5 Ağustos 2012 Pazar



TARIK BUĞRA’DAN NOTLAR

                                                                    

        Merhum Tarık Buğra’nın muhtelif zamanlarda tuttuğu günlük ve notları Hatice Buğra Bilen hazırlayarak “Tarık Buğra’dan Notlar” ismiyle 1996 yılında yayınlanmıştı. [1] Kitaptan anlaşıldığı kadarıyla Buğra, eline ne geçmişse; sigara kâğıtlarına, cep defterine, peçetelere varıncaya kadar notları yazmayı ihmal etmemiş. Notlarda çok güzel vecize kıvamında aforizmalar mevcut. Bunların bir kısmını tadımlık da olsa paylaşmak istedim:


“Enayiler Cenneti: Boşu boşuna, dikkatsizlik, ihmaller düzen bozukluğu kazaları ile pisi pisine ölenlerin a’rafı”


“Tokatı atan yiyenden daha daha ağır yük yüklenir. ‘namussuz’ dediği için mi tokat atmıştın. Artık daima namuslu olmalısın ki, adi bir mütecaviz sayılmayasın. ‘Kötü’ diye mi devirdin, ondan çok daha iyi ve dürüst olmalısın ki, gâsıp sayılmayasın.”


“Neden? Bütün hareketlerin altında bu sual yatar. Neden’ini yaşatamayan, bırakan hareket piç olur.”


“Demokrasi sadece eşitlik ve hürriyetin garanti altına alınması değil, aynı zamanda merak etme hakkıdır.”


“Safra atmak: Yükselmek isteyenler bir şeyler feda etmeyi, feda da değil, bir şeylerden vazgeçmeyi bilmeli, korkak olmamalıdır.”
       

“En büyük keşif çöp sepetidir.”


“Belli bir yaşa kadar veya ondan sonra bir şey olamamış, elde edememiş insandan -hele hırsı varsa- kork: Her yıkıcılığa her zillete sürüklenebilir.”


“Kültür bilgi değildir, bilgiden doğru teşhise varacak, sağlam yorum ve muhakeme yapacak şekilde faydalanmaktır. Kompozisyonlara varabilmektir.”


“Her kavga kendi narasını ve türküsünü kendi getirmelidir. Nazım bunun için büyük, bu profesörler, bu politikacılar, bu yazarlar bunun için küçük.”

“Kitabın mutluluğu okuyucusunu bulunca başlar. Yazarınki ise çok daha ötelerdedir. Seçtiğini arar o. Tıpkı uzayda, sınırsız boşlukta.”


“Yorumlar olaylardan daha önemlidir.Cin çarpmışlara, küpe girmeden sirke olmuşlara ithaf.”


“Cehalet okumamaktır. Tek yanlı okumakla da koyulaşır.”


“Vicdan denen şey, başkalarını hesaba katma mecburiyetidir.”


[1] Tarık Buğra, “Tarık Buğra’dan Notlar”, Hazırlayan: Hatice Buğra Bilen, 206 sayfa, 1996, İstanbul, Ötüken Neşriyat


2 Temmuz 2012 Pazartesi


BİR ULTRA MARATONCUNUN HAYAT HİKÂYESİ


Ülkemizde kitap okurlarının önemli bir kesiminin Türkiye’deki kişisel gelişim kitaplarına karşı önyargılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Söz konusu önyargıları besleyen şartlara baktığımızda neden böylesi bir yargı oluştuğu hemen anlaşılmaktadır. Kişisel gelişim kitaplarının okur tarafından ciddiye alınma(ma) noktasındaki eksiklerini kabaca birkaç noktada ele alabiliriz. Kitapların önemli bir kesiminin nasihat içerikli vaaz veren bir tarzla yazılmış olması, ayakları yere basmayan ve gerçek hayata dokunmayan üslupta olması, başarı için geçerli olan genel-geçer kuralların bu kitapların çoğunda tekrar edilmesi doğal olarak okura bıkkınlık vermektedir.[1] Diğer bir önemli sebep de, kişisel gelişim türünün Türkiye’de geç tanınması dolayısıyla çeviri eserlerin çokluğu, Türk usulü başarıya bazen hitap etme noktasında yetersiz kalmaktadır.[2]  Türkiye’deki kişisel gelişim eserlerinin otobiyografi, biyografi, hatıra, başarı öyküsü türlerinden yeterince beslenememesi de dikkat çekmektedir.

Son yıllarda kişisel gelişim üzerine bazı kalem oynatanlar haklı ve anlaşılır önyargıyı yıkmaya dönük ciddi eserler ortaya koymaktadır. Literatüre geçtiğimiz yıllarda güzel bir eser daha eklendi. Türkiye’nin ilk Ultra Maratoncusu Bakiye Duran, “Cesaret Yalnızdır” kitabında hayat hikâyesi çizgisinde başarısını anlatmaktadır.[3] Bakiye Duran, Duran’ın başarıları ve başarı yolundaki mücadelesi bu yazı çerçevesinde anlatılacaktır.

KOŞUCU OLACAK ÇOCUK KENDİNİ BELLİ EDER

Duran ailesinin dedeleri aslen Kazan Tatarlarındandır. Bakiye Duran’ın babası, okul yüzü görmeyip okuma yazması olan, kitabın dünyayı değiştireceğine inanan ariflerdendir. Bakiye Duran, çalışkan bir anne ve babanın çocuğu olarak 1959’da Samsun ili Havza ilçesinin okul olmayan Hilmiye köyünde doğar. Ailesi kendisine diğer kardeşleri gibi okula gitmeden okuma-yazmayı öğretir. İlkokulu akranları gibi 6 km. ötede, yol olmayan, arada ırmak ve dere yatağı olan köyde tamamlar. Yazar okula gidiş-gelişlerde yaşadığı sıkıntıları şöyle anlatır: “1960’lı yıllarda Hilmiye ve Eymir arasında yol yoktu, halen de yok. İki köy arasında olabilecek her türlü engel sıralanmıştı. Bir ırmak ve de dere yatağı vardı, ırmak sularından geçmek işkenceydi. Ben çok küçüktüm, ırmak suları beni sürüklüyordu, batıyor, geçemiyordum. Bahar aylarında Rasim Ağabeyim beni sırtına alıp karşı kıyıya geçiriyordu. Üstelik bir kez de değil. Her gün, ırmağın beş farklı yerinden suya batarak okula gidip dönmeye çalışıyorduk. Kış aylarında yağmur, sel, kar olduğunda ırmak kenarındaki tepeleri aşarak Eymir’e ulaşıyorduk.” (s.40)[4]

Duran’ın ileride büyük atlet olacağına yönelik ipuçları çocukluk yıllarından itibaren zaman zaman kendisini gösterir. İlkokul öğretmenlerinin yaptırdığı bütün yarışmalarda birinci gelir. Ortaöğretim ve diğer öğretim hayatında sosyal faaliyetlerde hep vardır, hatta öndedir. Okulun Halk oyunları ekibinde oynar. Masa tenisi, Voleybol, basketbol ve atletizm gibi çeşitli sportif faaliyetlerle okul dışında ve herhangi bir müsabakaya katılmamak koşuluyla ilgilenir.

Yazarın öğrencilik yılları, o dönemin şehirde evi olmayan köylü öğrenciler gibi oldukça sıkıntılı geçer. Haliyle yatılı okullar, çevreden merkeze yol almaya çalışan insanlar için tam bir sığınaktır. Bu sığınakla hem bir nefes alıp hem de kendisini hayata hazırlar. Kahramanmaraş Öğretmen Okulu’nu kazanır. Öğretmen okulları kapatılıp Öğretmen Lisesi’ne çevrildiği için, Öğretmen Lisesi mezunu olarak eğitim hayatına devam eder. Daha sonra Samsun Eğitim Enstitüsü’nü tamamladıktan sonra Fen Bilgisi öğretmeni olarak göreve başlar.

DURAN’IN YILDIZININ PARLADIĞI AN

Duran’ın yıldızının parlaması Aziz İstanbul’a tayininin çıkmasıyla başlar. Şehrin koşuşturması içinde, İstanbul’da hayatını idame ettiren memurların önemli bir kesiminin çektiği gibi ekonomik sıkıntılar ile kendi yağında kavrulup mesleğini icra eder. Enerjisini açığa çıkaracağı, kendisini gerçekleştireceği alanı Ekim 1989 yılında biraz tesadüfü gibi gözüken bir olayla bulur. Belediye otobüsüyle eve giderken Burhan Felek Spor Kompleksi’nin önünde asılı duran “Avrasya Maratonu Koşuluyor” afişini görünce, “sanki gizli bir gücün kendisini otobüsten indirdiğini” söyler. Avrasya Maratonu’na kaydını yaptırır. Okul takımından ödünç aldığı şortla ilk kez katıldığı müsabakada, 42 km 195 metrelik mesafeyi genel sıralamada 10’uncu, Türk kadınlarında birinci olarak bitirir. Beklemediği birincilik kendisine 300 TL para ödülü kazandıracaktır.

Bundan sonraki yıllarda artık Bakiye Duran’ı tutana aşk olsun. Avrasya Maratonu’nun artık müdavimi ve Yaşar Doğu’sudur.[5] Her müsabakada madalya kazanır, hedef büyüterek yoluna devam eder. Bazı belediye ve Valiliklerin düzenlediği koşulara katılır. İpsala sınır kapısı ve Ankara arası mesafeyi kapsayan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Barış Koşusu’nda Selanik’ten getirilen toprak ve Türk bayrağını taşır. Master sporcularla üç kez İstanbul’dan Ankara’ya koşar. Kendisini zengin edecek kadar olmasa da hatırı sayılır para ödülü kazanır. Tabii bu arada gerek ulusal basın gerek Türkiye Atletizm Federasyonu hâlâ Bakiye Duran’ı görmeyecektir.


ULUSLARARASI YARIŞMALARDA BAKİYE DURAN

 Avrupa, Balkan şampiyonalarına katılır. Rekor dereceler yapar. Emekli olduktan sonra kendisine dar gelen bu gömleği değiştirme teklifini Yunanistan’da tanıştığı sporcu arkadaşı Heraklis’ten alacaktır. Meslektaşı, dünyada Ultra Maraton yarışları olduğunu, kendisinin bu yarışlara katıldığı takdirde çok daha başarılı olacağını belirtir.

2000’li yıllara kadar Duran’ın duymadığı, Atletizm Federasyonu yetkililerinin bile bilmediği, dünyanın birbirinden farklı yerlerinde yapılan koşulara Bakiye Duran kendi imkânlarıyla katılır. Hakikaten tek başına hazırlanır, kendisine yardım edecek hiçbir kurum, kuruluş yoktur. Sponsoru kendisidir. Yarışa antrenmanlarla hazırlanır. Fenerbahçe-Pendik arası yaklaşık 25 km’yi bakkala gider gibi koşar. Misal olarak 10 gün boyunca her gün 40 km koşar. İlk kez katıldığı Hollanda’daki 100 Km’lik Uluslararası Ultra Maraton müsabakasında yarışı 9 saat 23 dakikada bitirerek 3. olur. 

Dünya’nın değişik ülkelerinde yapılan Ultra Maraton Yarışlarına katılmaya devam eder. Ama her yarışın kendisine göre özel bir durumu vardır. İsviçre Biel-Bienne Ultra Maraton Yarışları geceleyin yapılır. Bakiye Duran’ın yabancı dil bilmemesi, tek başına yarışması, rehberlik yapacak kimsenin olmaması vs. gibi sebepler yüzünden şampiyon olamadığını görürüz. İsviçre’de yaşayan gurbetçiler kendisine sahip çıkar. Daha sonraki yarışlarda sponsor bulmuştur artık. Bu kapı başka ülkelerdeki kapıları da açar.

Elde ettiği başarılar görmezden gelinen, doğal ve haklı beklenti içerisinde olan ülkemiz entelektüellerin bazılarının zaman zaman hayal kırıklığına düştüğünü biliyoruz. Bunların yaşadığına benzer sıkıntıyı Bakiye Duran da yaşamaktadır. Duran, bunu çok güzel bir şekilde izah eder: “Başarı, gerçek anlamıyla yalnızca başaranlar tarafından anlaşılan bir şey. Başarıyı tatmayanların, tanımayanların bizlere verdiği en olumlu tepki, en iyimser tanımla ‘tahammül’ sözcüğü ile anlatılabilir. En yakınlarımın, tepki vermeyenlerin duygusu bile destek ve duygularımı paylaşmak değil tahammüldü. Evet, hayatta bir şeyleri başarmış olanlar beni anlıyorlardı. Az da olsa destekleyenler başarıyı yakalamış insanlardı.” (s.109)

Biyografi merkezli kitaplarda öğretmenlerin bıraktığı izler karşımıza her zaman çıkar. Özellikle de ilköğretim ve ortaöğretim yıllarındaki öğretmenlerin ufkunun genişliği ve ufuksuzluğu bu tarz kitaplarda satır aralarında gizlenerek belirir. Bu kitaptan açık ve net olarak görüyoruz iyi ve kötü öğretmen fotoğraflarını. İlkokul öğretmeni Güliz Hocanın köyde sportif ve sosyal faaliyetleri ertelememesi, atletizm hakkında kısa bilgiler vermesi, küçük Duran’daki cevheri görünce -doğrudan olmasa da-davranışlarıyla kendisini atletizme yönlendirmesi, bu hocanın rahmetle anması için yeterli sebeplerdir. Diğer öğretmen de Kahramanmaraş Öğretmen Okulu’ndaki Müdür Yardımcısı Mehmet İspiroğlu’dur. Mehmet Hoca, Bakiye Duran için çok güzel bir modeldir. Bakiye Duran’ın şahsiyetinin oluşmasında inkâr edilemeyecek katkısı vardır. Öğrencilere söylediği şu altın sözler hepimiz için geçerlidir: “Hayatınızın her döneminde kendinize hedefler belirlemelisiniz; amaçsız insan kafası kesik tavuk gibi oradan oraya atar kendini.”[6] Bunun yanında okul atletizm takımı elemelerine katılıp başarılı olmasına rağmen Duran’daki yeteneği gör(e)meyen ve takıma almayan beden eğitimi öğretmeni de ufuksuz öğretmene güzel bir örnektir. Öbür taraftan yazar öğretmen olup diğer yandan da işini aksatmadan atletizm çalışmaları yaptığında gerek okul idarecilerinin gerek meslektaşlarının kendisine gölge olduklarını ifade etmektedir.

Bazı sporcularımız diğer ortalama insanımız gibi sağlığını hor görmektedir. Bakiye Duran, uykusuna ve beslenmesine çok dikkat etmektedir. Kendisinin köy kökenli, aynı zamanda kimya öğretmeni olması dolayısıyla yarışlara hazırlanırken bol proteinli ve yüksek enerjili besinleri kendisi tedarik edip hazırladığını belirtir. Beslenmeyle ilgili anlatılan bölümler sadece sporcular için değil sağlığını ciddiye alanlar için çok önemli okunması gereken satırlardır şüphesiz.

Yazarın hayatında yakın ve uzak çevresinde kendisine destek olan neredeyse kimsenin olmaması acı vericidir. İsviçre’deki yarışlarda sevincini paylaştığı bir avuç gurbetçi dışında neredeyse hiç destekçisi yoktur. Türk sporu ve sporcuları hakkında sürekli kamuoyunu işgal eden, “Türk sporu neden başa güreşemiyor? Uluslararası arenada çok başarılı sporcu neden yetiştiremiyoruz? Başarılı olan sporcular da neden istikrarlı olamıyor?” sorularına doğru cevaplar kitapta verilmektedir. Cevapların ne kadar doğru ve sağlıklı olduğuna dair önemli bir alıntıya başvurmak durumundayız. Yazar, uluslararası bir yarış öncesinde yaşadıklarını ustalıkla anlatır:

“Ben yine tek başımaydım, kâbusta ikinci perde! Her işe kendim koştum, bir elime Türk Bayrağını, Diğer elime Türkiye yazan tabelayı aldım, yürüyüş sırama geçtim. Bir görevlinin yanıma gelip ikaz etmesi birkaç saniye bulmadı: ‘Milli forma olmadan resmigeçide giremezsiniz’

 Hadi Bakiye! Bu geçitte olmalısın! Bu geçitte olmalısın! İyi ama nasıl? Elbette yapabileceğin en iyi şeyi yaparak: Koş! Ve bayrağımı, tabelamı göreliye teslim ederek fırladım, otele gittim. Tesadüfen yanımda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun hediye ettiği, kırmızı renkli, üzerinde federasyonun amblemi ve Türk bayrağı olan bir eşofman takımı vardı. İşte milli formam! Hemen giydim, koşarak resmi geçide yetiştim. Bir elimde Türk Bayrağı, diğer elimde Türkiye panosu tek başıma yürüyordum. Buruktum, ama boşuna mıydı? Haksız mıydım? Koskoca Türkiye’den bir tek ben vardım. Üstelik Ultra Maraton Birliği’nin davetiyle… 70 milyonluk ülkemiz bu tür bir organizasyona bir kişi bile göndermiyor ya da önemsemiyordu…

Bir taraftan yürüyor, bir taraftan da düşünüyordum. Bayrağıma baktım, Türkiye tabelama baktım, yalnızlığıma üzüldüm. Kendime acıdım. Resmigeçitte ‘Türkiye Bakiye Duran’ anonsu yapıldığında sinirlerim boşaldı, artık gözyaşlarımı tutamıyordum. İsyan ediyordum. Dünyanın öbür ucunda, kaşık kadar bir ülke dünya şampiyonası yapmak için aday oluyor ve bu işi üstleniyor; en ince ayrıntılarına kadar her şeyi hesaplıyor ve teferruatlı bir dünya şampiyonası düzenleyebiliyordu. Tapie’de tüm caddeleri ülkelerin bayraklarıyla donatıyor, şehri festival alanına çeviriyordu. Biz bunları neden yapamıyorduk? Deyin ki yapmamız olanaksızdı; peki o organizasyona katılan tek kişiye destekte mi veremiyorduk? Buna engel neydi? İşin aslı bunların hiçbirinin önünde somut bir engel yoktu. Bugün de Türkiye’nin bunları yapması için engeli yok. Bu, spora verilen anlam ve önceliklerle ilgili. Bir de ülke tanıtımında, bu tür başarıların, sporun önemini kavramakla…”(s.157)

Duran’ın uluslararası yarışmalarda yaşadığı aksilikler de sahipsizliğin ve garibanlığın ürünü olsa gerektir. Gece yarışlarında kafasındaki tepe lambasının pili biter. Yedek almayı düşünememiştir. Yolunu kaybeder, diğer yarışlarda rahatsızlanır ama bir türlü yarışı bırakmaz. Her yarışın özel durumuna ve yarışın olduğu yerin iklim koşullarına yabancıdır. Vizesinde sorun olur, çözene kadar akla karayı seçer. Aynı odada kalıp ertesi gün birlikte koşacağı Rus atletin horlamasından uykusunun kaçması, bazı yemeklerden tiksinmesi vs. gibi birçok şanssızlık yaşar. Yaşadığı bütün aksiliklere, sağlık sorunlarına rağmen mücadelesini hiçbir zaman bırakmaz. Ülkemizi temsil ettiği bütün yarışmalarda derece yapmadıklarında dahi mücadelesiyle hep takdir kazanır.[7]

Ultra maraton kavramına yabancı olanlar için kitabın daha çekici olmasına yönelik bu yarışlar ve içeriği hakkındaki bilgiler kitabın son bölümüne saklanmıştır. Buradan öğrendiğimize göre ultra maraton koşularının en kısa olanı 50 km’dir. Çeşitli ortamlarda yapılan yarışların mesafeleri 50 km’den, 1000 km’ye kadar değişmektedir. Bazı yarışlar 6 saatten başlayıp 72 saate kadar devam etmektedir. Dünyada birbirinden farklı etapta ve yerde yılda 500 ultra maraton düzenleniyormuş. Yazarın anlattığına göre bu koşucuların önemli bir kesiminin de 50 yaş üzeri olması çok şaşırtıcıdır.

Ultra maraton yarışlarının bahsedildiği bölümler kitabın en çekici, heyecanlı bölümlerini oluşturmaktadır. Hele de ultra maraton kavramına yabancı olanlar için bu bölümler sürükleyici bir roman gibi okunmaktadır. Bu bölümleri okuyanlar, muhtemelen Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin başkahramanı Turan gibi acaba bu kadın kendisini istemeyerek, beklemediği bir uçuruma mı sürüklüyor sorusunu kendilerine sordurabilir. Örneğin, Bakiye Duran 48 saatlik bir yarışta 241 km koşmuştur. Kitabı okurken -hele de Ultra Maraton yarışlarını bilmeyenler- doğal olarak insan bu kadar dayanıklı mıdır, acaba bu anlatılanlar yalan mıdır, insan bu kadar nasıl koşabilir? diyor. 

Bakiye Duran’ın uluslararası başarıları artıkça basın-yayında ismi geçmeye başlar. Akabinde de muhtelif kurum ve kuruluşlarda seminer verir. Siemens yöneticilerine bir seminer verme teklifi kendisine ilk geldiğinde oldukça şaşırır. “Ben ne anlatacağım bu iş adamları ve yöneticilere?” diye sorar. Gazeteci Mine Kılıç kendisini ikna etmeye yönelik şu güzel cümleleri söyler: “İki gün durmaksızın koşmayı başaran biri, bir grup insanın önünde de konuşmayı da pekâlâ başarabilir.” Bizler için de kitabın okunması ve Bakiye Duran’ın tanınması için başlangıç bu cümlede saklıdır diyebiliriz. Gazeteci Kılıç’ın dediği gibi, iki gün durmaksızın koşan bir sporcunun mesleği sporcu olmayanlara bile anlatacağı çok şey vardır şüphesiz.

La Fontene’in “Kaplumbağa ile Tavşanın yarışı” isimli masalını herkes hatırlayacaktır. Türkiye’de çalışkan veya tembel insanların önemli bir bölümünü bu masal kahramanlarına benzetebiliriz. Ülkemizde tavşan gibi; fiziksel, ekonomik ve siyasal gücün şemsiyesinin altında olup, üretime katkı sağlamayan, yığınca mirasyedilerin varlığı aşikârdır. Diğer taraftan da, kaplumbağa düşüncesinde olup, elinde imkânları oldukça sınırlı olan insanlarımızın sayısı da maalesef yok denilecek kadar azdır. Kaplumbağa kategorisindeki gibi tembel olmayıp da başarılı olmak isteyen insanlarımızın bazılarının, başarı yolunda erken pes ettiklerine şahidiz. Bu durumlarını da –genelde- şöyle bir savunma mekanizmasıyla savunurlar: “Bizim elimizden tutacak kimsemiz yoktur. Sahibimiz yoktur. Köşe başları etkili, siyasî nüfuzu elinde bulunduran insanlar tarafından tutulmuştur. Dolayısıyla ne yapsak bizleri istediğimiz yerlere getirmezler…” Bu paradigmaya sahip insanların sayısı, belki 30-40 yıl öncesi kadar değildir. Tabiri caizse Bakiye Duran, masaldaki kaplumbağa gibi çırpınarak hedeflerine ulaşmıştır. Son olarak fakir, garip ama tembel olmayan, üzerinde ölü toprağı serpilmiş insanlara Bakiye Duran gibi mücadeleci ve başarılı insanların yerli hayat hikâyelerinin ilaç gibi geleceğini tahmin ve tasavvur etmekteyim. 

Not: Bu yazı Türk Yurdu Dergisi’nin Temmuz 2012 tarihli, 299. Sayısında yayınlanmıştır.



[1] 30 bine yakın kitabı olan ve bunların hemen hemen tamamını okuyan, yazı yazmayı pek sevmeyen bir bibliyofil olan rahmetli Yavuz Argıt’ın,“Televizyon programlarına çıkanları dinlerseniz hepsi de birer mürşittir. Bizde talebeden çok mürşid var. Cehl-i mürekkep bunlar.” (s.29) sözünün bizim yukarıdaki düşüncelerimizi destekler mahiyette olduğunu düşünüyorum. (Yayına Hazırlayan: Mustafa Birol Ülker, “Yavuz Argıt Armağanı”,  2010, İstanbul, TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi)
[2] Kişisel Gelişim Uzmanı Mümin Sekman’ın“Türk Usulü Başarı” isimli bir kitabı mevcuttur. Bizim insanımızın başarısı ya da başarısızlığı üzerinde genişçe durmaktadır. Türk insanının “çalış başarılı olursundan daha ziyade gururu kırıldıkça, başına felaket geldikçe” hırslanıp çalışıp başarılı olduğunu anlatır. Konuyla ilgili olanlara bu kitabı salık verebilirim. (Mümin Sekman, “Türk Usulü Başarı” 4, 205 sayfa, Kasım 2009, İstanbul, Alfa Yayınları)
[3] Bakiye Duran, “Bir Ultra Maratoncunun Hikâyesi: Cesaret Yalnızdır”, 214 sayfa, 2010, İstanbul, Optimist Yayınları.
[4] Duran gibi aynı kaderi paylaşan iki kahramana değinmeden geçemeyeceğim. İlki yakın akrabamız, emekli Çocuk Doktoru Ali Saygılı’dır. 40’lı yılların ikinci yarısında köylerinde okul yoktur. Şehre göç etme veyahut –o zamanlar daha yatılı okullar yaygınlaşmadığı için- yatılı okumak gibi bir durum söz konusu değildir. Civar köylerde de okul bulunmamaktadır. Ama okumayı çok ama çok istemektedir. Babasından kendisini ısrarla okula göndermesini talep eder. Nihayetinde yaklaşık 15 km uzaklıktaki bir köyde ilkokula 13-14 yaşlarında başlar. Arada 4 köy olan, bir de -üzerinde köprü bulunmayan- dere olan, köye her gün tek başına gidip gelir. Çok başarılı olması, muhtemelen bu şartlarda okula gelmesi ve akranlarına göre 3-5 yaş büyük olması da göz önünde bulundurularak ilkokulu iki yılda bitirir. Diğer kahramanı da Can Dündar’ın bir yazısı vesilesiyle tanımıştık. (Can Dündar, “Haftanın Kahramanlarıyla Anılar: Gülşen Orhan, Tuncer Kılınç, Egemen Bağış” Milliyet gazetesi, 11 Ocak 2009) Kahraman, Van Milletvekili Gülşen Orhan’dır. Gülşen Hanım’dan daha ziyade babasının yaptığı fedakârlık dikkat çekici olsa gerek. 70’li yıllarda Bahçesaray’da ilkokula giden küçük Orhan, kış aylarında karın metreyi aştığı aylarda, okula gitmeyen akranlarından farklı olarak babasının tuttuğu hamalın küfesinde okula gidip gelir. (Milliyet Gazetesi’nin sitesinde En Zorlu Okul Yolları isimli küçük bir fotoğraf galerisiyle karşılaşmıştım. Bu anlattıklarıma katkı anlamında bu fotoğrafları ilgili kişilerle paylaşmak istedim.) http://www.milliyet.com.tr/fotogaleri/41055-yasam-en-zorlu-okul-yollari/1
[5] Bu arada Bakiye Hanım, Türk güreş tarihinin efsane ismi Yaşar Doğu’nun da yakın akrabasıdır.
[6] Bu sözün bir benzerini yıllar önce Beşiktaş’ın genç teknik direktörü Rıza Çalımbay’dan duymuştum. Beşiktaş şampiyonluk hedefiyle lige başlamıştı. Ancak lig maratonunun ortalarına kadar şampiyonluğun favorisi olarak gösterilen Beşiktaş son haftalara doğru arka arkaya yenilgiler alınca şampiyonluk yolunda çok ciddi yaralar alıp neredeyse şampiyonluk umudunu yitirmişti. Bu haftalarda Beşiktaş yine yenilmişti. Maç çıkışında gazeteciler Çalımbay’a -Beşiktaş şampiyonluğu kaybetme noktasında, yarıştan çekildi mi- tarzı sorular yöneltti. Çalımbay aynen şunu söylemişti: “Allah kimseyi hedefinden şaşırtmasın”
[7] Bakiye Duran’ın katıldığı Ultra Maraton yarışları ve yaptığı derecelerden bazıları şunlardır:
1. Hollanda Stein 100 km,  Avrupa 3.lüğü
2. İsviçre Biel/Bienne 100 km  gece yarışı,  5.lik
3. İsviçre Sion 100 km (TrailRace),  rekortmen, 1.lik
4. İtalya Verona 2003 Dünya kupası 100 km, 3.lük
5. Hollanda Winschoten Dünya Kupası
6. İtalya Florensa (Alp Dağları)  100 km Avrupa Şampiyonası  dağ yarışı, 14.lük
7. İsviçre Biel/Bienne 100 km Gece yarışı.
8. Çek Cumhuriyeti Bruno Dünya Kupası (24 saat durmadan yapılan yarış) 178  km, 3.lük
9. Çek Cumhuriyeti Bruno, Dünya Kupası (48 saat durmaksızın yapılan yarış), 241 km,5.lik.
10. Çek Cumhuriyeti Bruno24 saat yol yarışı, 161 km
11. TAİVAN/  TAİPE    100 km dağ yarışı,   19.luk
12. Lübnan Beyrut  genel klasman 10. Yaş gurubu, 1.lik