20 Mart 2011 Pazar

KAMRAN İNAN’IN TÜRK SİYASETİ VE DİPLOMATLARINA YÖNELİK TESPİTLERİ

        25 yıl aktif politikanın birçok kademesinde bulunan, 22 yıl diplomatlık yapan Kâmran İnan, emeklilik günlerini tecrübe ve birikimlerini sürekli yazarak kayıt altına aldı. Özellikle de 47 yıllık mesleki birikimini anlattığı eserler bir külliyat oluşturacak hacimdedir. Kâmran Beyin bu kategoride yazdığı kitaplara bir yenisi daha eklendi. İnan, bu durumu güzel bir darbı mesel ile anlatır. Afrika’da yaşlı bir insanın öldüğünde söylenen “Bir kütüphane daha yandı.” sözüne atıfta bulunarak kendisi de yangının yaklaşmakta olduğunu, kütüphaneden devamlı eser kurtarmaya çalıştığını, bu gayretin neticesinde 12. eseri de kurtardığını beyan eder.

     Bahse konu olan “Bir Ömür” kitabı geçtiğimiz yıllarda yayınlandı.[1] Eserin isminden de anlaşılacağı üzere kitap hatıra türünde olmakla birlikte kendi kişisel tarihinden daha ziyade toplumsal olay ve olgular daha ön plana çıkar. 

    Kamran İnan’ın babası, kardeşi, yeğenleri ve birçok yakın akrabası farklı parti ve zamanlarda milletvekili olarak Meclis’te görev yapmıştır. Doğu’da, Bitlis’te doğan ve yaşayan herkesin kendisi kadar şanslı olmadığını, hayatı boyunca üretmek için daha çok çalıştığını, istatistik rakamı olmayı hep reddettiğini belirtir. 


TÜRK SİYASET VE SİYASETÇİSİNE DAİR

    27 Mayıs ihtilali sonrası, Kamran Beyin babası Selahattin İnan diğer DP Milletvekilleri gibi soluğu Yassıada’da alanlardandır. Babası kadar olmasa da Kamran Bey de çok sıkıntı çeker. 27 Mayıs sonrası Dışişleri Bakanlığı’na 2 çuval ihbar ve şikâyet mektubu geldiğini, bunlardan kendisiyle de ilgili aslı-astarı olmayan birçok şikâyet mektubunun geldiğini anlatır. Bunlardan bir şey çıkmadığını, ama moralini çok bozduğunu iddia eder.

Demokrasi hayatının en verimli yıllarının 50-57 yılları arasının olduğunu söyler. Türk demokrasisinin gıdası ve kronik hastalığının kamplaşma ve kavga olduğuna değinir. Meclis’te görev yaptığı zamanlar Meclis kütüphanesinden zaman zaman istifade eder. 3-4 müdaviminin dışında hiçbir vekilin olmadığını söyler.

 Yazar, Türk siyasetinin kirli sokak, cadde ve mahallerini anlatmaktan çekinmez. Milletvekili ve Bakanlık dışında 1978’de Adalet Partisi’nin Genel Başkan adaylığına koyan Kamran Bey, siyasetteki en önemli tecrübesini bu dönemde kazanır. Aday olduğunda “Bana ne vereceksiniz?” sorusuyla gelenlerin oldukça fazla olduğunu, bu sorulara “Hiçbir şey. Ben vermemek için bu işe girdim.” Cevabıyla karşılık verir. 83 Senatör ve milletvekiliyle başladığı Genel Başkanlık yarışını 3 kişiyle bitirir.(s. 84) Meclis’te mahsup beyannamesini ilk kez kendisinin başlattığını belirtir.(s. 119)


İnan, Türk siyasetinin sağlıklı işlememesiyle ilgili çok güzel tespitlerde bulunur. Siyasi partilerin bir amme kuruluşu olmaktan daha ziyade şirket şeklinde kurulduğunu, vatandaşın da parti tercihini yaparken genelde partinin kazanma şansı ve menfaat dağıtma üzerinde durduğunu, kazanan partinin de devletin imkânlarını hisse senedi gibi temettü dağıttığını, en çok dağıtan liderin başarılı lider olduğunu beyan eder.(s. 122)

Kamran beyin, 1950’lerde eğitimli, önemli bir makamda bulunan birisinden duyduğu “köylüye yağ yemesini öğrettiler, yağ bulamıyoruz.” Sözünü de alıntılamak durumundayız.[2]

TÜRK DİPLOMATLARI KAPASİTESİ HAKKINDA BAZI DEĞERLENDİRMELER

Türkiye’yi temsilen NATO görevlisi olarak Paris ve Brüksel’de uzun yıllar görev yapar. Burada Türk diplomatlarının alışkanlıkları ve tavırları Türkiye’nin dışarıdaki itibarını ayaklar altına alacak cinstendir.

Milletlerarası bir kriz baş gösterdiğinde en geç gelenin Türkiye delegasyonu olduğunu, Genel Sekreter’in durum değerlendirmesi için bölüm başkanlarını toplantıya çağırdığında, ilk iş olarak milli delegasyonlara bilgi verilip verilmediğini sorduğunda değişmeyen cevap hep: “Türkiye delegasyonunda kimseyi bulamadık.” olmuştur. Delegasyon mensuplarının, büyükelçi dışında tam kadro toplandığı yerlerin barlar olduğunu söyler.[3]  Delegasyon sayısının Amerika ve Almanya’dan sonra Türkiye’nin geldiğini, İzlanda’nın 3 memurunun her toplantıya koşarken Türk diplomatlarının barlara koştuğunu belirtir. (s.71)

20 dakikalık konuşma için gelen bir Çalışma Bakanı’nın Cenevre’de 3 hafta kaldığından; yabancı dil bilmeyen müşavirlere, daimi delegelere ve hatta Milli Savunma ve Dışişleri Bakanı’na bile rastlanılabileceğine, Dış temsilciliklerimize karşı terörist tecavüzlerin yapıldığı dönemde, beş yıl süreyle evden dışarı çıkmayan Büyükelçilerin bile olduğunu söyler.

Dışişleri Bakanlığı’nın tutumunun aşağı-yukarı “Ne istenirse verin, ne söylenirse sineye çekin, yeter ki olay çıkmasın.” şeklinde özetlenebileceğini belirten yazar, bu zihniyet ile devamlı nerede ve nasıl çarpıştığını anlatır.

Türkiye’de devlet kesesinden dış seyahate gitmenin bir endüstri halini aldığını, yaptığı Meclis Araştırmasına göre yılda yaklaşık 15 bin kişinin devlet hesabına yurt dışına gittiğini, bunun da çok ciddi bir rakam olmakla birlikte yararlı olmadığını ifade eder. Türk diplomatları ile gelişmiş Batılı ülkelerin diplomatlarını Kamran Bey kıyaslar: “Onlar dış vitrine kaliteli mal koyar, biz de nazar değmesin diye, defolu mal, bazen de biberonlu çocuk koyuyoruz; sonra da çocuk gidip anne ve babasını yabancılara şikâyet ediyor.”(s.125) 

Kitapta birçok düşünce adamı ile diplomatın kitabına ve vecizesine atıfta bulunulur. Bunlardan ikisine değinebiliriz. İlk sözü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Hammersehöld, söylemiş: “Bazen hakikatin galip gelmesi için yalana başvurulabilir.” Fransız Filozof Pascal’ın (Düşünceler kitabı, s.868) Kanuni Sultan Süleyman hakkında söylediği oldukça ilginçtir: “Dünya’nın en güçlü Devletine hükmedip de yalnız kendi maaşı ile geçinen insan, Büyük Türk hükümdarıdır.” (s.83) 

 Ülkemizde gayet çarpık bir bakış açısı mevcuttur. Herkes adeta millet ve devletten alacaklı pozisyondadır. Batı ve Avrupa insanının her şeyi devletten beklemek şöyle dursun, fert olarak biz bu ülke ve devlete neler verebiliriz, sorusunu ciddi anlamda kendine soruyor. Yazar, bununla ilgili somut bir anekdottan bahseder.[4] İsviçre’nin bir dağına doğru yürürken, ellerinde kazma, kürek, yiyecek torbası bulunan bir grup genç ile karşılaşan Kamran Bey, merakını gidermek için hemen sorar. Gençler Turistlerin rahat yürümeleri için yolları tamir ve temizlediklerini söyler (s.127)

DEĞERLENDİRME

Kitapta Kamran Bey, kendi hayat hikâyesi etrafında beraber büyüdüğü ve yürüdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin kat ettiği mesafe, ağır ve aksak giden demokrasi serüvenini masaya yatırır. Yakınan bildiği yabancı ülke ve insanlarına, diploması tarihinin önemli isimlerine ve bunların bazı kitaplarına atıfta bulunur. Karşılaştığı kaliteli Türk diplomatları belirtmekle birlikte çapsız, işini ciddiye almayan, ülkenin âlî menfaatlerini gözetmeyen Türk diplomatlarını sorgulamaya çalışarak çok önemli tespitlerde bulunur.  Siyasi ve diplomasi hayatındaki meslektaşlarının kronik hastalıkları, zaafları üzerine ısrarla durur. Partiler üstü ve milli menfaatler penceresinden bakmaya çalışan Kamuran İnan’ın tespit ve gözlemleri oldukça ilginçtir.  

(Not: Bu yazı Türk Yurdu Dergisi'nin Haziran 2011 sayısında yayınlanmıştır.)



[1] Kamran İnan, Bir Ömür, 160 sayfa, 2010, Ankara, Berikan Yayınevi
[2] Buna benzer bir anekdotu yaşlı bir büyüğümüzden dinlemiştim. Köylülerin şehri keşfetmediği dönemlerden bir gün, ağanın tasarruf sahibi olduğu köylüler birbirine girer. Olay büyür, ağa da haliyle vaktinin önemli bir bölümünü Mütercim Asım’ın memleketinde Tahmis Kahvesi’nde birçok ağa ve eşraf ile oyun oynayarak vaktini heba etmektedir. (Bunlar şehirli olup toprak sahibi daha doğrusu birkaç düzine köyün sahibidirler. Genelde şehirde de yaşarlar.) Köyde Ağanın Vekili kavga yapanları tutup ağaya getirir, duruma el koymasını ister. Ağa, köylülere bir miktar para verip barıştırır. Birer helva dürümü ısmarladıktan sonra hiç durmadan hemen köye yol almalarını söyler. Köylüler kahveden ayrılır ayrılmaz masada bulunanlardan birisi “yahu köylüler bir gün şehirde kalsaydı ne olur. Hemen köye geri gönderdin” diye arkadaşı ağaya çıkışır. Ağanın cevabı oldukça zekicedir: “Bunlar şehrin nimetlerinden istifade etmeye görsün. Alışırlarsa yarın şu lambanın ışığını gören kepenek gibi çoğalırlar. O zaman da bizim köydeki işlerimizi kim tutar.”
[3] Tarihçi Orhan Koloğlu ile yapılan söyleşiden oluşan bir eserde Koloğlu, 7 dil bil bildiğini, 15 ülkenin arşivinde çalışmalar yaptığını belirtir. Bu birikime nasıl ulaştığını izah ederken Basın Ataşesi olarak muhtelif ülkelerde görev yaparken zamanını verimli bir şekilde kullanarak dil öğrendiğini ve arşiv çalışmalarında yoğunlaştığını ifade eder. Boş zamanları çok olan birçok diplomat ve ataşenin zamanını çok iyi kullanmadığını beyan eder. Beyrut’ta görev yaptığı sırada görevini ihmal edip Avrupa’ya kaçtığı tarzda ihbarlar sonucunda, Ankara’ya geri çekildiğini, kısa süreli birçok mağduriyetler yaşadığını anlatırken İnan’ın söylediklerini destekler mahiyette bazı tespitlerde bulunur: “…İşin acı tarafı şuydu: Beyrut’taki tüm elçilik mensupları öğleden sonra gazinoya giderken, gazinoya hiç gitmeyen, arşivlere giden ben ihbar edilmiştim” (Orhan Koloğlu ile Söyleşiler: Bilimselden Medyatik’e Tarih,  Söyleşiyi yapan Barış Doster, s. 33, Ekim 2009,  İstanbul, Destek Yayınevi)
[4]  Uzun yıllar Almanya’da okuyan ve çalışan bir doktor yakınımdan dinlemiştim. Bazı emekli memurların büyük hastanelerde gönüllü olarak haftanın belli gün ve saatlerinde, gelen hastalara danışmanlık hizmeti verdiğini belirtmişti.

13 Mart 2011 Pazar



FOTOĞRAFLARLA 20. YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNİN SOSYAL TARİHİ


Ülkemizde verilen tarih ve sosyal bilimler derslerinin maksadına hâsıl olmadığını onlarca yıldır söylenegelmektedir. Tarihi sadece savaş ve antlaşmalardan ibaret gören bir bakış açısının sonucu bugün istemediğimiz tablo ile karşılaşmaktayız. Kendi mahallesi ve köyüne, şehrine, ülkesine, tarihine yabancı kalan, -özellikle de yüksek eğitim almış gençler- azımsanamayacak durumdadır. Eğitim Fakültesinde okurken Hataylı bir arkadaşımdan dinlemiştim. Üniversiteye gelene kadar Yozgat’ı, Kars’ın komşu şehri olduğunu, Bursa’yı Doğu Anadolu Bölgesi’nde zannettiğini itiraf etmişti.[1] Buna benzer milyonlarca örnekle günlük hayatta karşılaşılmaktadır. Bu durumdan rahatsız olmayanların önemli bir kesimi, cehaletini savunmak durumunda kalırken bazen şu örneği verir: “Yahu canım, Amerika’da da ortalama bir Amerikalı kesinlikle Türkiye’yi daha duymamıştır. Türkiye’nin yerini haritadan gösteremez vs…” Oysaki o ülkenin insanlarının Türkiye’yi tanımamasının, bilmemesinin kaybedeceği çok şey yoktur. Ancak bizim için aynı şeyler geçerli değildir.

 Okul dönemlerinde sosyal bilgiler ve tarih ders kitaplarının iticiliği, tarih öğretmenlerinin tarihi sevdirmek şöyle dursun, bıkkınlık verdiğini birçok kişiden duymuşuzdur. Ülkemizin yetiştirdiği en önemli, dünyada ismi ve sözü geçtiğinde saygıyla karşılanan, yaşayan tarihçilerimizden Prof. İlber Ortaylı bile lisede okurken tarih derslerini sevmediğini söylüyorsa burada çok ciddi bir sorun vardır diye düşünmek gerekir.[2] Bunun önlemleri alınmadığı için “sosyal bilimleri, özellikle de tarihi sevmeyenler” gün geçtikçe “sevmediğim tarihin gerekliğine de inanmıyorum” noktasına gelmiştir. Akademi ve üniversitelerde sosyal bilimler üvey evlat muamelesi görmeye başlamıştır. [3]

Lafı uzatmadan öğrenci ve gençlere tarih şuuru verilmesi gerektiğine inananların, sorumluluğu başkasına yansıtmadan, atmadan, herkesin elini taşın altına koyarak, tarih ve sosyal bilgilerin çekici hale getirilmesi yönünde gayret göstermesi gerekir. Ülke genelinde bu anlamda bir seferberlikle değindiğimiz sorunların aşılabileceğini umut ediyorum.

Tarihi sevdirmeye yönelik fotoğraf ve karikatür gibi sanat dallarına müracaat edilmesi işleri biraz daha kolaylaştırabilir. Bu anlamda istifade ettiğim bir eser hakkında öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum. [4]  

Getty İmages, dünya’nın önemli fotoğraf ve görüntü koleksiyonun arşivine sahiptir. Arşivde, foto muhabirliğinin ilk günlerinden günümüz basın fotoğraflarına, spor, sosyal tarih ve coğrafya gibi birçok alanda 70 milyonu geçen fotoğraf ile 30 bin saatlik film yer almaktadır. Editör Nick Yapp, Getty İmages’in arşivinden seçici çalışmaları sonucunda yaklaşık 4000 fotoğrafla 20 Yüzyılı anlatmaya çalışmıştır. Nick Yapp’ın hazırladığı “Fotoğraflarlar 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi” isimli çalışma Literatür Yayınları tarafından 10 cilt halinde 2005’te Türkçeye çevrildi.

Her 10 yıllık zaman dilimini bir ciltte anlatılmıştır. 1900 ile 1930 yılları arasının anlatıldığı ilk 3 cildini inceleyebildim. İlk üç cilt hakkında ulaştığım bazı bilgi, tespit ve değerlendirmeler şöyle sıralanabilir.

1900’lerin anlatıldığı ilk cilt 15 bölümden oluşur. Diğerlerinde olmayan konu başlıkları “Krallar ve Halk”, “Göçmenlik” ve “Halklar”dır. 1910 ile 1920 arasının anlatıldığı ikinci ciltte, Birinci Dünya Savaşı ve hemen akabindeki gelişmelerine yönelik “Çatışmalar”, “Batı Cephesi”, “Cephe Gerisi”, “Genişleyen Savaş”, “Hava ve Denizde Savaş”, “Barış” ve “Devrim” gibi konu başlıkları vardır. 1920’lere gelindiğinde büyük savaşın yaralarının sarılmaya başlanılmasına yönelik, tahribat sonrası inşaya yönelik çalışmalar 3. ciltte öne çıkar. İlk iki bölümde olan savaş ve çatışmalar artık azalıp bitme noktasına gelmiştir. En az konu başlığı bu bölümdedir. Üçünde de ortak olan konu başlıkları ise şunlardır:  “İşte İnsan”, “Çocuklar”, “Spor”, “Ulaşım Araçları”, “Eğlence Dünyası”, “Sanat ve Moda”, “Boş Zaman Keyfi”, “Çalışma Hayatı”, “Bilim” 1. ve 3. ciltte ortak olan bölüm ise “Zenginler ve Yoksullar”dır. 

Her kitabın başında iki sayfayı geçmeyecek kadar 10 yıllık zaman diliminin özeti verilmiştir. Her konu başlığı bölümün başında 3-4 paragraf ile açıklanmıştır. Ayrıca her fotoğrafın altında da fotoğrafın künyesi hakkında ve bazı kallavi değerlendirmeler de 3-4 cümle ile kısaca belirtilmiştir. Ayrıca fotoğraf albümü Türkçe, İngilizce ve Fransızcadan oluşmaktadır.

Fotoğrafların büyük bir bölümü İngiltere ve Amerika oluşturur. Savaşların, çatışmaların ve darbelerin olduğu bölümlerde Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerine ait fotoğraflar mevcuttur. Bilim, sanat, moda vs. gibi alanlarda Müslüman ve Doğuluların katkısı olmadığı için olsa gerek haliyle buraya yönelik fotoğraf neredeyse yoktur. Örneğin, birinci ciltte Osmanlı Devleti’ne ait sadece Mevlevilerin gösterildiği bir fotoğraf mevcuttur.  Fotoğraf makinelerinin üretici ve kullanıcı pozisyonundakilerin yaygın bir şekilde batılı olması hasebiyle Doğuya yönelik pozlar biraz daha az. Örneğin Yoksulluk ve Zenginlik bölümündeki fotoğraflar bile dünyanın en zengini ile en fakir ülke insanları karşılaştırmaktan daha ziyade aynı ülkelerin fakiri ve zengini kıyaslanmıştır.

Bir Türk olarak fotoğrafların genelinde şu gerçek karşımıza daima çıkmaktadır: “Ekonomik, siyasi, kültürel, bilimsel, teknik ve en önemlisi de zihniyet alanındaki rekabette Batı dünyası ile genelde Doğu ve Müslüman toplumları, özelde ülkemizi kıyasladığımızda birincilerin lehine bir durumun herkes farkındadır. Ama aradaki makas tahmin ve tasavvur edilenden çok daha fazladır.” Medeniyet tahterevallisini ters çevirmeye yönelik idealı, rüyası olanların bu durumdan haberdar olup daha fazla çalışması gerektiğini düşünüyorum.

Yukarıdaki ifade etmeye çalıştığım gerçekler ışığında, 1200 fotoğrafın içerisinde bazıları beni aldı, götürdü. Üzerinde epey düşündüm. Abartısız emsali birkaç kitapta öğrenebileceklerimi, bu fotoğraflar neredeyse zihnime kazıdı.  Bunlara kısaca değinebiliriz. 

Editör Nick Yapp’ın fotoğraflar hakkında oldukça kısa yazmasına rağmen yazılanlar oldukça etkileyici ve çarpıcıdır. 1916 yılına ait fotoğrafta Fransız Piyadeleri savaş hattının gerisinde akşam yemeklerini masa olarak kullandıkları tabutların üzerinde yerler. Yapp, şöyle yazar: “Savaş sırasında kara mizah” (İkinci Cilt, s.92)  23 Haziran 1915 tarihli fotoğrafın altında aynen şu yazmaktadır: “Bir Rus alayının bandosu, cepheye giden birliklere eşlik ediyor. Alayların çoğunun kendi bandoları ve papazları var. Bandoların mı yoksa papazların mı daha fazla moral verdiği bilinmiyor.”( İkinci Cilt, s.130)

Zorunlu askerliğin ilk kez I. Dünya Savaşı’nda uygulandığı İngiltere’de bir vicdani retçinin özel olarak yapılmış, üzerinde “Burası hainler içindir” yazılmış sıraya oturduğu fotoğraf oldukça ilginçtir. Bu savaşta İngiltere’de Kadın Yedek Ordusu oluşturulduğunu, bir tabur kadın askerin askere alınma yürüyüşünü gösteren bir fotoğraf bize öğretmektedir. Lenin’in Bolşevik Devrimi’ndeki fonksiyonunu, Lenin’in bir fotoğrafının altında yazılan “Devrimin ebesi” sözü çok daha güzel açıklıyor.

3. Ciltte “Olaylar ve Aktörler” bölümünde 1920’lerin başında Almanya’nın savaş sonrası içler acısı durumu, Hitler’in iktidara gelme serüveni, Sovyet Devrimi’nin bebeklik ve çocukluk çağı ve Türk İstiklal Savaşı gibi önemli olaylar yorumlanır. I. Dünya Savaşı’nın mağluplarından Almanya’nın antlaşma koşulları bilindiği üzere çok ağırdır. Buna yönelik iki fotoğraf durumu çok güzel özetler. Antlaşma gereği atıl durumda kalan bir tankı birisi kaynakla parçalıyor. Diğer fotoğrafta ise Alman Hava Kuvvetlerini oluşturan avcı uçaklarının pervanelerini bir çocuk balta ile diğer adam da testere ile kesip odun yapıyor. Almanya’da bu dönemde yaşanılan enflasyon ve ardı ardına gelen krizlerle paranın değeri düşer. Çocuklar kağıt para destelerini tuğla gibi dizip oyun oynuyor. Duvara kağıt paralar süs olarak asılıyor.

Londra’nın Hyde Park’tan Gren Park’a doğru Piccadilly boyunca güdülen 600 koyunun olduğu sürü gözlerden kaçmaz. Batı’da 1920’de sanayileşme ciddi noktalara ulaşmıştır. Fabrikalarda binlerce kişi artık çalışmaktadır. Sendika, işçi hareketi Batı’da palazlanmıştır. Dönemin en büyük grevlerine yönelik güzel fotoğraflar bulunmaktadır. Grev öncesi polislere dağıtılmak üzere tahtadan yapılmış onlarca copta vardır.

Nihayet en çok etkilendiğim iki fotoğrafa sözü getirmek istiyorum. 24 Ağustos 1916’te çekilen fotoğrafın altında aynen şunlar yazıyor: “Britanya Savaş Kitaplığı’ndaki gönüllü işçiler, cephedeki askerlere gönderilmek üzere kitap paketleri hazırlıyor. Okumanın, siper savaşının sıkıcılığıyla baş etmeye katkısı oluyordu.” Diğer resimden anlaşıldığına göre Almanya’da esir düşen İngiliz askerlerine gönderilenler arasında kitap ve dergilerin yoğunluğu dikkat çeker. Yukarıda ifade ettiğim Batı zihniyetiyle ülkemiz insanın arasındaki aleyhimize olan mesafe hakkında bir de bizden örnek vermek istiyorum. Okuduğum kaynağı tam hatırlamıyorum. İstiklal Savaşı’na destek için İstanbul’dan Ankara’ya gelen gazeteci ve yazarlardan bazılarını cephede mektup yazmaları için görevlendiriyorlar. Galiba Ruşen Eşref’ti. Sabahtan akşama kadar okuma-yazma bilmeyen erlere mektup yazmadan kollarım koptu diye bahsediyor.[5]

[1] Arkadaşın Bursa’yı ülkemizin batısında ve çok önemli bir şehir olduğunu öğrenmesi de oldukça traji-komiktir. Üniversite sınav sonuçlarına göre kendisi Atatürk Üniversitesi Erzincan Eğitim Fakültesi’ni, arkadaşı da Uludağ Üniversitesi’nin -hatırlayamadığım bir bölümünü- kazanır. Arkadaşına moral verir bizimkisi. “Moralini bozma dostum Bursa’yı kazandım diye.” Arkadaşı da kendisine moral vermeyi anlatırken öğrenir acı hakikati.
[2] İlber Hoca, bu konuyla ilgili görüşlerini serdettiği bir kitapta, lise yıllarındaki Tarih kitabı ve dersi hakkındaki görüşlerini kısaca şu şekilde anlatır. Ahmet Refik, Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Rasim gibi yazarların dışındakilerin hoş bir üslubu olmadığını, üslup edinmemiş kişilerin hazırladığı ders kitapları sayesinde tarihin bir bela halini aldığını, kendisinin de tarih ders kitabı okumadığını, tarihten nefret ettiğini beyan eder. (Zaman Kaybolmaz: İlber Ortaylı Kitabı, Nehir Söyleşi no 19, Mülakatı yapan: Nilgün Uysal, I. Baskı, 2006, s. 71, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları)
[3] Sinan Çuluk, konuyla ilgili bir makalesinde çok önemli bir veriden bahseder. Bu rakamları doğru olarak kabul ettiğimizde üstteki yargımızın acımaz olmadığı söylenebilir.  YÖK’ün resmi internet sitesinde “2005 yılında devlet ve vakıf üniversiteleri tarafından yayımlanan yayınların alanlara göre dağılımı” diye bir liste mevcuttur. Buna göre 77 adet devlet ve vakıf üniversitesinin toplam 18855 adet yayının 9225’i Fen bilimleri, 8505’i, Sağlık Bilimleri, 642’si Sosyal Bilimler alanında gerçekleşmiştir. Yine aynı sitede yer alan YÖK’te mevcut tezlerin (kapsadığı yıl aralığı verilmemektedir) istatistiklerinde daha ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. 62.101 adet yüksek Lisans tezinin 1238’i, 16680 adet doktora tezinin 343’ü tarih dalında yapılmıştır. (Sinan Çuluk, Türk Arşivciliği Üzerine Bir “zihniyet” tahlili, s.17, Arşiv Dünyası Dergisi, Ocak 2007, sayı 9)
[4] Nick Yapp, Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi: 1900’ler, Çeviri: Zeynep Sirer, 400 sayfa, 2005, İstanbul, Literatür Yayınları
Nick Yapp, Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi: 1910’lar, Çeviri: Rahmi Öğdül, 400 sayfa, 2005, İstanbul, Literatür Yayınları
Nick Yapp, Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi: 1920’ler, Çeviri: Rahmi Öğdül, 400 sayfa, 2005, İstanbul, Literatür Yayınları
[5] Konuyla alakalı bir anekdotu 1950’lerin başında Karaköse’de askerlik yapan amcamdan dinlemiştim. Kendi imkânlarıyla okuma-yazma öğrenen amcam 300 kişilik askeri birlikte 21kişinin okuma-yazması olduğunu, bunların okuma-yazma bilmeyenlere öğretmek için görevlendirildiklerini bahseder. Ümmi olanların mektuplarını çok yazdığını, bunun artması sonucunda yorulduğunu, bazılarının da ısmarladıkları yemek ve tost karşıladığı mektuplarını yazdığını belirtmişti.    





5 Mart 2011 Cumartesi

   İKİ ARAP GAZETECİNİN ANLATIMIYLA MUSTAFA KEMAL PAŞA



Türk İstiklal Savaşı’nın akıbeti sadece ülkemiz insanları tarafından değil tüm milletlerce özellikle de bağımsızlığın hayalini kuran bütün doğu toplumlarınca merak edilip yakından takip edilmiştir. Türklerin İstiklal Savaşı’nı kazanması için muhtelif Müslüman toplumlarının -özellikle de Hint Müslümanlarının- maddi ve moral desteği dönemin görgü tanıklarınca ifade edilmektedir. Bazı Hint ve Endenozya Müslümanları İstiklâl Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal Paşa’ya karşı inanılmaz sevgi ve muhabbet beslemiştir.[1]

Türklerin hayat-memat mücadelesi verdiği yıllarda Türklere maddi ve nakdi yardım eden; Türklerle birlikte ağlayan, sancı ve azap duyanların bir kısmından günümüz Türk kamuoyu haberdardır. Son yıllarda Pakistan’ın yaşadığı felaketlere en önde koşan, Türk milleti ve devleti olmuştur. Türkiye’nin Pakistan ve Pakistanlıların acısını paylaşmaya yönelik iyi niyetli teşebbüslerin temelinde ahde vefa vardır.

Uzun bir tarih diliminde birlikte yaşadığımız, bağımsızlıklarını yitiren, yanımızda ve yakınımızdaki Arap âlemi Türklerin bağımsızlık için verdiği mücadeleyi nasıl karşılamıştır? Milli Mücadele’ye katkıları olmuş mudur? Olmuşsa nasıl ve ne kadardır? İstiklâl Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal Paşa, Arap aydınlarınca nasıl algılanmıştır? Bu ve buna benzer sorulara sınırlı sayıdaki akademisyen ve yazarın dışında doyurucu cevap veren çıkmamıştır. Türk milletinin yaşadığı kötü günlerde desteklerini esirgemeyen, Türklerin başarısı karşısında sevinç gözyaşı döken bazı Arap aydın ve toplulukları tanıtmaya yönelik çırpınan Prof. Zekeriya Kurşun Hocamızın önemli bir icraatına sözü getirmek istiyorum.

Osmanlı son dönemi Türk-Arap ilişkileri alanında yoğunlaşan, aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği Başkanı olarak tanınan Prof.Dr. Zekeriya Kurşun, Mustafa Kemal Paşa hakkında 1922’de Mısır’da yayımlanan çok önemli bir kitabı Türkçeye çevirdi. Emin Muhammed Said ve Kerim Halil Sabit’in Eylül 1922’de Mısır’da yayımlanan “Siret-i Mustafa Kemal Paşa ve Tarih ül-Hareke et- Türkiye el- Vataniye fi Anadol” isimli kitabı geçtiğimiz aylarda “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Hayatı: Anadolu’da Türk Milli Mücadelesi” ismiyle Türkçeye çevrildi.[2]
  
ARAP YAZAR SAİD VE SABİT KİMDİR?

Sayın Kurşun, sunuş yazısında yazarlar hakkında kısaca bilgi verir. Buradan hareketle yazarlar hakkında birkaç cümleyle şunlar söylenebilir. 1890’da Suriye’de doğan Muhammed Said, gazeteci ve tarihçi olarak tanınır. Gerek eğitim için gerekse muhtelif sebepler yüzünden sık sık Mısır’a gider. Burada da ikamet eder. Çağdaş Müslümanların Hâkimleri ve Devletleri kitabının önemli bir bölümünü Mustafa Kemal Paşa ve Türkiye’ye ayırır.

Kerim Halil Sabit, Mısır’da edebiyat eğitimi aldıktan sonra Amerikan Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışır. Kahire’de yayımlanan “el Mukaddem” gazetesinde başyazarlık yapar. Emin Said ile burada çalışırken arkadaş olurlar. Bahse konu olan kitabı bu dönemde birlikte hazırlarlar. Halil Sabit, Kral Faruk’un basın danışmanı olur. 1952’de Mısır Devlet Bakanı olur. Devrimin akabinde eski yönetim kadrosunda bulunduğu için birçok suçla itham edilip idamla yargılanır. Uzun süre hapiste kaldıktan sonra aklanır. 1964’te vefat eder.

Kitabı birlikte hazırladıklarını ifade eden yazarlar, isim belirtmeden birisinin I. Dünya Savaşı’nda Suriye’de Mustafa Kemal Paşa ile görüştüğünü söyler. Sayın Kurşun’un yaptığı araştırmaya göre muhtemelen kitabın yazarının ve Mustafa Kemal Paşa ile görüşen kişinin Emin Said olduğunu belirtir. 

Türkçe çevirisinin yanında Arapça orijinali de kitapta mevcuttur. Mustafa Kemal Paşa hakkında dünyada yazılan ilk biyografi kitabı olarak kabul edilen söz konusu eserin Mustafa Kemal Paşa’nın biyografik yönünden daha ziyade Milli Mücadele’nin siyasi seyri üzerinde durulmaktadır.

Yazarlardan biri Suriye (Halep, Şam) ve Nablus’ta I. Dünya Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa ile 3 kez görüştüğünü beyan eder. Yazarların Mustafa Kemal Paşa’yla kurduğu ünsiyetin bu yıllara dayandığını söylenebilir. Kitapta Paşa, “Büyük Kahraman”, “Kılıcın Efendisi”, “İslam’ın ve Doğu’nun Kahramanı” olarak tanımlanır. O devirde Anadolu’da kullanılan “Gazi Hazretleri” tabirini yazarlar da kullanır. Yazarlar, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde verilen Milli Mücadele’yi gıptayla izleyip takip ve takdir etmektedir. Önsözde kitabın yazılış gayelerini anlatırken şu sözcükleri seçerler: “Bu büyük kumandanın, bu samimi vatanperverin ortaya çıkışı, Şark’ın hâlâ zekâ hazinesi, himmet deposu ve milli hayatın umut kapısı olduğunu ispat etmiştir.” Mustafa Kemal Paşa ve Milli Mücadele’nin başarısı yolundaki her adım kendilerini mutlu etmektedir. Bu başarıdan Şarklılar olarak gurur duymaktadırlar.

Mustafa Kemal Paşa’nın kişilik özellikleri hakkında konuyla ilgili kaynaklarda karşılaştığımız yargı ve yorumlara bu kitapta da değinilir. Bakışlarının keskinliği, basireti, az konuşan, bıkmak bilmeyen çalışkanlığı vs. gibi özelliklerine vurgu yapar. Mustafa Kemal Paşa’nın Türk milleti için önemini şöyle ifade eder: “…Allah sanki onu vatanını kurtarması için yaratmış ve onu bu zorlu gün için saklamıştır, onların bozduklarını onun eliyle ıslah etmiş, yıktıklarını imar etmiştir. Nitekim işi çok çetin olduğundan iki kat çaba harcamak zorunda kalmıştır.” (s.25)

Eserin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda, iletişim imkânlarının gayet sınırlı olmasına rağmen, özellikle de Milli Mücadele’nin tarihi hakkında doyurucu bilgiler sunulmaktadır. Çok küçük birkaç maddi hatanın dışında yanlış yoktur. (Yanlışların basitliğini vurgulamak için örnek vermek istiyorum. Kaldı ki verilen bu örnekler eserin büyüklüğüne gölge düşürmez şüphesiz. Gazi Paşa’nın liderliğinde Türk ordusunun İzmir’e girişini 14 Eylül olarak belirtir. Fevzi Paşa’dan (Çakmak) Başbakan ve Savunma Bakanı olarak bahseder. Mustafa Kemal Paşa’nın ilk olarak Samsun ya da başka rivayete göre de Trabzon’a çıktığını beyan eder) Yazarların gözleri ve kulakları Anadolu’dan gelecek haberdedir diyebiliriz. Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe konulmamasını “Kemalistlerin kılıçlarıyla parçaladığı” şeklinde tasvir eder.(s.45) 

        Yazılan birçok eserde göz ardı edilen Mustafa Kemal Paşa’nın bir özelliğini Arap yazarlar belirtmeden geçmez. Paşa’nın kendisine verilen bazı emirlerde içine sinmediği görevleri üst rütbeli paşalara söylemekten çekinmemiştir. (Birinci Dünya Savaşı sırasında) Kendisini daha doğrusu makamını aşan tavırlara girdiği olmuştur.[3] Paşa’nın bu duruşuyla ilgili yazarların da anlatacakları ilginçtir, anlatılmak istenilen durumu yanlış anlaşılabilir kaygısıyla mecburen uzun alıntılama yoluna başvuruldu: “Gazi 1916 yılının kış mevsiminde Hicaz Hareketi için Şam’a geldi. 4. Ordu’nun Komutanı Cemal Paşa’yla bir araya geldiğinde ona Hicaz Harekâtı’nın dayandığı birimi sordu. O da cevaben, 4. Ordu Komutanlığı’na (yani bizzat Cemal Paşa’ya) bağlı olduğunu söyledi. Cemal Paşa da ona cevaben, ‘İstediğin gibi olsun, yarın ve birkaç gün sonra Enver Paşa buraya gelecek, arzunu ona söyle ve dilediğini yap.’ dedi. Bu rivayet toplantıya üçüncü şahıs olarak katılan sağlam bir kaynak tarafından nakledilmiştir.

İki gün sonra o günkü Osmanlı Ordusu umum kumandan vekili Enver Paşa Şam’a geldi. Mustafa Kemal ona uzak ve geniş bir bölge olan Hicaz’dan bir yarar umulamayacağı gerekçesiyle Hicaz’a gidemeyeceğini, bu bölgelerin tahliyesinin gerekliliğini, oradaki konuşlanmış kuvvetlerin de Suriye’ye nakledilmesinin dair talebini bildirdi. Kumandan bu görüşünü kabul etmedi ve onu Filistin seyahatinde refakatine aldı. Enver Paşa İstanbul’a döndüğünde onu merkezi Diyarbakır’da olup görevi Ruslarla savaşa münhasır kılınan 2. Ordu’nun komutanlığına atadı. Gazi, teklif ettiği şartlarının kabul edilmemesi durumunda oraya da gitmeyi reddetti.” (s.18)


[1]  Uzun süre Endonezya’da çalışmalar yapan Hollandalı sosyal antropolog Martin Van Bruinessen, Endonezya’da İsmet Paşa, Kemal Paşa adını taşıyan birçok kimseler olduğunu söyler. (Şahin Alpay, Türkiye’nin Tanıkları: Dışarıdan Bakanlar, s.130, İstanbul, 2002, Timaş Yayınevi) İsveç’e yüksek lisans eğitimi almak için giden bir dostum da orada Kemal Paşa adında bir Pakistanlı öğrenci ile karşılaştığını ve çok şaşırdığını birkaç yıl önce söylemişti
[2] Emin Muhammed Said, Kerim Halil Sabit, “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Hayatı: Anadolu’da Türk Milli Mücadelesi” Çeviren: Zekeriya Kurşun, 164 sayfa, Aralık 2010, İstanbul, Doğan Kitap, www.dogankitap.com.tr
[3] Erık Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihâtçılık isimli çalışmasında konuyla ilgili çok güzel tespitlerde bulunur. İlgisini çekecekler için uzun bazı alıntılara müracaat ediyorum: “Mustafa Kemal’in üstleriyle ilişkileri çoğu zaman bozuktu. Doğrusu, devrim- sonrası yıllarda askerin siyasete karışması ilkesini şiddetle savunmasına rağmen, Mustafa Kemal bu dönemde (1917-1918 O.S.), cephede aktif görevde olan bütün subaylardan daha fazla siyasal olarak aktifti. Mustafa Kemal en azından beş kere İttihatçı hükümetin ve özellikle başkomutan vekili Enver Paşa’nın siyasetlerine açıkça karşı çıkmıştı. Ağustos 1915’te istifasını vermişti, ama bunun nedeni siyasal ya da askeri değil, duygusaldı. Enver, bu sırada Gelibolu’daki bazı birlikleri ziyaret etmiş, ama cephenin en önemli bölümünü komuta etmesine rağmen Mustafa Kemal’i ziyaret etmemişti, Mustafa Kemal’in komutanı Liman Von Sanders istifasını kabul etmedi ve Enver’i Mustafa Kemal’e uzlaşmacı bir not yazmaya ikna etti.”(s.101)
“…Öte yandan, asıl şaşırtıcı olan şey, orduda bu kadar uzun süre önemli görevlerde kalabilmesidir. Başka hangi orduda, dört defa verilen görevi reddeden, Genelkurmayı yalnızca üstlerine değil, aynı zamanda dışişleri bakanına, kabineye ve devlet başkanına açıkça şikâyet eden ve adı bir hükümet darbesi girişiminde geçen bir subay, bir ordu grubunun başında kalabilir?
“…Bu çok yumuşak tavrın nedenleri arasında Mustafa Kemal’in Anafartalar Kahramanı olarak ün yapmasının onu korumuş olması- İTC’nin özellikle Alman nüfuzu bu kadar büyük ve hissedilirken, başarılı Türk generallerine, propaganda amaçları dolayısıyla son derece ihtiyaç duyması sayılabilir. Ama bence asıl neden, İTC’nin çeşitli fraksiyonlardan oluşmuş bir yapı olması ve bu yapıda, hiçbir fraksiyonun, örgüt içinde tehlikeli bir mücadele riskini göze almaksızın, mevcut dengeyi, örneğin başka bir grubun üyelerinden birini cezalandırarak, bozmaması olgusu aranmalıdır.” (s. 107) (Erık Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihâtçılık, Çev: Nüzhet Salihoğlu, II. Baskı, 1995, İstanbul, Bağlam Yayınları.)