14 Kasım 2014 Cuma

“Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”



Akademisyen Abdulvahap Kara, hazırladığı bu eserde,[1] yazar merhum Cengiz Dağcı’nın uzun askerlik günlerinin izlerini sürmüş. Dağcı’nın askerlik hatıraları yazarlık kaynağının adeta esin kaynağıdır. Yazar Cengiz Dağcı, II. Dünya Savaşı Cehennemi Değirmeninde öğütülüp, unutulan milyonlarca Sovyet Rusya vatandaşı Türk’ten sadece biridir.

II. Dünya Savaşı’nın kaydını tutan, sonuçlarını değerlendiren araştırmacı ve yazarlar, Sovyet Rusya vatandaşı Türklerin yaşadığı trajedi, kayıp, acıların çok az bölümüne değinir. Hele de Sovyet ordusunda cephede Almanlara karşı savaşıp, Almanlara esir düşüp sonra da Türkistan Lejyonerleri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşan, akabinde Ruslara teslim olup öldürülen yüzbinlerce Türk unsurun varlığından kimsenin haberi yok hükmündedir.[2] Birkaç yabancı yazarın bu konuda önemli çalışması bulunmaktadır.[3]Bu trajediyi yaşayıp da ölmeyen, eli kalem tutan iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi de yaşadıklarını, hatıra türünde yazmıştır. Geçtiğimiz yıllarda söz konusu alanda profesyonel bir belgesel çekildi ve TRT’de yayınlandı. Belgesel ve belgeselin daha fazlası kitap olarak yayımlandı.[4] Bu çalışma, bahse konu alanda geniş bir boşluğu doldurmaya yönelik önemli bir girizgâh niteliğindedir.

Yazar, Cengiz Dağcı’nın başta eserleri olmak üzere, konuyla ilgili çalışmalardan yola çıkarak Cengiz Dağcı’nın askerlik yıllarını masaya yatırmış. Tabi ki söylemeye gerek yoktur. Bu sıradan bir askerlik değildir. II. Cihan Harbi’nin başladığı günden, bittiği güne kadar savaşın önemli evrelerinde hep vardır Cengiz Dağcı.

Yazar, ana hatlarıyla savaşın seyri içerisinde hangi yıl ve aylarda hangi cephede olduğunu, bir asker olarak Dağcı’nın neler gördüğünü, Rus ve Alman baskısı arasında kalan milyonların yaşadıklarını, Türkistan Lejyoneri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşmak zorunda kalan, başka seçeneği olmayan on binlerin yaşadığı sendromu, hem düşmana hem de vatandaşı olduğu ülkeye esir düşmenin nasıl bir psikoloji olduğunu, esaretten sonra da Stalin mezbahanesine düşmemek için çırpınanların hikâyesini anlatır kitabında.

Cengiz Dağcı, savaşın devam ettiği dönemde Polonyalı Regina’ya âşık olur. Regina’yla savaş biter bitmez evlenir. Nikâhları önce İslamî usule, sonra da Hıristiyan geleneğine göre kıyılır. Mülteci olarak İngiltere’ye giderler. Bu yolculuk hiç de kolay olmayacaktır. Cengiz Dağcı, bir daha Kırım topraklarını artık görmeyecektir. Dağcı’yı hayata bundan sonra üç şey bağlayacaktır: Kalemi, memleketi Kırım, Eşi Regina.

Dağcı ile aynı kaderi paylaşanların ezici bir çoğunluğu savaşın doğal şartları içerisinde, Nazi kamplarında, esaretin bin bir çeşidiyle, lejyoner olarak kendi ülkesine karşı savaşıp Almanya’nın yenilmesiyle birlikte Rusya’ya teslim edilerek öldürülmüştür. Herkes Dağcı gibi şanslı değildir. Kitapta Cengiz Dağcı gibi aynı süreçten gelip kurtulan, sonra da hatırasını yazan Cabbar Ertürk’ten bahseder. Yabancı dilin önemi hakkında hepimiz biliriz ama bir can simidi kadar önemli olduğunu bilmeyenimiz çoktur. Abdulvahap Kara, -Ertürk’ün kitabını referans göstererek-[5] kurtulanların ortak özelliğini şu cümleler ile anlatır:

“Kamplarda Almanca bilmek bir esir için büyük bir talihti. Hatta bu hayatta kalmanın şartlarından biriydi, bir esir yarım yamalak Almancayı bilse bile, kampta kendisine iş veriliyor ve bir iki lokma fazla yemek yeme şansına sahip oluyordu. Ertürk, hatıralarında Mariupul kampında 200 bin esirden hayatta kalan iki binin arasında olmasını fakültede iki yıl boyunca aldığı Almanca derslerinden öğrendiği yarım yamalak dile borçlu olduğunu ifade etmektedir.”(s.45)[6]

Not: Bu yazı, Töre dergisinin, Ekim 2014 tarihli, 18. Sayısında yayımlanmıştır.


[1] Abdulvahap Kara, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”, 135 sayfa, 2012, İstanbul, QI Kültür Sanat Yayıncılık, www.iqkultursanat.com
[2]Yazar,“Nazi Kampları” isimli 2004 yılında İstanbul’da yayımlanan 600 sayfalık hacimli kitaplık eserde, Nazi kamplarında zulüm gören Türklerden hiç bahsedilmediğini, Ayrıca bu kamplarla ilgili öykü ve romanları tanıtılan 60 kadar yazarın arasında Cengiz Dağcı’nın olmadığını söyler.
[3]Bu konuda kitaba ve belgesele ismini veren Patrik VonZurMühlen’in hazırlamış olduğu “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasındaki Doğu Halkları”isimli eseri zikredebiliriz.
[4]Neşe Sarısoy, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Türkler” 450 s., 2011, Ankara, Sinemis Yayınları
 [5]Cabbar Ertürk, “Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonuna Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, s. 129, İstanbul, 2005
[6] Bu minvalde Kırımlı Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın babasından dinlediği hakikatleri, Ortaylı nasihat olarak algıladığını bir kitabında belirtir:“Malları komünistler alır ama bilgiyi alamazlar(dı). Esir kamplarına düşenler dil biliyorlarsa ve bir zanaat sahibi olursa kurtulurlardı.” (Nilgün Uysal, “Zaman Kaybolmaz: İlber Ortaylı Kitabı” 40. Sayfa, 2006, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)



Geçtiğimiz haftalarda Aydın Çakmak’ın “Sürgündeki Hakan: II. Abdülhamid’in Selanik ve Beylerbeyi Günleri” isimli kitabı yayımlandı. Bahse konu olan bu çalışmayı zevk alarak okudum. Aydın Çakmak Hoca ile kitabı konulu bir mülakat yaptık. Konuyla ilgili olanların umarım dikkatini çeker. Kendisine teşekkür ederiz. 

                                                             
Soru: “Sürgünde Bir Hakan” kitabının yazarına, yazarının özgeçmişini sorsaydık acaba, nasıl bir cevap alırdık?

        Öncelikle bana bu imkânı tanıdığınız için size çok teşekkür ederim. Memleketim olan Edirne’de ilk ve ortaöğrenimi tamamladıktan sonra başladığım Akdeniz Üniversitesi Tarih bölümünden 2004 yılında mezun oldum. Yüksek Lisansımı Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Halen Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi bilim dalında doktora öğrenimime devam etmekte olup aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde okutman olarak görev yapmaktayım.

Soru: Kitabı okurken bu çalışma yazarın tez çalışmasıdır zannına kapıldım. Oysaki yüksek lisans, doktora çalışmanız değilmiş. Eseriniz sırf akademik bir çalışma olmamasına rağmen, çalışmanızı okuyanların benim gibi akademik çalışma olduğuna kanaat getireceklerini sanıyorum. Misal olarak, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen ve akademi dünyasında sahte olduğuna dair kanaatler oluşan hatıraları çalışmanızda kullanmamışsınız.  Sizi böylesi bir eseri hazırlamaya hangi saikler itti?

         Evet, elinizdeki çalışma tezimle alakalı olmayıp başlı başına ayrı bir çalışmadır. Ancak kitabın hazırlık aşamasında akademik bir mantıkla ve genele hitap edebilecek bir tarzda yazmaya özen gösterdim. Beni böyle bir eseri hazırlamaya iten en önemli neden ise, böylesine ilginç ve önemli bir konu hakkında yapılmış temel bir inceleme eseri olmamasıdır.

Soru: Bu çalışmayı hazırlarken sizi en çok heyecanlandıran, şaşırtan bir durum söz konusu oldu mu? Olduysa bize anlatabilir misiniz?

        Çalışmanın birçok yerinde gördüğüm veya öğrendiğim yeni bilgiler bende hem merak hem de heyecan duygusu oluşturdu, diyebilirim. Bilhassa II. Abdülhamid’in hususi hayatı ve kişilik özellikleri ile ilgili bilgiler, çalışmanın hazırlık aşamasında bana çok ilginç gelmişti. Örnek vermek gerekirse, şehzadelerin eğitimi ve hanımsultanların evliliği için duyduğu endişelerin yanı sıra Beylerbeyi Sarayı’na ilk geldiği günlerde kızları ve torunlarının bayram ziyaretine gelişlerini büyük bir heyecanla bekleyip dürbünle karşı kıyıyı izlemesi, 33 yıl boyunca büyük bir devleti yönetmiş olan II. Abdülhamid gibi bir hükümdarın insanî yönlerini göstermesi açısından mühim emareler arasında gözükmektedir. Tabii bunların yanı sıra I. Dünya Savaşı günlerinde, devrin bazı yöneticilerinin II. Abdülhamid’in huzuruna kadar gelmeleri de, ilginç yönler arasında kabul edilebilir.

Soru: Sultan alışkanlıklarının devamını sürgün günlerinde de devam ettirmiştir. Örneğin, çalışmanızda belirttiğiniz üzere, çok vehimli birisidir. Alatini Köşkü’nde neredeyse köşkün bahçesine dahi çıkmıyor. Kitap okuma, sohbet etme, marangozluk işleriyle uğraşıyor. Bunların dışında sürgün günlerinde nelerle uğraşır?

        Sizin de belirttiğiniz gibi sürgün ve gözaltında bulunduğu günlerde hakanın alışkanlarını devam ettirdiği görülmektedir. Bunlar arasında marangozluk ve resim yapmak gibi faaliyetler bulunmaktadır. Ayrıca II. Abdülhamid, Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı’nda hayvan da beslemiştir. Mesela kedisi Pamuk. Aynı zamanda bol bol geçmiş günlerin muhasebesini yapmış ve kendisiyle görüşen kişilere başından geçen olayları aktarmıştır.

Soru: Sultan’ın Sürgününü Selanik Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı günleri olarak ikiye ayırdığımızda, iki farklı şehir ve mekândaki günlerini nasıl karşılaştırabiliriz?

        Evvela Selanik, II. Meşrutiyet sürecinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi görünümünde olan bir şehirdir. Bu yüzden adı geçen şehirde cemiyet çok aktiftir. II. Abdülhamid ve maiyetinin Selanik’e ilk geldiği günlerde, kendileri hakkında çeşitli kısıtlamalar uygulandığını görmekteyiz. Ve bu durum, Balkan Savaşları sürecine kadar devam etmiştir. Beylerbeyi Sarayı günlerine baktığımızda ise, birçok uygulamanın değiştiği ve dışarıyla bağlantının daha kolay sağlandığı görülmektedir. Örnek vermek gerekirse, İstanbul’a nakil hadisesinin ardından ailesiyle daha rahat görüşebilmesi, birçok şahsiyetin onu ziyareti ve günlük gazeteleri takip etmesi bunlar arasında sayılabilir.

Soru: Özellikle son dönemlerde Sultan II. Abdülhamid ve dönemi üzerine daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar araştırma-inceleme, hatırat, günlük, akademik nitelikli kitap yazıldı. Sizin bu eserinizi, diğer söz konusu eserlerden ayıran özellik nedir?

        Bu eser, II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonraki yaşamını incelemekte olup Selanik’te Alatini Köşkü ve İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda geçen sürgün ve gözaltı günlerini ele almaktadır. Daha öncede ifade etmiş olduğum gibi, II. Abdülhamid’in hayatında, 1909-1918 yıllarını kapsayan dönem ve onunla ilgili olayları inceleyen temel bir araştırma eseri bulunmamasından yola çıkarak hazırladığım bu kitap, söz konusu eksikliği fark etmem sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra kitabın esas malzemesini, dönemin arşiv vesikaları ve süreli yayınlar oluşturmaktadır.

Soru: Sultan II. Abdülhamid çok zeki, donanımlı ciddi bir devlet adamıdır. Türk tarihi uzmanlarının önemli bir kesimi tarihe damgasını vuran,  liderlerden biri olduğu üzerinde hemfikirdir. 33 yıl kadar uzun bir süre padişahlık yapıyor. Tahtan indirilmesi sonrası başına gelen felaketler, malının mülkünün talan edilmesi, yaşadığı sıkıntıları elbette anlayabiliriz. Benim merak ettiğim husus şudur. Suyun akışı doğal mecrasına doğru seyir alıyor her zamanki gibi. Meşrutiyet öyle ya da böyle ilan edilecekti. Belki bir şekilde biraz daha fazla tahta kalabilirdi. Sanki, Sultan kendisini tahtan indirilme hesabı/planı yapmadığı gibi bir izlenime kapıldım. Ne buyurursunuz?

        Evet, gerçekten de II. Abdülhamid, 31 Mart Vakası’nda hiçbir ilgisi olmaması düşüncesinden yola çıkarak, tahttan indirileceğini düşünmüyor. Üstelik kendisine verilen teminatlar da, onun üzerinde bu güveni arttırıyor. Hareket Ordusu’nun idareyi ele almasının ardından gelişen olaylar içerisinde böyle bir sonucun başına gelebileceğini görmesine rağmen, artık bu andan itibaren çok geç kalmıştır.

Soru: Türk siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi de kuşkusuz 27 Mayıs darbesidir. 27 Mayıs sonrası devrin Başbakanı, Cumhurbaşkanı, bakanı ve milletvekillerine muhafazasından sorumlu alt rütbeli askerden en yetkili komutanlara varana kadar birçok kişinin Cumhurbaşkanı-Başbakan’a hakaret, küfür ve şiddet uyguladığını biliyoruz. Oysaki kitaptan öğrendiğimize göre, gerek Sultan Hamid sonrası iktidara gelen yöneticiler, gerek Sultan ve ailesini korumakla görevli personelin, II. Abdülhamid ve ailesine nezaketsizlik sınırını aşan bir davranış sergilemediğini görüyoruz. Ne dersiniz?

        Aslında tahttan indirmenin ardından gelen ilk günlerde, II. Abdülhamid ve dönemine karşı yoğun bir tepki oluştuğu görülmektedir. Ve zikrolunan husus, hakanın muhafız subayları üzerinde de etkisini göstermiştir. Ancak söz konusu durum, pek uzun sürmemiştir. Dönemin geneline bakıldığında ne muhafızlar ne de yöneticiler açısından hakan ve maiyetine karşı aşırı bir tepki gösterildiğini söyleyemeyiz. Zaten bu husus, II. Abdülhamid’in özel tabibi Atıf Hüseyin’in günlükleri başta olmak üzere birçok hatırada da canlı bir şekilde ifade edilmektedir.

Soru: Sultan Hamid’in döneminin aktörlerinin ezici bir çoğunluğu, kendisine muhalif. Taşnaklar, İttihatçılar, Hiç beklemediğimiz Elmalılı Hamdi, Said Nursi, Mehmet Akif gibi düşünce ve aksiyon adamları dahi Sultan’ın karşısında yer almışlardır. Hele okumuşların ortak özelliği Sultan Abdülhamid karşıtlığıdır. II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği dönem göz önüne alındığında Sultanın yanında kimse yoktur. Kitapta da belirttiğiniz üzere, Hindistan Müslümanları, Arnavutlar ve Arabistan’dan bazı kimseler çok rahatsız olur bu durumdan. Türkiye’de her hangi rahatsız olan bir kitle, grup yoktur neredeyse. Tarihte analoji yapılması iyi bir şey değildir. Daha iyi anlaşılması için farazi bir şey söylesek, farzımuhal 1911’de bir seçim yapılsa ve devrik padişah da seçime katılsaydı büyük ihtimal seçim barajını aşamazdı. Beri yandan, 100 yıl sonra akademi dünyası içinden ve dışından birçok kesim Abdülhamid’in Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman çapında bir padişah olduğunu belirtiyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?

        Çok doğru söylüyorsunuz, iki dönem arasında bu türlü farklılıklar bulunmaktadır. Söz konusu durumun oluşmasında zaman ve zeminin değişmesi bir yana, olayların daha iyi anlaşılması veya açıklanması etkili olmuştur, diyebiliriz. Zaten böyle durumlar tarihin birçok olay ve gelişmesinde de karşımıza çıkabilir. Önemli olan, amacın doğruya ulaşma ve bakış açısının ise görmeye çalışma olmasıdır.

Soru: Bildiğimiz kadarıyla bu yayınlanmış ilk eseriniz, bunun arkası gelecek midir? Tezgâhınızda hazırlanmak üzere olan bir çalışma var mıdır?

        Evet, elinizdeki çalışma yayınlanmış ilk eserim. Ancak bundan önce hazırlamış olduğum tezim de, şu anda Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları’ndan çıkmak üzere. Bunun yanı sıra, ayrı bir çalışmaya da devam etmekteyim.


Not:  Bu mülakat, Ayraç dergisinin 58-59 sayılı, Eylül-Ekim 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.



Abdullah Mollaoğlu'nun "Diyarbakır Tutanağı" isimli kitabını zevk alarak okudum. Abdullah Bey, Emniyet Camiasının muhtelif birim ve görevlerinde çalışmış, hâlâ Emniyet Müdürü olarak görev yapmaktadır. 2006-2009 yılları arasında Diyarbakır merkez ile Kulp'ta emniyet teşkilatında çalışmış. Emniyet camiasında kitap yayınlayanlar daha ziyade emekli sonrası hatıra eksenli yazmaktadır. Abdullah Bey, eli kalem tutan bir emniyet görevlisidir. Diyarbakır yıllarını "Diyarbakır Tutanağı" isimli çalışmasında dile getirmiş. Buradaki izlenimlerini, Diyarbakır insanını devletine bakışını, terör örgütünün insanlara verdiği tahribatı, Diyarbakır'da polis olmanın zorluklarını, Diyarbakır'ın kültürü ve tarihini, Türkçenin Diyarbakır'daki gücünü vs. gibi birçok konuda düşüncelerini kitapta yazmıştır. Yazara kitap eksenli bir mülakat gerçekleştirme teklifinde bulunduk. Sağ olsun, bizleri kırmadı. Teklifimize evet cevabı verdi. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. 


Soru: Kitaplarınızda özgeçmişiniz belirtiliyor. Size kendinizin özgeçmişini anlattırmak istesek nasıl bir cevap verirsiniz efendim?

Hepi topu 38 yıllık bir hayat hikâyesi benimki. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde doğmuşum. Ailemizin kökenleri bir koldan Malatya’ya diğer koldan ise Balkanlar’a dayanıyor. Yaklaşık yüz yıldır İzmir’deyiz. Yani gerçek anlamda doğu-batı senteziyim. Sıradan bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi yaşadım. Sonra da çocukluk mesleğim olan polisliğe girdim. 1994 yılında İstanbul Polis Koleji’ni, 1998’de de Polis Akademisi’ni bitirdim. Yani toplamda sekiz sene yatılı olarak okudum. İlk olarak Bursa’ya, ardından da Diyarbakır’a atandım. Meslek hayatım boyunca daha ziyade karakollarda ve asayiş birimlerinde çalıştım. Çocukken aynı zamanda yazar da olmak istiyordum. Sanırım uzunca zamandır bu hayalimi de gerçekleştirmek üzere çabalıyorum. Ortaokul yıllarından bu yana peşinden koşturduğum bu sevdam yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Önce hikâyelerim Türk Edebiyatı, Varlık, E, Dergâh, Sıcak Nal, Kitap-lık ve Yedi İklim dergilerinde yayımlandı. 2001 yılında öykü dalında Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nün sahibi oldum. ‘Merdiven Boşluğu’ adlı hikâye kitabım 2012’de çıktı. Bunu Diyarbakır hatıralarını içeren ‘Diyarbakır Tutanağı’ ve polislik üzerine denemelerden oluşan ‘İsalar, Musalar ve Polisler’ adlı kitaplar izledi. Halen İzmir Emniyet Müdürlüğü’nde Hukuk İşleri ve Soruşturma Şube Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyorum. Evli ve bir çocuk babasıyım.


Soru: Sizi bu çalışmaya iten saikler nelerdir efendim?

Paylaşma isteğinden kaynaklandı sanırım. Hani gökyüzüne bakarken bir yıldızın kaydığını görürsünüz ve bu görüntüden en yakınınızda kim varsa ona haber vermek istersiniz. Aynı o şekilde ben de üç yıl boyunca yaşamış olduğum Diyarbakır coğrafyasında gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak istedim. Bu paylaşım sözlü de olabilirdi gerçi ama ben sanırım kalıcı bir paylaşımda bulunmak istedim ve zihin defterimde biriktirdiklerimi vakti zamanı gelince ete kemiğe büründürdüm. Çünkü herkesin orada bulunma imkanı yoktu. Diyarbakır’ı hayatlarında hiç görmemiş ve muhtemelen de görmeyecek olan insanların bu bilgi ve gözlemlerden mahrum kalmalarını istemedim.


Soru: Neticede yaptığınız bu çalışmanın başaktörü Diyarbakır'dır. Gerek günümüz, gerekse daha önceki dönemlerde Diyarbakır konulu yazılan eserler ile kitabınızın farkı nedir acaba?

Diyarbakır üzerine pek çok kitap yazılmış. Bu anlamda Diyarbakır’ın şanslı bir il olduğu söylenebilir. Bilimsel çalışmaların yanı sıra sanat eserleri de var, hatıra içerikli olanları da. Benim çalışmam da onlardan biri. Ben de bu şehirde bir süre kaldım ve hatıralarımı yazdım. Arada bir fark aranacaksa benim çalışmamın Emniyet kaynaklı ilk çalışma olduğu göz önünde tutulabilir. Diyarbakır’a tercih dışı olarak atanan yani kendi iradesinin dışında bu şehre gelip yaşayan ve bir daha da muhtemelen gelmeyecek olan bir polisin kaleme aldığı metinlerden oluşuyor Diyarbakır Tutanağı.

Soru: Sizin yazdığınız kitaplardan sadece bu eserinizi okudum. Olay ve olgulara yönelik müthiş bir hafızanız var. Ya da muhtelif notlar alıyorsunuz. Kitabı yazarken bunlardan istifade ettiğinizi düşünüyorum. Ama kitabı okurken bunların bilerek kısaltıldığına dair bir izlenime kapıldım. Acaba yazdıklarınızdan yanlış bir çıkarımda mı bulunuyorum? Niyet okumaları mı yapıyorum?

Yaşadığım veya gördüğüm her şeyi yazdığımı söyleyemem. Yazmama gerekçem ise iki türlü. Birincisi, bir şehirde yaşadığınız her şeyin ille de kitabî bir karşılığı bulunmayabiliyor. Yani Ankara’da, İstanbul’da yaşayabileceğiniz bir olayı Diyarbakır’da da yaşayabiliyorsunuz ve bunun da yazma değeri olmayabiliyor. İkinci sebep ise içimde oluşan Diyarbakır sevgisi olabilir. Ben bu kitapta mümkün mertebe şehrin ve halkın güzelliklerini yazmak istedim. Bir rapor değil benim çalışmam. Bilimsel bir eser de değil keza. Gönlüm neyi yazmak istediyse onu kaleme aldım. Tabii bunları yazmadan önce de küçük küçük notlar tuttum. Gözlemlerimi, hatıralarımı biriktirdim. Ve ardından, Diyarbakır’dan ayrıldıktan iki sene sonra İzmir’de oturup yazdım her şeyi.

Soru: "Diyarbakır Tutanağı" isimli çalışmanız "anı", "şehir kitaplığı", hatta bazı bölümler "hikâye" türünde denilebilir. Eserinizi siz hangi türde görüyorsunuz?

Bu çalışma için hatırat da denilebilir şehrengiz de. Evet, orada görüp yaşadıklarımı kaleme aldım ben. Ama aynı zamanda şehrin tarihi eserlerini, toplumsal hayatını da tasvir etmeye çalıştım. Bunları soğuk bir üslupla vermektense hikayenin imkanlarından faydalanarak yaptığım da doğru. Kaldı ki edebiyat dünyasının fanilerinden biri olarak kendimi ‘hikâyeci’ olarak niteleyebileceğimi düşünüyorum. Yayınevi ise hatırat türünde değerlendirdi kitabı. Hepsi makbuldür bu yüzden bence.

Soru: Diyarbakır'ın tarihi ve güncel fotoğrafını yansıtmaya çalışmışsınız. Dün olduğu gibi bugün de Diyarbakır merkezde Türkçenin ağırlığına dikkat çekmişsiniz. Çarşıda, pazarda, yaygın dilin Türkçe olduğuna, stadyumda dahi Kürtçe tezahürat yapılmadığına değinmişsiniz, kırsalda değil de merkezde Türkçenin hâkim dil olduğunu belirtmişsiniz. Bildiğim kadarıyla bu gündeme gelmeyen/getirilmeyen bir durum. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
                                   
Açıkçası ben de Diyarbakır’a gelmeden önce şehirde Türkçenin hakim bir dil olduğunu düşünmemekteydim. Çünkü maalesef öyle bir algı yaratılmış durumda. Gerek siyaset anlamında yapılan açıklamalarda gerekse medya üzerinden yürütülen tartışmalarda Kürtçe aşırı derecede ön planda tutuluyor. Ve dışarıdan bakıldığında Diyarbakır’da sadece Kürt kökenli insanların yaşadığı, bunların şehirde sadece Kürtçe konuştukları ve kültürel olarak da burada Türk kültürünün esamisinin bile okunmadığı şeklinde yanılgılara kapılabiliyor insan. Tabii herkesin kalkıp Diyarbakır’a giderek bu algının gerçek olup olmadığını test etmek gibi bir imkânı yok. Diyarbakır’a dışarıdan gelenlerinse şehrin gerçeklerini anlatma anlamında çok başarılı olduklarını söyleyemem. Mesela buraya atanan memurlar var. Normal şartlarda onların hakikatleri bağırırcasına anlatmaları gerekir değil mi? Maalesef memurlarımızda bu yönde bir çaba yok. Memur derken askerini polisini öğretmenini imamını da katıyorum işin içine. Siyasetçiler ise her hal ve şartta tabiatlarının gereğini yapıyorlar. Bu şartlarda da Diyarbakır’daki Türkçe gerçeğini vurgulamak benim gibi esas itibariyle konuyla doğrudan alakası bulunmayan birisine kalıyor. Ben yeni bir şey keşfetmiş değilim. Sadece bazı gördüklerimi işaret ettim. Örneğin Diyarbakır türkülerini hatırlattım. Memleketimizin hemen her yanında okunur oysa bu türküler. Ama nedense bu türkülerin Diyarbakır Türkçesi’nin birer parçası olduklarını idrak edemez insanlar. Söyler geçer. E, bu türküleri uzaylılar gelip de yakmadı ya Diyarbakır’da? Bir de şu var. Türkçenin gerçekliğini vurgulamak Kürtçeyi inkâr olarak algılanmamalı. İki dilin hakkı da verilmeli. Zaten Kürtçenin anlamsız yere inkâr edilmesi yüzünden bu hallere gelmedik mi? Ama ne olursa olsun Diyarbakır’ın şehir dilinin Türkçe olduğu akıllardan çıkarılmamalı. Ve bu şehrin adı da Türkçedir. Kimileri ‘Amed’ diye bir şey tutturmuşlar ve zorlaya zorlaya bunu gündemde tutmaya çalışıyorlar. Oysa dilde zorlama olmaz. Bu şehrin hakim dili Türkçedir ve adı da Türkçeden gelmektedir. Esnafı çarşıda Türkçe konuşmaktadır. İnsanlar otobüste minibüste bu dili kullanmaktadır.

Soru: Kitapta Diyarbakır insanın devlete bakış açısını anlatırken, insanların özellikle neredeyse çoğunluğunun Başkent denildiğinde "Ankara" aklına geldiğini, "Kürdistan" isimli ayrı bir devlet kurma özleminde olanların sayısının kamuoyunda bir partinin oylarına bakılarak, çok fazla olmadığını belirtmişsiniz. Özellikle dükkânına "Gaffar Okkan", çocuğuna "Ali Gaffar Okkan" koyanların hiç de az olmadığını, ama milli bayramlarda ve önemli günlerde ev ve iş yerlerine Diyarbakır merkezde hiç bayrak asılmadığını belirtmişsiniz. Yine bu minvalde yıllardır ismi terörle anılan Kulp ilçesinde ülkenin diğer bölgelerindeki gibi dükkânına bayrak asanlar olduğunu vurgulamışsınız. Bu çelişkiyi izah ederken, anladığım kadarıyla "Sessiz Kürtler"in düşüncelerini demokratik bir ortamda dile getiremediğini, düşünüyorum. Terör örgütünün bütün Kürtlerin temsilcisi gibi çalıştığını, bunun da uzun vadede, özellikle gariban, "Sessiz Kürtler"in zararına olacağına inanıyorum. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Haklısınız. Sessiz Kürtler tanımlamanız da gayet yerinde. Mesele o Kürtler’in sesini duymakta zaten. Ankara’da durarak duyulmuyor o ses. Veya memleketin herhangi bir yerinden. Ta oraya kadar gidip kulağınızı eğmeniz gerekiyor bir anlamda. Çünkü oradaki insanlarımız o derecede ürkütülmüş, sesleri o derecede kısılmış. Fısıldayarak konuşuyorlar bir anlamda. Çünkü korkuyorlar. İçlerindeki duyguları tamamen ifade edemiyorlar. Şurası bir gerçek ki o bölgedeki halkımız artık devletten korkmuyor. Çünkü devlet görevlilerinin bir sınırının olduğunu, o sınırdan ileri bir harekette bulunamayacağını, kendisine zarar vermeyeceğini biliyor. Ancak halk terör örgütünden korkuyor. Çünkü örgütün sınırının olmadığını, onu dizginleyecek ve sorumlu tutacak bir yazılı hukuk metninin olmadığını biliyor. Bu yüzden de kendisini gerçek anlamıyla ifade edemiyor. Örgüt kepenk indirmesini istiyor ve halk da sırf korkudan dolayı indiriyor. Bu görüntüyü memleketin başka noktalarından televizyonda seyreden vatandaşlar da Diyarbakır’daki insanların terör örgütünü gerçekten de desteklediğini sanıyor. Oysa gerçek hiç de öyle değil. Bu yüzden bölge ve Diyarbakır hakkında hüküm verilirken genellemelerden kaçınılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Ve bu anlamda çarenin de hukuk devletinde olduğunu, hukuk devleti ilkesini bütün kurum ve kurallarıyla birlikte tesis etmemiz ve yaşatmamız gerektiğini düşünüyorum.

Soru: Diyarbakır'da kaçak elektrik ve sigaranın yaygınlığı konusunda kamuoyunda bir yaygın kanaat var. Bunu üzülerek sizde teyit ediyorsunuz eserinizde. Bu şekilde istismarın çok boyutlarda olduğunu, bunu yapanların yaptığı işin doğru olduğuna neredeyse inandırıldığını, buna gerekçe olarak da "yahu adamlar dağa mı çıksınlar, ne yapsınlar" gibi bir anlayışın uzun vadede tehlike saçacağını söylüyorsunuz. Bu konuda vicdani olarak herkesin sesini yükseltmesi gerektiğine inanıyor musunuz?

Elbette. Az önce zikrettiğim gibi bu konuda da çare hukuk devleti ilkesine sımsıkı sarılmaktan geçer. Hukuk devletini bütünüyle çalıştırmak zorundayız. Bu ilkenin içeriğinin bir kısmını beğenip diğer kısmını reddetme gibi bir lüksümüz yok. Kaçak elektrik konusu da buna dahil. Her yerde hukuk devleti hâkim olacak. Dağda da olacak evlerdeki elektrik sayaçlarında da. Aksi takdirde oluşacak keşmekeşin ardından düzeni yeniden tesis etmek fevkalade güçleşecektir. Hukuk ve vicdan birbirini besler. Hukukun egemenliği aynı zamanda vicdanın da egemenliği olacaktır.

Soru: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın görev yaptığı şehirlerle ilgili intibalarını "Beş Şehir" isimli şaheserinde yayımladı. Siz de merhum Tanpınar'ın izinde gidiyorsunuz anlaşılan, Bursa'da bulunduğunuz yıllarda yazdığınız "Bursa'ya Veda" isimli romanınız olduğunu ama yayımlamaktan vazgeçtiğinizi belirtmişsiniz, Diyarbakır yıllarını da "Diyarbakır Tutanağı"nda yazdınız. Tezgâhınızda ne gibi çalışmalar var, bahse konu olan seri devam edecek mi?

Yaşadığım şehirlere dair kitap yazmak gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman. Sanırım öyle denk geldi. Konusu Bursa’da geçen roman denemem gerçek anlamıyla bir fiyasko olduğu için onu şahsi tarihimin geri dönüşüm kutusuna atmış bulunuyorum. Diyarbakır yılları ise bahsettiğiniz eseri hediye etti bana. Evet, yeni kitaplar için çalışmalarım devam ediyor. Bu ara uzun hikâyelerimi bitirmek ve kitaplaştırmak istiyorum. Çünkü yıllar yılı bunları has kıvamına kavuşturmak için çabalamaktayım. Bu arada doğup büyüdüğüm İzmir ile ilgili de bir kitap oluşuyor zihin dünyamda. Aynı anda birden fazla kitap üzerinde çalıştığım için eserlerin bitmesi uzun sürelere mal olabiliyor.

Not: Bu mülakat, Türkiye Genç Kalemler dergisinin Ekim 2014 sayılı sayısında yayımlanmıştır.