BİR TATAR
AYDINININ KALEMİNDEN BALKAN FELÂKETİMİZİN SOSYAL RÖNTGENİ:“İSTANBUL MEKTUPLARI”
Balkan
Savaşlarının üzerinden tamı tamamına 100 yıl geçti. Yüzüncü yıl dolayısıyla
Türk tarihinin büyük bozgunlarından olan Balkan Savaşlarını daha iyi anlamaya,
anlamlandırmaya yönelik ülkemizde birçok kurum, kuruluş çalışma yapıyor.
Muhtelif toplantı ve konferans salonlarında etkinlikler düzenliyor. “Balkan Savaşları” bu yıl birçok
derginin gündemine girdi. Konuyla ilgilenen başta akademisyen ve yazarlar olmak
üzere, araştırmacılar çeşitli konferans ve sempozyumlarda bu savaşları
enine-boyuna masaya yatırıyor. Hatırı sayılır sayıda araştırmacı-yazar,
akademisyen bu dönemle ilgili çalışmalarını kitap olarak kamuoyuna sunuyor.
Bizler de Töre Dergisi okurları için bu dönemle ilgili parlak bir beyin ve
sağlam bir vicdanın mahsulü gözlem ve değerlendirmelerden oluşan bir kitabı bu
bölümde tanıtacağız.[1]
Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli çalışmasına geçmeden önce yazarın
özgeçmişi hakkında şunları söyleyebiliriz. Modern Tatar edebiyatının
kurucularından olan Fatih Kerimî, yaşamı boyunca öğretmen, yazar, gazeteci,
siyasetçi olarak karşımıza çıkar. Yükseköğrenim için İstanbul’a gelen bir dönem
İstanbul’da yaşayan, Kerimî, 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu
olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım
düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün infaz
edilir. Birçok kitabı olan Kerimî’nin “İstanbul
Mektupları”, “Avrupa Seyahatnamesi”[2] ve “Kırım’a
Seyahat” eserleri günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
Balkan Savaşları başlayınca Rusya’daki
Tatarların çıkarmış olduğu –kendisinin de uzun yıllar başyazar olarak yazdığı-
Vakit Gazetesi savaş muhabiri olarak Fatih Kerimî’yi İstanbul’a gönderir. Yazar,
daha önce İstanbul’da okuduğu, İstanbul’u yakından tanıdığı, Türkçe ve
Fransızcası çok iyi olduğu için bu göreve seçilmiştir. Memleketi Orenburg’dan
çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. Burada yaklaşık 4 ay kalır.
Orenburg’dan ayrıldığı 1 Kasım 1912’den, İstanbul’dan görevi bitip memleketine
döndüğü gün 9 Mart 1913’e kadar gazeteye 70 yazı (mektup) gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit, “İstanbul
Teessüratı I, II, III” başlıklı üç yazısı da yine Orenburg’da çıkan Şura
gazetesinde yayınlanır. 1913’de Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” isimli kitap
halinde Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır.
Rusya’da 1913’te basılan eser Türk
okuyucusunun karşısına 88 yıl sonra 2001’de çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında,
Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan
Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve
İstanbul Mektupları” isimli takdim yazısı, Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz,
Kerimî’nin Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği
Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve
yine Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikâte
Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait
53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.
Balkan Savaşları’nda birbirinden
ilginç olaylar yaşanmıştır. Büyük derslerin çıkarılmak zorunda olduğu bu dönem,
çok geniş bir laboratuar olarak değerlendirilmelidir. Kerimî, Türk askerleri
içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğunu, subaylar arasında ne hamiyet-i
diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini
kurtarmaya çalışanlar olduğu gibi sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun
için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu güvenilir
kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır.
Yazar, Türk ordusunun başta Edirne
Kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa’nın ve İşkodra kumandanı
Hasan Rıza Paşa’nın maiyetindeki asker, subayla göstermiş oldukları mukavemeti,
Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak’alar olarak görür.
Kırkkilise (Kırklareli) Muharebesi’nde subayların yüzde kırk beşinin şehit
olduğunu söyler.(s.68) Bu şehirlerden Edirne dışındakileri düşmanların zapt
etmekten aciz kalmasına rağmen altı sefir tarafından imzalanan bir tabaka
kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu
belirtir.
Müellif, elinde elli bin askeri, yeterli
erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik’i teslim eden
Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik’in
kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimî’ye
ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet gösterilmediğini,
hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlıların
bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının yeterli
olduğunu, hatta sadece ekmek değil et ve pilavın dahi bulunduğunu anlatır. (s.
68/9)
Yazar, şehir hayatının iktisadi
boyutunda Türklerin istenilen düzeyde yer almadığını; bunun sonucunda da doğal
olarak Türklerin söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller,
tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici
çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini
desteklemediğinden, azınlıkların ise buna karşın birbirlerini kolladığından
bahseder. Avrupa devletlerinin ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş Osmanlı
Devleti’ne borç para vermekten çekinmesi, savaşın pahalıya mal olması,
kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve muhacirlerin istihdam sıkıntısı,
memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün bir araya
gelmesinin sonucu olarak hükümetin savaşı göze alamaması gibi bir durum
oluştuğunu anlatır.
Kitabın
cezbedici yanlarından birisi de birbirinden farklı cenahlarda olan ve hatta
aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, ulema, paşa,
bürokrat, nazır, sadrazam, müderris, mebus, diplomat ve doktor gibi aydın ve
mütefekkirlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir.
Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi
Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından
çekilir. Bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir üzüntünün
olmaması, herhangi bir tepkiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır.(s.37)
Yazar, Türk halkının Avrupa’daki
manasıyla basın-yayınının olmadığını, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap gazeteleri
bile kendi ideallerine, kendi menfaatlerine hizmet ederken Türk gazetelerinin
herhangi bir idealinin olmadığını, gazetelerinin daha fazla satması ve kapanmaması
için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarını bahseder. Türk
gazetelerinde Anadolu vilayetlerinin ahvali hakkında haber bulmanın çok zor
olduğunu gazetelerinde Türk siyaseti, Türk ideali, Türk fikri, Türk ahvali
hakkında çok az haberin olduğunu yahut hiç yer almadığını özellikle belirtir.
Buna karşın Avrupa siyasetinden, en ehemmiyetsiz haberlerin çarşaf çarşaf yer
bulabileceğini, Bursa’nın köylerinde kışın soğuklarında halkın yakmak için
evlerine odun getiremediğini, ormana gidip, ağaçları yakarak ısındıklarını, kışın
kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin şehirleri arasında otuz gün posta
işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün olamayacağını söyler. Bu haberi
başka bir şekilde duyulabileceğini ama gazeteler kanalıyla duyulamayacağını
söyler. Hükümette kim bulunuyorsa Türk
gazetelerinde onların fikirlerinin tervic edildiğini belirtir.
Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin mağlup
olmasının en önemli sebeplerinden birinin orduya siyasetin karışması ve komuta
kademelerinde siyasi fırkacılığın had safhada olması konusunda tarihçi ve tarih
araştırmacılarının çoğunluğu hem fikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe
gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmalarını, bölünmesini, her iktidar
değişikliğinde sil baştan kadroların yenilendiğini şu cümlelerle ifade eder: “Bugün İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca
sabık nazır, sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz
dolaşıyorlar.”(s.200)
Fatih Kerimî, kitabın birkaç yerinde
sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt
ve orta sınıf halkta savaşmaktan yana ve galip geleceklerine dair inancın daha
fazla olduğunu belirtir.(s.176) Zengin sınıfın pek fedakârlık yapmadığını
fakir, garibanların ise gösterdiği unutulmaz gayretleri şöyle anlatır.”İstanbul’un zenginleri, paşaları yardım
verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son kuruşlarını
verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar.”(s.209)Askerlerin
içinde dahi birçok kişinin “Bir an önce
barış gerçekleşsin de memleketime döneyim.” dediğini; esnafın bir kısmının,
savaş yüzünden ticaretinin durduğunu, işlerinin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın
Türkiye için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların
Hristiyanları kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce
Darülfünun (üniversite) gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun
dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü belirtir.
Bu çerçevede yaşlı anamın yıllar
önce anlattığı bir hikâye aklıma geldi. Köyde evin birine bir falcı uğrar. Tabii
ailenin durumu gayet iyi olup, işlerini tutmaya yarayan azapları[3] bile vardır. Falcı kehanetlerini anlatmaya
başlar. En çarpıcısını çekinmeden söyler:
“Bu evden iki cenaze çıkacaktır.” Bu sözün üzerine herkes azaba bakınca
azap dayanamayıp cevabı yapıştırır “Yahu
biri ben olmaya benim de peki ya diğeri…” Aslında dün olduğu gibi bugünde ülkenin
can, namus ve güvenlik sigortasını acı, gözyaşı, ter ve kan ile bağlayanların
kahir ekseriyeti neden azap, sessiz, rütbesiz, statüsüz Türklerden oluşur? ’sorusu
geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Bugün bu soruyu tuzu kuru, sol hümanist
yazarlar[4]
bile sormaya,
sorgulamaya başladıysa ülkenin yaşaması için gerekli kanı sebil edenlerin,
ülkesini, dününü, dinini, değerini karşılıksız sevenlerin tamamının sorması
gerektiği söylenebilir.
Kerimî’nin gönderdiği mektuplarda “dost acı söyler mukabilindeki tespit ve
gözlemlere” memleketindeki Osmanlı’ya sempatiyle bakan insanlar ilk başta
inanmazlar. Hayal kırıklığına uğrayanlar az değildir. Yazara tepki gösteren
önemli bir okur kitlesi vardır. Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı
günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü ba’delmevt” isimli son yazısı
adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Savaş
sonrası olacaklar hakkında bazı öngörülerde bulunur. Bahse konu olan
öngörülerin önemli bir kesiminin gerçekleştiğini daha sonra gelişen olaylar
bize göstermektedir. Yazarın basiretinin güçlülüğü kitabın ciddi bir eser
olmasına kuşkusuz katkı sağlamaktadır.
Yazar, İstanbul’da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek
bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe
gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu
fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların
ruh halini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını
ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri
yakından müşahede etme fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi
almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus,
gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın
muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular
yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile
ilgili –kendisini çok rahatsız eden-
soru(n)lara cevaplar almak için çırpınır. Yabancı uyruklu, Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak
savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır.
“İstanbul
Mektupları”, bir
savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında
Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de İmparatorluğun
en güzel topraklarının elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır.
Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan
askerlerinin top seslerinin İzmir’den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde,
milletimizin gerek cephede gerekse de cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık,
ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik
olayı bizlerin gözü önüne serer.
Bu yazarı ve eserini farklı kılan en
önemli özellik ise Fatih Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların
eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk
Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli
birisi olmasıdır. Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımız üzerine-soğukkanlı
biçimde, korkmadan, giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır..
Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş
olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine
dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının
dumanı sayabileceğimiz - şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde
iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da
çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin
fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile
biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve
çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170)
Fatih Kerimî,
toplumsal olarak yaşanılan felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve
fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır.
Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesi gözyaşı ve alınteridir.
Yazar adeta beyni, kalbi ve kalemiyle
Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen filmini, canlı fotoğrafını
çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve
devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli
hastalıklarının geçen bir asra rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiği
söylenilebilir. Bu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin
zaruri olduğuna inananların, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman
eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan
aydınların bu kitabı okuması salık verilebilir.
“İstanbul
Mektupları” kitabını
daha önce okuyup bizlerin okuması için öneren bir dostumuzun kitap hakkında
sarf ettiği şu cümlelere hak vermemek elde değildir. “500 senede
kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir
mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost
kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ
yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına
inandığım bir eser”
Son olarak merhum Kerimî’yi rahmetle
anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri Türkiye’de gün
yüzüne çıkaran Prof. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi’nin yöneticilerine teşekkür
ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum.
Not: Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli kitabını
ilk okuduğumda çok duygulanmış ve etkilenmiştim. Söz konusu kitap hakkında 25
sayfalık bir özet çıkarmıştım. Bu uzun yazı bazı yerel gazetelerde o dönem
yayınlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde kitapyurdu.com isimli sitede bazı yayınevlerinin yayımladıkları
kitapları incelerken Kelepir Kitaplar başlıklı bölümde “İstanbul Mektupları”nın olması, şaşırmaktan çok içimi acıttı. Bu
kadar değerli bir eseri daha fazla kişiye anlatmak ve tanıtmak düşüncesiyle
yazmış olduğum yazıyı tekrar gözden geçirip bir dergide yer bulabilecek sayfaya
indirgedim. Töre Dergisi’nde yayımlatmayı uygun buldum. İlkyazmış olduğum
yazıyı merak edenler http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/2009/05/bir-tatar-aydininin-kaleminden-balkan.html linkinden
yazıya ulaşabilir.
Not: Bu yazı Töre Dergisi’nin
Ekim-Kasım 2012 tarihli, 9-10. Sayısında yayınlanmıştır.
[*] Eğitimci, E-posta: ikizkuyu@yahoo.com
Blog
Adresi: http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com
[1]Fatih
Kerimî, İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, 367s. , 2001,
İstanbul, Çağrı Yayınları, www.cagriyayinlari.com
[2]Türkçeye çevrilmiş diğer iki kitap hakkında da
birer yazı kaleme almıştım. Yazılara internet üzerinden şu linklerden
ulaşılabilir.
[3]Yıllık
ücretli işçi
[4]Can
Dündar, 14 Eylül 2006 tarihindeki Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde “Katilimiz
Fakirlik mi?” isimli makalesinde “Neden (mesela) Teşvikiye Camii'nden, (yine
mesela) Yozgat'ın tüm camileri kadar şehit cenazesi kalkmıyor?” diye
soruyordu.