki fotoğrafçılar ise dünyada hatırı sayılır fotoğrafçılar arasındadır. Örneğin Giorgio Sommer 1872’de Vezüv Dağının patlaması sırasında çektiği fotoğraflarla dünyada ün salmıştır. Bazı fotoğrafçıların aynı zamanda ressam olması dolayısıyla Japonya ve Almanya’ya ait fotoğrafların bir kısmı renklendirilmiştir.  

         Sultan II. Abdülhamid’in entelektüel birikimi hakkında uzmanlar hemfikirdir. Fotoğrafa olan ilgisi neticesinde büyük “Yıldız Fotoğrafhanesi” oluşturulmuştur. Bu fotoğraflarla İstanbul canlı kayıt altına alınmıştır. Sultan öbür taraftan gidip göremediği ülkeler için fotoğraf sipariş ettirip dünyayı takip etmiştir. Sultanın bu gayretinin gözden kaçmaması gerekir diye düşünüyorum. Öbür taraftan günümüz İstanbul’u ile fotoğrafların çekildiği dönemdeki İstanbul’u mukayese fırsatı sunan bu eserin İstanbul sevdalılarınca ilgi göreceğini umuyorum. Son olarak baskısı, kalitesi, cildi ve editörlüğüyle göz dolduran bu albümlerin gün yüzüne çıkmasına vesile olan başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları A.Ş ile IRCICA yetkililerini tebrik eder, emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Böylesi güzel yayınları tarafıma ulaştıran emekli albay Nevzat Çalışır Ağabeyime de çok teşekkür ediyorum.


 [1] “Sultan II. Abdülhamid Arşivi: İstanbul Fotoğrafları”, 682 sayfa, 2008, İslam Tarihi Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, www.kultursanat.org
[2] “Sultan II. Abdülhamid’in Arşivinden Dünya”, Editör: Hakan Yılmaz, 328 sayfa, 2008, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, www.kultursanat.org


20 Şubat 2011 Pazar

FATİH KERİMİ'NİN KIRIM SEYAHATNAMESİ





Modern Tatar edebiyatının çok önemli kilometre taşlarından Fatih Kerimî’nin Türkiye Türkçesine çevrilen “Avrupa Seyahatnamesi”[1] ile “İstanbul Mektupları”[2] isimli eserlerinden çok etkilenmiş, yazarı ve bu iki eseri tanıtmaya yönelik birer yazı kaleme almıştım.[3] Kerimî’nin gezip gördüğü Türk yurtları ve Müslümanlar hakkındaki sağlıklı, isabetli gözlem ve tahlilleri beni “Kırım’a Seyahat” isimli eserini okumaya sevk etti.[4]

Kırım’da tanınmış Türkçü, Eğitimci İsmail Gaspralı Beyin çıkardığı “Tercüman Gazetesi”nin 20. kuruluş yılı etkinliklerine katılmak amacıyla Fatih Kerimi arkadaşı Hamidcan Efendi Arabof ile birlikte Kırım’a bir seyahate çıkarlar. Seyahat 27 Nisan 1903 günü Orenburg’dan tren yolculuğu ile başlar. Samara, Harkaf, Akmescit yol güzergâhından sonra Bahçesaray’a ulaşılır. Burada seyahat amaçlarını gerçekleştirdikten sonra da Sivastopol, Yalta yolu takip edilerek 16 Mayıs 1903 günü memleketlerine geri dönerler.

Kerimî, Kırım’ın tarihi ve sosyal hayatı hakkında tafsilatlı açıklamalarda bulunur. Burada bazı tarihi ve kültürel eserleri gezerler. Yazar, İsmail Gaspralı Beyin Yalta’daki kurmuş olduğu okullarda iki yıl öğretmenlik yaptığı için Kırım’a ve Gaspralı’nın siyasî ve kültürel mücadelesine yabancı değildir. Tercüman gazetesinin 20. kuruluş yılı etkinlikleri 4 Mayıs 1903 günü gerçekleşir. Rusya’nın birçok bölgesinden katılan misafirler eşliğinde çeşitli konuşmalar yapılır. Tercüman gazetesinin işlevi hakkında bazı misafirler düşüncelerini belirtir. Kuran’ı Kerim okunup dualar okunur. Yazar, dua meclisinin misafirlerinden bazısını tanıtır. Dünyadaki muhtelif bölgelerden gelen telgraflar ve hediyelerden bahseder. İsmail Beye 300 civarında tebrik telgrafı geldiğini söyler. Kerimî’nin yazdıklarını göz önünde aldığımızda misafirlerin ve gelen telgrafların içerisinde Türkiye’den kimsenin olmaması dikkat çekicidir.

Yazar, Tataristan’da kadim Kasım Hanlığı bölgesi Müslümanlarının Petersburg, Moskova, Kursk, Harkof gibi eğitim ve kültürün merkezi olan şehirlerde uzun yıllar yaşayıp, çocuklarını okutabilecek durumda olmalarına rağmen hiçbirinin çocuklarını okutmadıklarını ifade eder. Bu ebeveynlerin zihin dünyası ile şu çarpıcı tespiti yapar: “…Eğer oğulları kendileri gibi birer büfe tutabilirse, bunlar için büyük bir saadet sayılıyor… Bunun günahı ve kabahati elbette çocuklarına işe yarar talim ve terbiye vermeyen ve belki kazandığı akçalarını Kasım’daki köylerine dönüp birbirinden heveslenip güzel evler yaptırmağa, itler ve atlar besleyip yarışma yapmaya sarf eden babalara aittir.”(s.41) Yazar, Müslümanların tembellik ve ataletini de eleştirmekten geri durmaz. Örneğin, Bahçesaray’da kahvehanelerin bolluğuna dikkat çeker. Her dükkânın yanında bir kahvehane bulunduğunu beyan eder. 

Osmanlı son döneminde yaşamış olan, aydınların hatıralarında söz dönüp dolaşıp medreseye geldiğinde, haklı olarak medreselerdeki eğitimin asıl amaçlarından sapıp olumsuz bir yapıya savrulduklarına dair birçok şeyden bahsedilir. (Medrese öğrencilerinin askerlikten muaf olmasının istismarı vb.) Hatta bazılarında bu duruma kızıp, İslam’dan soğumalar bile olmuştur. Kerimî, eserlerinde yaşadığı coğrafyadaki medreseleri, medrese zihniyetini, İslam’ın kanaat önderlerini sürekli eleştirir. İslam’ın özünün geniş halk kitlelerine ulaştırmaya yönelik hiçbir fonksiyonu icra etmediklerini, böylesi insanların yobazlıklarını anlata anlata bitiremez. Osmanlı’daki medreselerin buradakilere göre daha olumlu ve iyi özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Türkiye’deki medreselerde son dönemlerde dahi sadece din bilimleri değil, pozitif bilimler ve yabancı dil eğitimi verildiği de bilinmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen Kerimî’nin yaklaşımı Türkiye’deki “gavura kızıp oruç yiyen” bazı aydınlardan farklı olmuştur. Merhum Kerimî’nin ömrü dinin mesajını doğru bir şekilde anlamlandırıp Müslümanların yeniden diriliş ve ihyaya ulaşması için “Mükemmel bir dini; üçüncü, dördüncü sınıf kalitedeki insanlardan nasıl kurtarırız? Müslümanları ne zaman ve nasıl birinci sınıf insan kalitesine çıkarabiliriz?” sorularına cevap aramakla geçmiştir.

“Kırım’a Seyahat”te eleştiri oklarından nasibini Rus Hükümeti almaz. Bu durumu -dönemin koşulları göz önünde bulundurarak- değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yazarın, Ceditçilik hareketine mensup olduğunu ifade etmiştik. İsmail Gaspralı ve arkadaşları, Müslüman çocuklarının Rus okullarında Rusça eğitim almalarının elzem olduğuna inanırlar[5] O dönem Milliyetçilik iddiasında bulunanların bir kısmı Gaspralı ve Kerimî’den farklı düşünmektedir.

Fatih Kerimî[6] genelde İslam âlemi, özelde Türk soylarının siyasî, ekonomik, toplumsal, kültürel geri kalmışlığıyla ilgili ömrü boyunca sancı duymuş bir mütefekkirdir. Bu eserinde de düşünce yoğunluğu, güzel üslubu dikkat çeker. Türk ve Müslümanların kendine bile itiraf edemediği kronikleşmiş hastalık ve zaafları üzerinde ısrarla durmuş. 1937’de Rusya’da kurşuna dizildiği ana kadar, Türk ve Müslümanların istikbalini inşa etmenin planlarını kuran bir kalem erbabıdır. Son olarak Fatih Kerimî’yi rahmetle anarken, eseri günümüz Türkçesine hazırlayan Hayri Ataş ve IQ Yayıncılık yetkililerini kutluyorum  


[1] Fatih Kerimî, Avrupa Seyahatnamesi, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, 143 sayfa, 2001, İstanbul, Çağrı Yayınevi, www.cagriyayinlari.com
[2] Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, 367s. , 2001, İstanbul, Çağrı Yayınları, www.cagriyayinlari.com
[3] Bahse konu olan yazılarımı merak edenler, ilişikteki blog adresinden ulaşabilir. http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/search/label/fatih%20kerimi
[4] Fatih Kerimî, Kırım’a Seyahat, Hazırlayan: Hayri Ataş, 128 sayfa, 2004, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, www.iqkultursanat.com
[5] Günümüzde de Türkiye dışındaki Türklerin yaşadıkları ülkenin resmi dillerini yeterli seviyede bilmeyişi siyasi ve sosyal sahada büyük hak kayıplarına neden olmaktadır. Mesela, anlatılanlar doğruysa Kosova’da Türkçeyi ve resmi lisan Arnavutçayı bir dilekçe yazacak seviyede bilmeyen ortalama soydaşımız hayatın hemen bütün alanlarından soyutlanmış durumdadır. Devlet dairesindeki bir işi için soydaşlarımız bölgede devletimizi temsil eden kurumlardan Arnavutça tercüman talep etmekte bir anormallik görmemektedir. Üniversitelerdeki Türk öğrenci kontenjanı dahi yüksek öğretimi takip edecek kadar Arnavutça bilen olmadığından geniş oranda doldurulamamaktadır.
[6] Fatih Kerimî’nin biyografisi hakkında diğer yazılarda genişçe yer vermiştim. Yine de Kerimî’yi tanımayanlar için Prof. Dr. Fazıl Gökçek’in hazırladığı Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” kitabındaki sunuş yazısından derlediğim “Fatih Kerimî Kimdir?” yazısını alıntılayıp dipnot bölümüne koymayı uygun gördüm.
            Fatih Kerimî, Tataristan’ın Sama eyaletinin Böğülme ilçesinin Minlibay köyünde 1870’de bir molla ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, Çırçılı Medresesi’ndeki temel eğitimi sırasında başarılı bir öğrenci olarak dikkat çeker. Babası onu Çistay Medresesi’ne gönderir. Burada 7 yıl öğrenim görür. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döner. Köyünde öğrenci yetiştirmek için bir medrese açar. Fakat bu medreseden istediği verimi alamayınca tam bu sırada İsmail Gaspralı’nın “usul-i cedid” adıyla başlattığı yeni öğretim tarzından haberdar olur. Hemen Gaspralı’nın yanına Kırım’a gider. Kendisiyle tanışır ve bu yeni öğretimin mahiyetini kavrar. Devrinin önemli bir aydını olarak yetişir. Bu öğrendiği usulü tatbik etmek amacıyla memleketinde bir mektep açar. Ve bunda da başarılı olur. Böylece, Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, İdil boylarında ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif tarihinde önemli bir yere sahip olur.
            Fatih Kerimî, on bir yaşına kadar babasının açtığı medreseye gider. Babası gibi Çistay Medresesi’nde öğrenimine devam eder. Bu medresede öğrenimini 11 yılda tamamlar. Bu eğitimini devam ederken aynı anda iki yıllık Rus Mektebini de bitirir. Rus edebiyatını takip eder. Rusçadan bazı tercümeler yapmaya başlar. Türkiye’deki kaynakların büyük çoğunluğunda İstanbul’da Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Mülkiye Mektebi’nde okuduğundan bahseder. Bu yazıyı hazırlarken Biyografi net sitesinde Fatih Kerimî’nin özgeçmişini incelerken kaynaklardakinin aksine İstanbul’da eğitim aldığını ya da yarım bıraktığını ama mülkiye mektebinde okumadığını belirtir. Bunu doğrulayacak şu verileri aktarır. Eserlerinin hiçbirinde özellikle de “Avrupa Seyahatnamesi”nde İstanbul’u tafsilatlı bir şekilde anlatmasına rağmen burada okuduğuna dair bir şeyden bahsetmediğini, Ali Çankaya`nın “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler” adlı eserinde Kerimi’nin kaydının bulunmadığını belirtir. İstanbul’daki öğrenimi sırasında Türk edebiyatını yakından tanıma imkânı bulur. Böylece medreseden, geleneksel bilimleri, Arapça ve Farsçayı; Rus Mektebinden Rusçayı, İstanbul’daki okuldan da Osmanlı Türkçesi ile Fransızcayı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bu dillerin edebiyatına da çok yakınlık duyar. Bir edip ve aydın olarak kendini yetiştirir.
1896’da İstanbul’daki eğitim hayatından sonra Yalta’nın Üzen köyünde iki yıl öğretmenlik yapar. 1899’da kendisi, babası ve ailesiyle birlikte Orenburg’a yerleşir. Burada çeşitli kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunur. Arkadaşı Gani Hüseyinov ile birlikte bir matbaa satın alır. Çeşitli kitaplar basmaya başlar. Asıl gazete çıkarmak hedefine şartların zorluğundan, 1905’deki devrimin kısmi özgürlüğünden dolayı 1906 yılında ulaşır.
            Tatar matbuatının(basın) en önemli yayın organlarından Vakit Gazetesi Orenburg’da 21 Şubat 1906’da kurulmuştur. Kerimî, bu gazetede 1917 yılına kadar başyazarlık yapar. Bolşevik İhtilali’nden birkaç gün önce gazeteden ayrılır. Orenburg Cemiyet-i Hayriye’sinde aktif bir üye olarak görev yapar.
            1906’da II. Devlet Duması milletvekili seçimlerinde delege olur ve Duma’ya seçilen Zakir Remiyev’in vekili olarak Müslüman mebusların danışmanlığını yapar. Bolşevikler ile başlangıçta bir sorunu olmaz. Moskova’ya gider, yeni açılan halk mekteplerinde ve öğretmen hazırlayan kurslarda ders verir. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği halklarının merkez neşriyatında çalışır. Doğu Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verir.
            4 Ağustos 1937’de, cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılmış olan 67 yaşındaki Fatih Kerimî, 27 Eylül 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak 8 Aralık 1959’da Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî’nin suçsuzluğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir.
            Kerimî, Şehabettin Mercanî, Kayyum Nasırî ve Rızaeddin Fahrettin gibi Tatar Edebiyatı’ nın kurucuları arasındadır. Kerimî’ nin belli başlı eserleri şunlardır:  Onun Komedya(1898), Hösid Baba(1895), Şakirt ile Student(1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı(1900), Salih Babaynın Öylenüvi(1897), Mirza Kızı Fatima(1901), Avrupa Seyahatnamesi, Kırım Seyahatnamesi ve İstanbul Mektupları’dır. 



12 Şubat 2011 Cumartesi

BİR İHTİYAT ZABİTİNİN SARIKAMIŞ-SİBİRYA ESARET GÜNLÜKLERİ (1915–1918)





Birinci Cihan Harbi’nde Kafkas Cephesinde kapsamında Sarıkamış Harekâtına katılan, daha sonra da Ruslara esir düşen ihtiyat subayı Mehmet Fuad (Tokad)’ın günlükleri geçtiğimiz aylarda yayınlanmış.[1] Kitabın kendisinden daha ziyade kitaplaşma süreci bir o kadar sıra dışı olduğu için basının bir bölümünde kendisine yer bulmuştu.

“Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri: (1915–1918)” isimli çalışmanın kitap haline gelme öyküsü hakikâten oldukça ilginçtir. Mehmet Fuad Bey savaşlarda günlük tutan ender subaylardan biridir. Günlükleri biri ince, diğeri kalın olan küçücük defterciklerden oluşur. Bu deftercikleri yaklaşık boyutları 5.6 x 3.3 x 1.8 santimetre küp olan eski bir Norveç defterinde saklayarak memleketine ulaştırır. Yanda resmi görülen söz konusu defterciklere o yazıların nasıl yazıldığı, şüphesiz maharet gerektirir.

Günlükleri yayınlamaya Mehmet Fuad Bey ile oğul Yılmaz Beyin ömrü kâfi gelmez. Fuad beyin torunu ile evli olan Amerikalı diplomat Jack Snowden, emekli olduktan sonra Ankara’ya yerleşir. Osmanlıca Türkçesini öğrenmeye karar veren Snowden, bazı Osmanlıca kurslarına katılır. Burada Osmanlıcasını geliştirdikten sonra kayınpederinin vasiyeti olan günlüklere el atar. Günlükleri 1.5 yıllık emeğin sonunda da günümüz Türkçesine çevirir.

MEHMET FUAD (TOKAD) KİMDİR?

Bir subay çocuğu olarak Ankara’da dünyaya gelen M. Fuad Bey, rüştiye ve idadi eğitimini Ankara, İstanbul ve Bursa’da tamamlar. İstanbul Harp Okulu’nu okurken ikinci sınıfından itibaren 1913’te Gelibolu’ya sevk edilerek oradaki Kuva-yı mürettebe Kumandanlığı emrine verilir. Evrak kaleminde yazıcı olarak istihdam edilir.

I. Dünya Savaşı başlayınca da 1914’te ihtiyat zabit namzedi sıfatıyla Harbiye Mektebi’ne tekrar kaydolur. Stajdan sonra on arkadaşıyla birlikte 85. Alay’ın 1. Taburu’na tayin edilir. 2 Mart 1916’da Erzurum’da Ruslara esir düşer. Vetluga’daki esaret hayatı yaklaşık iki yıl sürer. Tokad, özgürlüğüne kavuştuktan sonra İstanbul Darülfunun’da nazarî- amelî Fizik ve matematik tahsil ederek iki kısımdan tasdikname ve Paris Elektrik Alî Mektebi’nin Telsiz-Telgraf kısmından da Mühendis diploması alır. Tokad, yabancı dil olarak Almanca, Fransızca ve Rusça’yı bilir.

1918’de Muhasebe Müdürlüğü kâtibi olarak başladığı PTT Müdürlüğü’nden 1950’de başmühendis olarak ayrılır. Buradan sonra da 7 yıl İstanbul Radyosu Müdürlüğü’nde çalışıp emekli olur. Mehmet Fuad beyin “Uzak Mesafe Telefon Devreleri” kitabı Yüksek Mühendis Okulu tarafından okutulması uygun görülür. Ayrıca Yüksek Mühendis Okulu’nda öğretim elamanı olarak görev yapar.(1940-1947) Mehmet Fuad Bey, 1960 yılında İstanbul’da vefat eder.

KİBRİT KUTUSUNDA GİZLENEN GÜNLÜKLER

Mehmet Fuad Beyin günlükleri 8 Ocak 1915 günü başlayıp 19 Mart 1917 tarihli günlüğüyle sona erer. Vetluga’dan ayrılıp İstanbul’a kadar ki yolculuğunu da 1 Eylül 1918 tarihli günlüğünde anlatır.

Eser kendi arasında kabaca 3 bölüme ayrılır. İstanbul’dan ayrıldığı günden başlayıp esir düştüğü tarihe kadar ki bölümleri oluşturan günlükler ilk bölümü oluşturur. Burada yolculuk güzergâhını ayrıntılı bir şekilde anlatır. İkinci bölüm ise esir düştüğü tarihten Vetluga’ya ulaştığı tarihe kadarki süreyi kapsar. Eserin büyük kısmını ise son bölümdeki Vetluga’daki esaret günleri oluşturur.

Esir düşmeden önceki günlüklerin bazı bölümleri boş bırakılır. Savaş ortamında olduğu için bu dönemde günlüğe daha az zaman ayırır. Yazar Erzurum’a ulaşana kadar ki yolculukta insanların askere ikramından bahsederken duygulanıp ağladığını belirtir. M. Fuad Bey, ailesiyle özellikle de babasıyla telgraf ve mektup sayesinde sık sık iletişim kurar. Babasının subay olması bazen kendi işini kolaylaştırır. Babasından istediği krem, cep fener pili, fotin, çikolata, para günü gününe olmasa da eline geçer. Babasından istedikleri arasında gazeteler hep önceliklidir.

ESİRLİK HÂLLERİ

Fuad Bey, 16 Şubat 1916’da Erzurum civarında esir düşer. Esaret hayatını süreceği Vetluga’ya bazen trenle bazen yürüyerek 25 Mayıs 1916’da ulaşır. Bu tarihe kadar ki yaşadıkları bir esir olarak özellikle ruhen daha yıpratıcıdır. Gün olup tahta karyolada 4-5 kişi birlikte yatarlar. Kendisini Rus Ordusundaki kazak askerler esir alır. Kazakların esirlere tehditler yağdırdığını, kendilerine kaba hareketler yaptığını belirtir. Yazar, burada bazı Rus asker ve subayların, esirlerin bulunduğu odaya kapıyı çalmadan, nezaketsizce girip oturduklarını, esirlere yabani gibi baktıklarını ifade eder. Yolda karşılaştıkları Bazı Ermenilerin kendilerine küfür ettiğini, cellât gibi baktıklarını söyler.

Fuad Bey, yolculuk esnasındaki yerleşim yerlerinden bahseder. Tarlalarda çalışan amelelerin çoğunluğunun kadın olmasına, her köyde bir mektep ve kilise olmasına çok şaşırır. Rusların kendilerine yaptığı kara propaganda had safhadadır. Örneğin Enver Paşa’nın öldürüldüğü, Cemal Paşa’nın idam edildiği gibi haberlere inanmazlar. Türk esirler, savaşın seyriyle ilgili Türkiye mahreçli doğru haberlere bile temkinli yaklaşır.

SİBİRYA’DAKİ ESARET GÜNLERİ

Fuad Bey, Sibirya’nın Vetluga kazasında yaklaşık iki yıl esaret hayatı yaşar. Burada Türk esirleri -eğer yanlış anlamadımsa pansiyona benzeyen- evlerde kalırlar. Her evde yaklaşık 25 kişi kalır. Türk esirlerin Sibirya’ya alışmaları kolay olmaz. Hava sıcaklığının –50 dereceyi bulduğu bile olur. Bazı ay ve günler, gündüzler 6-7, bazen de geceler 6-7 saat olur. Geceden gündüzü; gündüzden geceyi beklemek oldukça zordur. 

Burada esirlere Rus Ordusu ve Devleti’nin yaklaşımı oldukça sıcaktır. Esir maaşını alırlar. Kaldıkları evlerde esirlere hizmete yönelik hizmetçiler mevcuttur. Bazı esirler eş ve çocuklarını da yanında getirir. Bunlara diğer esirlerden farklı olarak barınak tahsis edilir. Esirler memleketlerine dönerken Bolşevik İhtilali etkisini hâlâ sürdürür. İç savaşta başlarına bir şey gelmemesi için Rus askeri elbisesi giydirilip gönderilir.

 Vetluga’daki esirlerin en önemli sıkıntıların başında aileleriyle mektuplaşamamaları gelir. Mektup yazmalarına karşı çıkarlar. Sonra da 4 satırı geçmeyen mektuplar yazmaları istenir. Ailelerden mektup gelmez. Fuad bey 27 aylık esaret hayatının sonuna doğru babasından Hilal-i Ahmer kartı üzerine 4 satır olarak yazılmış bir haber aldığını belirtir. Esirlere yapılan muameleleri incelemek için gelen komisyon heyetine Türk esirler bu şikâyetlerini beyan ederler.

Yazar, Vetluga’daki günlüklerinde “Havadis” isimli bölüm açar. Bu bölümde genelde I. Dünya Savaşı özelde Osmanlı Devleti’nin akıbetiyle ilgili gelişmeleri yazar. Yazarın savaşta dahi babasından istedikleri arasında gazete istediğini üst paragraflarda yazmıştık. Vetluga’da da gazeteleri takip eder. Kırım’da tanınmış Türkçü eğitimci İsmail Gaspralı Beyin çıkardığı “Tercüman gazetesi”ne abone olur. Havadis bölümündeki gelişmelerin kaynağı bu gazeteler ve çevresindeki duyduklarıdır.

Esaret zamanlarındaki tutulan günlükler ilk zamanlara göre daha düzenli bir şekilde yazılıp günlüğe daha fazla yer ayrılmış. Bu bölümdeki satırlarda duygu yoğunluğu dikkat çeker. Yazar, rüyalarını bile günlüğe kaydetmekten çekinmez. Esirliğin en hafifinin bile kabullenilemeyeceği vakıadır. Esarette iklim şartlarının zorluğu, gurbet, kişisel ve toplumsal gelecek kaygısı ve meşgalesizlik üst üste binince moraller bozulur. Günlüklerden hep bedbinlik, yeis, umutsuzluk ve hüzün dökülür. Bütün bunlara inat çıkış yolu olarak sık sık Tanrıya dua eder. Çoğu günlüğünün satırlarında dua vardır. 20 Eylül 1916 günlüğünün şöyle tamamlar: “Sen azametinle başka bir sulh-i umûminin akdine bir sebep acil halk eyle de sade biz değil bütün dünya kurtulsun.”(s.181)

Yazar, arkadaşlarıyla bol bol sohbet eder. Kendi aralarında sık sık söz dalaşı ve hatta kavga yaparlar. Geçmişten gelecekten zaman zaman konuşurlar. Dar çevredeki Türk esirlerin çoğunluğunun vaktini değerlendirmediğini, sabah akşam kendi deyimiyle “laklakiyât” ile geçirirler. Bazıları muhtelif kâğıt oyunu, satranç ve kumar oynarlar. Bazı Türk esirlerin olumlu hiçbir şey ile uğraşmadığı gibi, zamparalık yapmaya çalışır. Bunun faturası hep oradaki esir Türklere çıkar. Yazar, Türk milleti ve devletinin itibarını düşüren bu teşebbüslere ateş püskürür. Sık sık Ruslara kepaze olduk, der. Bu iğrendiği subayların dedikodu, fitne-fesad çıkardıklarını, bel altı muhabbet yaptıklarını açık yüreklilikle ifade eder. Önemli sayıdaki Türk esirlerinin ahlaksızlığı ve meşgalesizliği yüzünden kendi aralarında sürekli didiştiklerini, kavga ettiklerini söyler. Fuad Beyin bu konudaki özeleştirisini önemsiyorum: “…Ah yurdumuzda bize analarımız, babalarımız metin bir terbiye veremedikleri, mekteplerimizde terbiye-yi ictimâiyenin ne demek olduğu öğretilmedikleri için işte bugün şurada hepimiz bir yurdun evladı olduğumuz halde yirmi beşimizin de birbirleriyle imtizacı mümkün olmaktan sarf-ı nazar daima birbirimizi çekiştirmek ile vaktimiz geçiyor. Ah düşüncesizlik, meşgalesizlik bunun en mühim âmilidir. Ya rab sen bizi ıslah et…” (s.178)[2]

Mehmet Fuad Beyin günlükleri kişisel gelişim uzmanı gözüyle incelendiğinde ibretlik birçok dersler çıkarılabilir. Günlüklerde Fuad Beyin okul hayatının yarım kalması, gelecek kaygısı hep kendini hissettirir. İleriki yıllarda yarım kalan eğitimini nasıl tamamlayacağı ve hangi işi yapacağına dair hayallerinin gerçekleştiğine şahit oluyoruz.

 Fuad bey ve birkaç arkadaşı yukarıdaki boşboğaz olarak günlerini geçiren esirlerden farklı olarak vaktini verimli bir şekilde geçirir. Hava şartları, materyal eksikliği, öğretmen yetersizliğine rağmen Rusça, Almanca ve Fransızca öğrenmek için resmen çırpınır. Çok düzenli bir şekilde ve profesyonelce olmasa da imkânlar ölçüsünde ders alırlar. Bu dilleri öğrenip geliştirirler. Esaret yaşamı sonrasında hükümetin Fransa’ya göndereceği kişiler arasında Mehmet Fuad Bey de vardır. Bunun tesadüf olmadığını söylemeye bile gerek yoktur herhalde. Yazar, Cumhuriyet döneminde birkaç dil bilen saygın bir mühendis olarak hayatını sürdürür. Yaşlı anamdan duyduğum bir darbı meseli Fuad Bey adeta kulak ardı etmeyip dinlemiş ve başarmıştır.  “Bu Cuma gecesini kaçırdım diye yanma. Coşana Cuma gecesi çoktur. Yeter ki sen coşmaya bak.”    

Son olarak merhum Mehmet Fuad Tokad’ın hikâyesi sadece kendi özel yaşamı olmaktan çıkmıştır. Eser bütün Mehmetlerin hikâyesi halini almıştır. Özgür Mehmetlerin(!) bugünkü halini anlamakta zorlananlara bu eseri salık verebilirim. Yazara Allahtan rahmet diler. Kitabı gün yüzüne çıkaranlara şükranlarımı sunarım.


[1] Mehmet Fuad Tokad, Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri, Yayına Hazırlayan: Jack Snowden,  304 sayfa, Aralık 2010, İstanbul, Timaş Yayınları.
[2] Şair-yazar Yahya Akengin, hatıralarında Moldova Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak gittiği Başkent Kişinev ve Komrad’taki izlenimlerini anlatırken “Gagauz Türkleri” hakkında bazı saptamalarda bulunur. Hristiyan Gagauzların konuştukları Türkçenin gayet iyi anlaşıldığını, Hıristiyan inançlarını İslam terminolojisi ile ifade ettiklerini, dikkat çekici bakış açısına sahip, önemli aydın ve bilim insanlarına sahip olduklarını söylediklerinden sonra -merhum Mehmet Fuad Tokad’ın parmak bastığı- Türklerin kötü alışkanlığının bunlarda da olduğunu şu cümlelerle ifade eder. “…Fakat birkaç gün sonra gördüm ki bu yüz elli bin Gagauz toplumunun içinde belki yüz elli hizip vardı. Herkes birbirinin aleyhinde, herkes birbirini çekiştirmekten geri kalmıyor. Sadece bu hal bile onların “Türk” olduğuna inanmam için yeterliydi.” (Yahya Akengin, “Bir Semaverlik Muhabbet: Biraz da Siz Beni Dinleyin Hâtıralar” s. 158,  2010, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları)






7 Şubat 2011 Pazartesi

AVRUPALI KARİKATÜRİSTLERE GÖRE ABDÜLHAMİD VE OSMANLI DEVLETİ


                                                                            
        Sultan Abdülhamid döneminin siyasî, kültürel ve sosyal olaylarının Avrupa’daki yankılarıyla ilgili gerek ülkemizde gerekse Avrupa’da birçok hatıra, araştırma-inceleme ve akademik türde eserlerin yoğunluğu dikkat çekmektedir. Osmanlı Devleti’nin bu kritik dönemiyle ilgili, Avrupalı karikatüristlerin gözüyle “Abdülhamid dönemi Osmanlı Devleti”ne bakmak isteyenlere çok ciddi bir eseri salık verebilirim.

        Sözü uzatmadan yazara ve kitaba geçersek; akademisyen Necmettin Alkan’ın 2006 yılında yayımlanan, “Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamid ve Osmanlı İmajı”[1] kitabı hakkında bir yazı hazırlamayı uygun buldum.

Alkan, önsöz ve giriş bölümünden sonra “Tarihçilik Açısından Karikatür” ve “Sultan II. Abdülhamid’e Dair” isimli başlıklarında konuyu kısa ve özlü bir şekilde açıklar. Daha sonra sırayı kitabın ana konusu olan “Karikatürlerin Anlattıkları” bölümüne getirir. Osmanlı ve Abdülhamid ile ilgili dönemin Avrupa’sının birçok başkent ve önemli şehrinde yayımlanan 141 karikatür, masaya yatırılır. Yazar, alıntılanan her karikatürün önce detaylı bir tasvirini yapar. Akabinde de karikatürün çizildiği tarihi şartları göz önünde bulundurarak tarihi gelişmelere uyup uymadığı, verilmek istenen ana ve yan fikirleri sorgular. Çizilen karikatürlerin arka ve tarihi temelleri irdelenmeye çalışılır. Yazar, kitabın 10 sayfalık “Sonuç ve Değerlendirme” bölümünde ise bütün karikatürler üzerinden kalıcı, keskin ve ciddi tahliller yapar. Tabii ki bu tahliller aynı zamanda çalışmanın özünü oluşturmaktadır.

BİR OKUR OLARAK KARİKATÜRLERDEN ANLADIKLARIM

Karikatürlerin konusunu; “Ermeni, Bulgaristan, Makedonya ve Girit Olayları”, “93 Harbi, Japonya-Rus Savaşı(1904–1905) ve Osmanlı-Yunanistan Savaşı (1897)”, “Kanûn-u Esasî İlanı, Mithat Paşa ve Jöntürk İhtilalı, “Abdülhamid’in şahsı ve tahtan indirilmesi”, “Avrupa’nın Siyasî haritası, Büyük Devletler ve Osmanlı Devleti”, “Almanya-Osmanlı İlişkileri” ve muhtelif karikatürler oluşturmaktadır. Karikatürün yayınlandığı tarihe, ülkeye göre kahramanları haliyle değişmektedir. Ama nedense Osmanlı imajı neredeyse değişmemektedir.


 Öncelikle karikatürlerin kahramanları olan Osmanlı haricindeki ülkelerin özelliklerini sıralayalım. Karikatürlerde genelde Rusya, daha sonra da küçük Balkan ülkeleri Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan; Osmanlı’nın baş düşmanı olarak dikkat çekmektedir. Rusya’nın Balkan devletlerini ya da Osmanlı Devleti’nden ayrılma yolunda çırpınan sorunlu bölgeleri Osmanlı’nın aleyhine kışkırtan tavrı belirgindir. 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’daki uluslararası denge siyasetine göre Avrupa’nın güçlü ülkeleri arasında inanılmaz mücadele vardır. Almanya-Osmanlı ilişkilerindeki yakınlık dolayısıyla diğer Avrupa ülkelerinin bazıları bu yakınlığa eleştirel bakmıştır. Diğer yandan bütün Avrupa ülkelerinin içerisinde Türkiye’ye en az düşmanlık sezilen ülke olarak Almanya gelmektedir. Karikatürlerin çoğunda Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ gibi Balkan ülkeleri ikinci, üçüncü sınıf ülke statüsünde görülmektedir. Dolayısıyla karikatürlerde buna yönelik roller verilmektedir. Avusturya’da çıkan karikatürler diğerlerine oranla gerçeğe biraz daha yakın gözükmektedir. Osmanlı Devleti ile aralarında sıcak gelişmeler olan ülkelerde yayınlanan karikatürlerde Osmanlı figürü daha acımasız durmaktadır. Hatta bu karikatürlerde propaganda belirgindir. Örneğin Teselya Savaşı döneminde Yunanistan’da çıkan bir karikatürde Abdülhamid bir eşeğe benzetilmiştir. Karikatürlerde İngiltere’yi sembolize eden, verilen rolleri oynayan karakter genellikle John Bull tiplemesidir. Berlin Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nde sorun olmaya başlayan Ermeni meselesiyle ilgili sadece 2 karikatürün olması dikkat çekmektedir. Genelde Osmanlı’nın, komşusu olan küçük devletler ile yaşadığı sorunlarda ya da Osmanlı’nın kangrenleşmiş sorunlarının çözümünde İngiltere ve Rusya ya da Avrupa hakem rolündedir. Karikatürlerde çok yaygın olmasa da Avrupa güzel bir kadına, Rusya ayıya, Balkan ülkeleri köpeğe benzetilmektedir. Karikatürlerde dönemin en güçlü Avrupa ülkelerinden olan Fransa’nın siyasi ağırlığının karşılığı çok cılız kalmaktadır. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle yurtdışında yayımlanan karikatürlerin bazılarında, yer yer abartılarak ülkede çok köklü değişiklikler olabileceğini, ama neredeyse karikatürlerin çoğunda gerçek anlamda hiçbir değişiklik olmayacağını vurgular.

GELELİM OSMANLI CEPHESİNE

Bizim için çok önemli olan karikatürlerdeki Osmanlı cephesine gelince durum hiç de iç açıcı değildir. Kitabı okurken Osmanlı Devleti’nin düşmüş olduğu durum karşısında “Kurt kocarsa çakalın maskarası olur.” atasözü aklıma düştü. Osmanlı Devleti ve Sultan Abdülhamid’e ne kadar olumsuz anlam varsa yüklenmiştir. Karikatürlerdeki Türk tipinin bazısı doğrudan Sultan Abdülhamid’dir. Diğerleri de kılık kıyafetiyle Türk tiplemesiyle Sultana benzetilmektedir. Osmanlı İmajı ve Sultanı hakkındaki olumsuz anlamlarla dolu karikatürlerdeki Türk, Osmanlı ve Sultan figürlerindeki çeşitlilik oldukça fazladır. Bunlardan oldukça uzun bir liste oluşturabiliriz. Boğazına sicim geçirilen Türk’ten, avcı tarafından yaralanan ceylana; kütüğe kafası yatırılıp kesilmek üzere olan Osmanlı’dan, medeniyet öğrenmeye çalışan tembel Türk öğrenciye; Padişahının ağzından salya akan, uyuz ve cılız eşekten, ayı tarafından yenilmek üzere olan tavşana; şahinler tarafından parçalanan attan, yabancıların elinde kocaman makasla yününü kesme adı altında kendisini kesmeye çalıştıkları koyuna kadar Türk ve Osmanlı birçok şeye benzetilmiştir.


Karikatürlerde genellikle Osmanlı Devleti yaşlı, aciz, ne yapacağını şaşırmış, düşmanlarına karşı mücadele gücünü yitirmiş, hasta adama benzetilmektedir. Bazı karikatürlerde ayağı, kolu, başı tedavi edilmek amacıyla testere ve bıçakla kesilmiş ya da kesilmeyi bekleyen kişiye benzetilmiştir. Tabii söylemeye gerek yoktur. Doktor ve hemşire figürleri hep Avrupa ve Avrupa’nın güçlü ülkeleri olmaktadır. Ayağından birisi kesilmiş, diğeri de kesildiği takdirde kurtulacağını söyleyen sözde yardım eden arkadaşların anlatıldığı karikatürde kesilen yerler bağımsızlığına kavuşan Sırbistan, Yunanistan, Karadağ gibi ülkelere tekabül ederken, sağlam olan ve kesilmesi öngörülen bacağın üzerinde de Makedonya yazmaktadır. Kazanda muhtelif devletler tarafından pişirilen büyükçe but parçası da Osmanlı’ya benzetilmektedir. Osmanlı’yı temsil eden halının birçok ülke tarafından parçalanmaya çalışılması ve bunların kimler olduğu belli olan karikatür ise Osmanlı’nın akıbetini göstermektedir. Yine bir karikatürde çaresizlik içerisindeki Türk’ün Avrupa ülkelerinden yardım istediği ve hatta dilendiği görülmektedir.


Karikatürlerdeki Abdülhamid imajının da olumsuzluklar içerdiğini fakat Türk ve Osmanlı imajına göre biraz daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin ortalama Türk tiplemesinden bahseden iki karikatür içerik olarak birbirine çok benzemektedir.(s.50,70) Türk figürü, ilkinde Osmanlı’yı parçalamaya yönelik ekibin bir adım gerisinde olanları ve olacakları çaresizce izlemekte, diğerinde ise aynı pozisyonda pencereden çaresizce izlemektedir. Oysaki Karikatürlerde yer yer Abdülhamid, denge siyasetini güden, oyalama taktiğini yapan, uyanık olan, çözüme yönelik batılıların önerilerine şüpheyle bakan kişidir. Ülkemizde Abdülhamid hakkında söylenen Kızıl Sultan adını çıkaranların yabancılar olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Karikatürlerin hiçbir yerinde Kızıl Sultan geçmemektedir.

Karikatürlerin bazılarında da Türk gayet sağlıklı, dinç gözükmektedir. Yazarın da belirttiği gibi Osmanlı’nın Makedonya ve Ermeni Sorunu gibi kangrenleşmiş sorunların çözümüne yönelik şiddet uygulamaya başlamasıyla ilgili dönemleri anlattığı karikatürlerde dinç ve sağlıklı Türk karşımıza çıkmaktadır. Küçük ve önemli bir ayrıntıyı es geçmeyeceğim. 1887 yılında Zürih’te yayımlanan bir karikatürde hasta adamdan bahsedilirken Makedonya ve Bulgaristan’ın güney kısmından itibaren balkanların bir bölümünü de “Türkiye” denmektedir.(s.28) Osmanlı’ya yönelik tiplerin çoğunda kadınlara olan düşkünlük ile tütün tiryakiliği belirtilir.
 
2006 yılında Danimarka’da Peygamberimiz hakkında yayınlanan bir karikatür başta İslam ülkeleri ve birçok ülkede tepki toplamıştı. Kitaptan öğreniyoruz ki 1881 yılında Viyana’da yayımlanan bir karikatürde de Hz. Muhammed geçmektedir. Başında fesi ile Müslümanların ilahı gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.(s.298) Bilmiyorum Batı’nın bilinçaltında bazı şeylerin değişmediğini söylemeye gerek var mıdır?



Batan Gemi
 Abdülhamid: “Her şey benden kaçıyor. Sadece fareler batan gemiyi henüz daha terk etmiyorlar.”
 Der Floh, Viyana, 1877

DEĞERLENDİRME

Osmanlı Devleti’nin Abdülhamid dönemini konu alan, Avrupa’nın birçok başkent ve önemli şehrinde yayımlanan karikatürlerden 141’i seçilerek, bu karikatürlerin tasviri yapılarak, karikatürler yorumlanmıştır. Yazar, hem karikatürlerin yayınlandığı dönemin küçük bir fotoğrafını çekmeye çalışmış hem de tarihi gerçeklerle ne derece örtüştüğünü tahlil etmiştir. Çalışmanın sonunda da karikatürler üzerinden değerlendirme ve sonuca ulaşmıştır. Karikatürlerin yayınlandığı ülkeler ve karikatürlerdeki roller değişmesine rağmen; neredeyse Avrupa’da yayımlanan her ülkede Osmanlı, Türk ve Abdülhamid imajındaki olumsuz vurgu  değişmemektedir. Söz konusu bu algının tarihi ve zihni alt yapısı sorgulanarak bazı sonuçlara ulaşır. Bu sonuçlardan en önemlisini belirtmek için sözü Alkan’a bırakmak durumundayım: “Bu kitapta geçen karikatürler, her ne kadar takriben 100-130 yıl öncesine ait olaylarla alakalı olsalar da, aslında günümüze bakan oldukça ilginç ipuçları da ihtiva etmekteler. Çeşitli Avrupa devletlerine mensup o günkü karikatürcüler ile bugünkülerin Türkiye ve İslam devletleriyle ilgili çizgilerinin belli noktalarda örtüştükleri aşikârdır. Eleştirilen, hafife alınan ve kendilerinden ayrılanların farklılıklarını ortaya koyarken kullandıkları sembollerde bir süreklilik söz konusudur. Aradan yüzyıllar geçse de toplumların; toplumları meydana getiren fertlerin birbirlerine bakışlarında ve yaklaşımlarında çok ciddi bir değişim olmaz; ana unsur neyse, o şekilde devam eder. Ana unsurdan kasıt ise, uzun bir tarihi süreçte karşıdakilerle doğrudan tecrübeler sonucunda oluşan ve merkeze yerleştirilen değerlendirmede asıl olan farklılıklardır.”(s.322)

Bazı  karikatüristlerin öngörülerinin ileriki yıllarda gerçekleştiğini görüyoruz. Yazar bu karikatüristlerin tahmin ve değerlendirme gücünün başarısını vurgular. Örneğin 1877’de Bologno’da çizilen karikatürde bir papağan Avrupa’nın geleceğiyle ilgili muhtelif kehanetlerde bulunur. Haritada Mora üzerinde bulunan Yunan tiplemesi yönünü Arnavutluk ve Teselya bölgesinde otlamakta olan keçi ve koyunlara dönerek bunları yemek için fırsat kollar. 1897’de patlak verecek Teselya Savaşı’nın kokusunu 20 yıl önce alan bu karikatüristin basiretinin şüphesiz takdir edilmesi gerekir. Yine 1897’de Yunanistan’da yayımlanan bir karikatürde Girit’in eninde sonunda Türkiye’nin elinden çıkacağını açık açık anlatmaya çalışır. Karikatürlere kitabın çoğunluğunda olumsuz yaklaşılmıştır. Bu tespit ve tahliler doğru olmakla birlikte madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bazı karikatürlerde bir karikatürün içerisinde birçok olay anlatılmaktadır. Dolayısıyla birçok ana ve yardımcı fikir verilmek istenmektedir. Özellikle yardımcı fikirlerin önemli kısmının tarihi gerçekle uyuştuğunu söyleyebiliriz. Bütün önyargılara, bilinç altındaki Türk düşmanlığına, ulusal çıkarlarına rağmen; bizim dile getirmekten çekindiğimiz acı ve zehirli hakikatleri kendileri çok güzel ifade etmişlerdir. Karikatüristlerin hatırı sayılır bir kesimi amma kendi çıkarları ve beklentileri için amma başka sebepler için olsun Osmanlı’nın akıbetinin hüsranla sonuçlanacağını tahmin etmişlerdir.

 Gerek Osmanlı aydını gerek günümüz aydınının çok ciddi bir kesimi tahminlerini temenni ile karıştırmaktadır. Olması muhtemel olay ve olgulara hep iyimser taraftan yaklaşmaktadır. Aydınlarımız kötü senoryaların olma ihtimalini bile göz önünde bulundurmamaya çalışıyor. Bunun için Balkan Savaşı’nın başlamasından bir hafta önce Hariciye Bakanımız “Balkanlar avucumuzun içerisindedir. Buralarda savaş olmaz.” diyor. İzmir’in Yunanlılar tarafından birkaç saate kadar işgal edileceği haberi Sadrazam ve Dahiliye Nazırı’na ulaştığında, inanmayacaktır. Çünkü Yunanistan’ın Türkiye’ye saldırma olasılığını hesaba katmıyordur. [2]

Diğer taraftan karikatüristlerin entelektüel birikimlerini dikkate aldığımızda bizdeki emsallerinden kat be kat üstün olduğunu söylemek boynumuzun borcudur. Bu karikatürleri silkelediğimizde tarih, uluslararası ilişkiler, siyaset, sosyoloji düşmeyeceğini kim söyleyebilir?

 “Bir resim bin sözcükten daha fazlasını söyler.” Alman Atasözünden hareketle bu kitabın, konuyla ilgili diğer araştırma kitaplarına göre daha çekici ve öğretici  olduğunu ifade etmek durumundayız. Bu eseri okuyanların Abdulhamid dönemi hakkında bir kitap ile elde edilemeyecek kadar bilgi sahibi olabileceklerini düşünmekteyim. Son olarak kitabın alanında dünyada sınırlı birkaç eser arasında, Türkiye’de ise ilk olmasını göz önününde bulundurarak yazarı tebrik eder, başarılı çalışmalarının devamını dilerim.


[1] Necmettin Alkan,Avrupa Karikatürlerinde II. Abdülhamid ve Osmanlı İmajı, 328 s., 2006, İstanbul, Selis Kitapları
{2] Refik Halid Karay’ın hatıralarında anlattığı olay şöyle gelişir. Karay, Mütareke Döneminde Posta Telgraf Genel Müdürü’dür. İzmir Posta Telgraf Başmüdür Vekili Naşit Beyden “Birkaç saate kadar Yunan Ordusunun şehri işgal edeceğini Maliye Müfettişi Muvaffak beyden şimdi haber aldığını…” belirten telgrafı alır almaz soluğu Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Beyin yanında alır. Bu telgrafa inanmazlar. Hatta İzmir Valisine şifreli telgrafla, “Tahrik edici ve heyecan verici haberlerde bulunan müfettiş Muvaffak beyin derhal tevkif ve İstanbul’a gözaltına yollanmasını..” emrederler. Karay, bu duruma çok şaşırır. Gelen telgrafın arkasından Amiral Galtrop’un notasının akıllarını başlarına getirdiğini söyler.(Refik Halid Karay, Minelbab İlelmihrab: Mütareke Devri Anıları, s.139, 1992, İstanbul, İnkılâp Kitabevi)