10 Eylül 2013 Salı

LİMİTSİZ YAŞAM

Ülkemizde kişisel gelişim uzmanlarına/kitaplarına karşı önyargı had safhadadır. Kim bilir belki bu söz konusu yargıyı keskinleştiren sebepler hiç de az değildir. Kitaplardaki nasihat içerikli mesajlar, teorik olarak bilinenlerin sürekli vurgulanması, ayakları yere basmayan üslupta üst perdeden konuşulması, kaynağı belli olmayan şehir efsanesi tarzı anekdotların neredeyse her kitapta karşımıza çıkması ve en önemlisi de biyografi türüne müracaatın az olması istenmeyen önyargıyı beslemektedir.

31 yaşındaki kişisel gelişim uzmanı Nıck Vujıcıc’ın başlıkta ismi zikredilen kitabı diğer klasik kişisel gelişim kitapları türündedir.[1] Ancak kitabın kahramanının oldukça sıra dışı yaşantısı kendisini uzaktan-yakından tanıyan, bilen, etkinliklerine katılan, herkesin dikkatini çekmektedir.

NİCK VUJICIC KİMDİR?

Nick Vujıcıc, 1982’de Avusturalya’da sosyo-ekonomik düzeyi orta halli bir evde, doğuştan elleri ve kolları olmayarak dünyaya gelir. Annesi hemşiredir. Çok sık karşılaşılmayan bir durumdur, gerek ailesinin gerek kendisinin bu duruma uyum sağlaması hiç de kolay olmamıştır.[2] Yazarın Avusturalya yıllarına umutsuzluk ve ruhsal çöküntü hâkimdir. Anne-babanın yaşadığı hayal kırıklığı kolay atlatılamayacak boyuttadır. Bir ara çocuklarını evlatlık vermeyi bile düşünürler. Nick zaman zaman intiharı düşünmektedir. Ciddi bir intihar teşebbüsünde bulunur. Nick 12 yaşındayken ABD’ye taşınırlar. Orada imkânlar daha geniştir. 15 yaşından itibaren kendi ayakları üzerinde durmaya çalışır. Örgün eğitimini aksatmadan hem de karma okullarda tamamlar.

Bugün yazar, kendi ihtiyaçlarını neredeyse başkasına muhtaç olmadan karşılayabilen, yüzme bilen, sörf yapabilen, kaykaya binebilen, bilgisayar ve klavye kullanabilen, bilardo oynayabilen, her türlü sosyal etkinlikten geri kalmayan bir kişidir. Hayata tutunduktan sonra Nick, yaşadığı zorlukları ve mutluluk iksirini nereden bulduğunu, birbirinden farklı ülkelerdeki binlerce kişiye anlatma yolunu tutar. Artık bir kişisel gelişim uzmanı, bir aktivist olarak birbirinden farklı 19 ülkenin hastane, ibadethane, yetimhane, okul, hapishane, stadyum ile toplantı salonlarında başarı ve mutluluğun formülünü anlatmaktadır. Konferansları ve hayatını konu alan DVD’ler birçok ülkede satılmaktadır. Başrolünü kendisinin oynadığı “Kolları Olmayan Adamın Tek Arzusu” filminde de yazarın başarıları anlatılmaktadır.

Gerek ailesi gerekse yazar inançlı-dindar biridir. Hep beraber sürekli dua ederler. Kilise’nin müdavimlerindendir. Umutsuzluktan umuda yolculuğunun başlangıcını Nick, “…sonunda bir çocuk olarak, Tanrının bizimle tek yoldan konuşmadığını anladım.” sözleriyle dile getirir. Diğer seçenekleri inceler. Sonunda aradığı cevabı bulur. Şükür ve tevekkül neredeyse kitabın her sayfasında vardır. Nick, sık sık Tanrının insanlara kaldıramayacağı yükü vermeyeceğini belirtir. Joni Eareckson Tada’nın “Sevdiğim Tanrı” kitabını önce annesi sonra da kendisi okur. Tada ile kader birliktelikleri vardır yazarın. Joni, 17 yaşında atletik bir yüzücüyken bir dalış esnasında boynunu kırarak felç olur, yaşadığı zorlukları kitabında anlatır. Nick gibi binlerce engelli ve yakınının sorduğu sorunun cevabının bir bölümünü Tada’nın kitabında bulur. “Atılan bir kurşun dahi hedefine kilitlenmiş giderken, bunun benim başıma gelmesi, bana yaratıcının hakkımda bir planı olduğunu gösteriyor.” Buna inanması ve bu yaklaşım çerçevesinde yaşantısını sürdürmesi hem günlük hayatını daha kolaylaştırır, hem de hayatta daha da mutlu olmasını sağlar.

Türk toplumunun önemli zaaflarından biri de bu alışkanlıklardır.  Ebeveynlerin çocuklarını aşırı koruma güdüsüyle yetiştirmesi ve bunun sonucunda gençlerin, tembel, hantal, mesleksiz yığınlar haline gelmesine neden oluyor. Normal şartlarda dahi çocuğuna aşırı merhamet gösteren büyüklerimiz, özellikle engelli çocukların bakımında, yetiştirilmesinde daha fazla koruyucu davranıyor. Böyle olunca engellilerin önemli bir bölümü hem bir ömür birilerine bağımlı yaşıyor, hem de hayatı kendine zindan ediyor. Nick’in cesareti dikkat çekmektedir. Ailesinin korucuyu yaklaşımına başta kendisi karşı çıkmaktadır. Günlük ihtiyaçlarını kendi karşılaması noktasında bazı pratik davranışları kolaylıkla yapar.[3]

Müellifin, kendisine olan özgüveni gözlerden kaçmamaktadır. Yazarın yaklaşımı yer yer vaaz veren din adamı, nasihat eden öğretmen gibi görülebilir. Hayatımızı mutlu kılma noktasında Nick’in önerdiği şeylerin hemen hepsini bilsek de, Nasreddin Hocanın hikâyesindeki gibi eşekten düşen benim halimi anlar misali, engelli birisinin ağzından çıkan bu öneri ve nasihatler daha tesirli olsa gerektir. Eseri okuyan birisinin, Nick’in yazarlık yönünü cılız bulması muhtemeldir. Ancak görselliğin ön planda olduğu bu çağda Nick’in sosyal yönünün gelişmiş olması dikkat çekicidir. Kolları ve bacakları olmayan insanlarla empati kurmak için dahi bu tarz kitapların okunması gerekmektedir.

[1] Nıck Vujıcıc, “Limitsiz Yaşamı” 224 sayfa, 2012, İstanbul, Mihenk Kitap 
[2] Bu konuda paylaşacağım iki anekdotun yerinde olduğunu düşünüyorum. Bir yakınımdan dinlemiştim. Televizyonda haberlerde izlemiş. Sanatçı Kemal Sunal’ın vefat haberini duyan annesi ağlarken şöyle demiş: “Allahım bula bula benim oğlumu mu buldun? Niye benim oğlum?” Bir arkadaşımın annesi kanser olduğu için onkoloji hastanesinde uzun süre tedavi olmuştu. Annesinin durumu dolayısıyla hastane ve doktorlara hemhal olan arkadaş, bazı hasta yakınları sık sık doktorlara şu soruları yöneltiyormuş: “Hastamız niye bu hastalığa tutuldu?, Biz de bu hastalığın emarelerinden hiçbirisi yoktu. Bu hastalık bize nasıl bulaşmıştır? Neden biz? vs..” doktorun verdiği cevap da ibretlik: “Bu sorunun cevabı tıbbın dışındadır”
[3] Nick’in kendi adına kurduğu
 http://nickvujicic.com, /http://www.lifewithoutlimbs.org/ sitelerde bol miktarda görsel malzeme mevcuttur.

5 Şubat 2013 Salı



KAZIM TAŞKENT’İN “YAŞADIĞIM GÜNLER”İ  
                                                                                                                

       97 yıllık ömrüne –çoğu akranından farklı olarak- dolu dolu birkaç ömür sığdırabilen, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nı iliklerine kadar yaşayan, genç cumhuriyetin önemli bürokratlarından, sigortacılık ve özel bankacılığın Türkiye’de yerleşmesinde gözden kaçmayacak atılımlar yapan Kazım Taşkent “Yaşadığım Günler”[1] isimli kitabı yazarak bu dünyayı terk eylemişti. Bahse konu olan kitabı ve Kazım Taşkent’i hatırlamak düşüncesiyle bu yazı kaleme alınmıştır.  

TANIMAYANLAR İÇİN KAZIM TAŞKENT

     1894’te Preveze’de bir memur çocuğu olarak dünyaya gelen Taşkent, Üsküp’te idadi (lise) eğitimini tamamladıktan sonra, Mühendis Mektebi’nde okumak için İstanbul’a gelir. -Binlerce eğitimini tamamlayamayan devrin ortaöğretim ve yükseköğretim öğrencileri gibi- Kazım Taşkent de kendisini çağın en büyük felaketi olan I. Dünya Savaşı’nın ortasında bulur. Yedek subay olarak amcası Esat Paşa’nın görev alanı Çanakkale Cephesi’nde, daha sonra da İstanbul ve Batum’da görev yapar.

  Savaşın hemen sonrasında yarım kalan yükseköğrenimini tamamlamak üzere dönemin hükümeti tarafından bursla ödüllendirilir. Almanya’da Braunschweıg ve Hannover’de Technische Hochschule’yu bitirdikten sonra kimya mühendisi olarak Türkiye’ye döner.

       İktisat Bakanlığı’nda bürokrasi hayatı başlar. İstanbul Sanayi Bölge Müdürlüğü’nde çalışır. Zonguldak Kömür Madenleri Genel Müdür Yardımcılığı’nı üstlendikten sonra şeker sanayiinde çok önemli görevlerde bulunur.
  
      Cumhuriyet döneminde Alpullu, Eskişehir, Turhal Şeker Fabrikalarının kuruluşunda görev alır. Bu fabrikaların müdürlüğünü yaptıktan sonra Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş Genel Müdürü olarak da uzun süre hizmet eder.[2] Devrin devlet adamlarının takdirini kazanan Taşkent, şeker sanayiindeki hizmetlerinden sonra, Doğan Sigorta Şirketi ve Yapı Kredi Bankası’nın başında 70’li yılların ilk dönemine kadar çalışır.

       Kazım Taşkent’i 1950-1952 yılları arasında TBMM’de CHP Manisa Milletvekili olarak görürüz. Özel sektörde üst düzey bürokrat olarak uzun yıllar çalışır. Bankacılık ve kamudaki bürokratlığın dışında ülkemizin kültür ve sanatına muhtelif katkılar sağlar. 1938’de çığ altında kalan çocuğu Doğan’ın hatırasını yaşatmak için Doğan Kardeş çocuk dergisi ve yayınlarını kurar.

      Kazım Taşkent, 48 yıllık çalışma hayatından sonra emekliye ayrılır. 1991’de İstanbul’da vefat eder. Yazar, yoğun çalışma hayatına rağmen bazı önemli notlar almaktan, günlük tutmaktan geri kalmaz. 30’lu yılların sonundan 30 Ağustos 1978’e kadar bunları biriktirir. Sonra bu çalışmalar kitap halinde yayımlanır.

        Bahse konu olan çalışma yazarın tuttuğu günlük ve notlardan oluşmaktadır. Günlükler daha ziyade düşünce yoğunluklu olup; notlar da aforizma ağırlıklıdır. Günlüklerde genelde tarih belirtilmiştir.

    Kitaptan anlaşıldığı üzere Taşkent, “eğitim”, “insan”, “doğa”, “doğu”, “batı”, “medeniyet”, “din”, “Atatürk”, “uygarlık”, “aydın”, “halk”, “cumhuriyet”, “ahlak”, “hürriyet”, “şahsiyet”, “politika(cı)” gibi kavramlar üzerine çok ciddi kafa yormuştur. Bu emeğin ürünü olarak yerinde tespit ve değerlendirmeler dikkat çekmektedir. Kendisine ait vecizelerin sayısı ancak yüzlerle ifade edilebilir.  
       
   Bazı kavramlar hakkında söylenen aforizma ve vecizelerin birbiriyle örtüşmesi, benzemesi ve aynı olması dikkat çekmektedir. Hâlbuki vecizelerin sahipleri birbirinden çok farklı çağlarda yaşayan yazar ve düşünürler olabiliyor. Burada birbirlerinin vecize ve atasözlerini taklit etme ve intihal hali gibi bir durum akla gelebilir, şüphesiz böyle olanlar da vardır. Ama şu da bir vakıadır ki; birbirlerinden habersizce aynı olayı, aynı olguyu, aynı sancıyı, aynı şeyi düşünenlerin aynı sözü doğal olarak söylemesi de muhtemeldir. Örneğin, aynı coğrafyada yaşamayan iki milletin atasözlerinde dahi tıpa tıp benzeyen atasözleri olabiliyor. Burada sözün vermek istediği ana fikirden daha ziyade, söyleniş şekli önem kazanıyor. Daha doğru bir ifadeyle sözün sanatsal bir şekle bürünmesi, estetik bir tarzda sunulması söze orijinallik katabiliyor.

      “Yaşadığım Günler”de yer alan yazara ait aforizma ve vecizeleri okuyanlar daha değişik kitap ve kaynaklarda da benzer sözlerle karşılaşabilir. Batılılaşma hikâyemiz başladığından beri batı zihniyetinin içeriğinden daha ziyade batının vitrini, dış görünüşünü örnek almışız, yanlış olan batılılaşma yolculuğumuz bizi hedefe ulaştırmıyor şeklinde ifadeleri çok duymuşuz. Kazım Taşkent’in bu konudaki tespiti akılda kalacak bir ifade tarzındadır:
“Bana öyle geliyor ki, biz dünya medeniyetini kendimize eş olarak değil de metres olarak tutmak istiyoruz. Onunla ilişkilerimizden doğacak çocukları benimsemedikçe sorumluluk artmayacak ve bizim batı uygarlığına erişme hevesimiz böyle boşlukta kalacak.”

TAŞKENT’İN GÖZÜYLE “ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLÜK”[3]

      Osmanlı’nın son dönemine tekabül eden ardı sıra yaşanılan savaşların tanığı olup da imparatorluğun sönmekte olan küllerinin üzerinde yepyeni ülke ve devlet inşa edenleri görenlerin önemli bir kesimi gibi Taşkent de Atatürk’e hayrandır. Aynı zamanda erken cumhuriyet dönemiyle birlikte iş ve bürokrasi hayatına atılan Kazım Taşkent, Atatürk’ü değişmez bir patron, kendisini de onun emrinde bir işçi olarak görür. Kazım Taşkent, özellikle şeker fabrikaları genel müdürlüğü yıllarında yaptığı hizmetlerinin karşılığı olarak Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Celal Bayar’ın takdir ve tebriklerini kazanır.

      Yazar, Atatürk’ün fikirlerinin gerek yaşadığı dönemde gerekse kendisinden sonraki devirde iyi anlaşılamadığını, onun düşüncelerini anlamaya yönelik gerekli çabanın gösterilmediğini belirtir. Atatürkçülük ve çağdaşlık adı altında gördüğü yanlışlıkların, çarpıklıkların üzerine gider. Eski devrin yobazı ile yeni dönemin yobazını karşılaştırır: “Eski yobaz başına sarık sarar, lata giyer, Kur’an-ı ezberlerdi. Bugünün yobazı kafasına silindir şapka geçiriyor, frak giyiyor ve Batı’nın kitaplarını ezberlemeyi marifet sayıyor.” Atatürk’ün tasavvur ettiği kalkınma hamlesini özellikle okumuşların anlamadığı için bu kalkınma hamlesinin yarıda kaldığını söyler.

      Atatürk’ün siyasi mirasçılarına şu uyarıyı yapar. 12 Mart 1971 muhtırasının verildiği gün günlüğüne kaydettiği satırlar ilginçtir: “Memleketi sırat köprüsünden geçirme işi yine orduya düştü. Sivil aydına Atatürk’ün manevi mirasından hiç mi bir şey düşmedi ki, toplumu yönetim işi sık sık askerlere veriliyor? Askerin işi bu değil…”

     Yazarın en çok eleştirdiği, rahatsız olduğu kesim kuşkusuz siyasiler ve aydınlardır. Kendisi de bir dönem milletvekilliği yapmıştır. Türk siyasetinin kumaşının kendisine yakışmadığını düşünerek aktif siyasetten geri durur. Günübirlik politika ateşinden kendisini uzaklara atmayı başarır. Liyakatsiz insanların önemli bir kesiminin üst basamaklara çıkmak için en müsait araç olarak politikayı gördüğünü belirtir. Her iktidarın yakınında ve yanında bulunanların mal bulmuş mağribi gibi ganimet paylaşımı içerisine girdiklerini beyan eder. Taşkent, en sivri eleştiri oklarını Türk aydınına atar. İşte atılan oklardan bir örnek: “Doğulu aydının az işleyen yeri kafasıdır, çok işleyen yanı dili ve kalemidir; durmadan işleyen tarafı da, duyguları ve istekleridir.”

     Ülkemiz siyasetinde Türk solunun aktörlerinin ezici çoğunluğunun onlarca yıldır tuzu kuru, elit insanlardan oluştuğuna ve bu insanların halka doğru yönelmediğine, din ile arasında en iyimser bir ifadeyle soğukluk ve resmiyet olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Taşkent, yazılanlardan anlaşıldığına göre sol düşünce yapısına sahiptir. Ancak değinilen sol bakış açısından çok farklı bir duruşu vardır. Böylesi yaklaşımı da sürekli eleştirir. Çok iyi eğitim almış, yurt dışı tecrübesi olan küçümsenemeyecek sayıda kalifiye insanımız olmasına rağmen bunların memleketini ve insanını tanımadıklarını söyler.(s.37)[4] Yazar diplomasız, güngörmüş insanlardan duyduğu arifçe sözleri kayıt altına alır. Amcası Esat Paşa’nın seyisinden 10 yaşında duyduğu “Tükürük ağızdan çıktıktan sonra pis olur” sözünü hiç unutmaz. Halkın aklından, bilgisinden daha ziyade tecrübe ve sezgisine önem verir.

   Menderes’in milyonlarca insan -özelikle de taşra ve köylüler- tarafından efsane hale getirilişini anlamlandırırken 57 seçimleri sonrasında bir köylüden dinlediği tespite hak verir: “Eskiden çarığım yırtıktı, çorabım yoktu, elbisem partaldı, hayvanımın kemikleri çıkmıştı, arabam kırıktı, pulluğum yoktu, şimdi o günlere bakarak çok iyi görünüyorum. Ama hiçbiri benim sayılmaz beyim, hepsi Ziraat Bankası’nın”.[5]

      Koca koca rütbeleriyle makamları dolduran insanların irtica ile mücadele namına yaptığı yanlışlıklar kolay kolay unutulmayacak mahiyette olup muhtemelen uzun süre hafızalardan silinmeyecektir. Yobaz ile samimi Müslümanın ayrımı noktasında aslında çok basirete gerek yoktur. Yazar bu konuya yaklaşırken samimi, ihlaslı insanları rencide etmez. Özgürlüğün tanımı ve sınırlarını çizdiği şu tespite kim katılmaz ki: ”Özgürlük, kendinden utanmanın, insandan utanmanın, topluluktan çekinmenin, Allahtan korkmanın ortamında uygarlıktır. Bunların olmadığı yerde, özgürlük, en korkunç insanlık hastalığı anlamı kazanabilir.” Kitabı okurken sık sık insanın aklına şu düşünce gelmiyor değil. “Keşke Türk soluna Taşkent’in düşünceleri mayasını verseydi. Kim bilir Türk siyaseti belki bu kadar kutuplaşmayabilirdi”

      Genelde Doğu ve Müslüman âlemini, özelde Osmanlı ve Türk insanını anlamaya yönelik Batılı seyyah, misyoner, politikacı, diplomat, gazeteci, aktivistin eserlerinde karşılaştığımız sağlıklı, nitelikli tespitlere Kazım Taşkent’in kitabında da karşılaşmaktayız. Bunlardan birkaçını numunelik olarak şöyle sıralayabiliriz:

·         Doğulunun bir konuda üstünlüğü kabul edilebilirse, o artık her konuda kendini üstün görmeye başlar.

·         Doğulu eleştirirken düşüncenin, yönetirken duyguların adamıdır.  Muhalif iken en parlak fikirlerin savunucusu, iktidara geçince de kişisel isteklerinin takipçisi kesilir.

·         Batıda fedakârlığın en güzel örneklerini sorumluluk taşıyanlar verirler. Doğu’da ise fedakârlık sade vatandaştan, yoksun halktan beklenir.

·         Okumamış Doğulu gözüyle görür, kafasıyla düşünür ve yüreği ile inanır. Doğulunun okumuşu ise, kafasıyla görür, gözüyle düşünür ve midesiyle inanır.

·         Benim memleketimde Doğuyu sevmezler, ama saygı gösterirler. Batıyı severler fakat gereken saygıyı göstermezler.

Kitapta özellikle Doğu-Batı insanı ve zihniyeti, bizim insanımızın zaafları ve kötü alışkanlıklarından önemli bir kısmının hâlâ geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Bazı tespitlerin de yazıldığı dönem itibariyle doğru olan, ama bugün şekil ve nitelik değiştirdiğini söyleyebiliriz. 70’li yılların başında bir tespitinde şunu söyler: “Bu ülkenin fakir çocukları ideolojik ve siyasi kavgalarında, zengin çocukları da trafik kavgasında hayatını kaybetmektedir.” Diğer taraftan yazarın tespit ve gözlemlerindeki yargılardaki genellemeler de dikkat çekmektedir. Örneğin; “Doğulu hisseder, Batılı düşünür; Batılı düşünür, Doğulu konuşur; Batılı konuşur, Doğulu ya susar ya bağırır.” gibi bazı genellemeler oldukça fazladır. Söz konusu genellemeler de yer yer oryantalist ruh kendisini gösterir. Bu yargıların keskin olması bu şablonun dışındaki insanlar hakkında acımasız hükümlere davetiye çıkarma anlamı taşıyabilir. Her ne kadar yazarın kitabı yazarken ki amacı “Bizden adam olmaz, biz toplum olarak ağzımızla kuş tutsak dahi bir yerlere gelemeyiz..” gibi yaklaşımlar olmasa da kitabı okuyanların aklına milletimizin toplumsal özgüvenini zedeleyecek fikirler gelebilir. [6]  

DEĞERLENDİRME

     Özellikle Doğu-Batı insanın benzer ve farklılıkları, bizim insanımızın zaafları, güçlü yanları, hakkında gözlem ve tespitleri hem ilginç hem de yerindedir. 20 yüzyılın başında gerek toplumsal olarak yaşadığımız sıkıntılar ve trajediler, gerek kendisinin yaşadığı bireysel sıkıntıların kendisini olgunlaştırdığı satır aralarından fark edilmektedir. Aynı zamanda kendisini yenileme, geliştirme, birbirinden farklı meslek grubundaki insanlar ile teşriki mesaide bulunması, öbür yandan yurt dışında öğrenim görmesi, yabancı birçok dostunun bulunması, Doğu-Batı insanı ve zihniyeti üzerine çok kafa yorması gibi etkenler üst üste binince çok sağlıklı tespit ve gözlemlerden oluşan kitap oluşmuştur.

    Yazarın günlüğünün 1 Nisan 1973 tarihli sayfasına yazdığı satırlar, hem kendisinin özgeçmişi ve hem de kitabın bir hülasası sayılabilecek niteliktedir. Beri yandan da anlatılan sadece kendi hikâyesi olmasa gerekir. Osmanlı Devleti’nin son çırpınışlarını, yıkılan imparatorluğun küllerinden bir devlet çıkartan nesillerin acı, yokluk ve başarıları şeklinde de okuyabiliriz:

     “Doğuşumdan Meşrutiyet’e kadar geçen on altı yıllık hayatımda, kıskanılacak, özlenecek ya da acınacak bir yanım olmadı. Ufak bir memur çocuğu idim. Sonra eğitimimi bitirdim. Meşrutiyet’in fırtınaları, Balkan Harbi faciaları içinde yükseköğrenimime başladım. Birinci Dünya Savaşı’nda ölüm kol geziyordu, canlı kaldım. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra memleketime ve bana dünya cennetinin kapıları açıldı. Atatürk’ün ölümüne kadar hepimiz yollardaydık, bir şeyler yapıyorduk. Sonra bir sis ve İkinci Dünya Savaşı’nın karanlıkları, korkulu geceler, açlık korkusu… İkinci Dünya Savaşı da bitti. Arkasından dertler, dertler ve şimdi Atatürk’ün ilk gösterdiği amaca varmak için yol arıyoruz.” (s. 25)

     Son olarak her ne kadar kitabın türü hatıra kategorisinde belirtilmiş olsa da hatıradan çok daha fazlasını ifade ettiği söylenebilir. İlgili kişilerin okuduğunda emsallerinden daha fazla istifade edeceği, çok ciddi bir eser olarak değerlendirilebilir.  

  Not 1: Kitaptaki aforizmalardan hoşuma giden, orijinallik belirtisi olanları arşivime kaydettim. Yaklaşık 35 sayfa tutarındaki bu vecizeleri okumak isteyenlerle paylaşmak isterim. Talep edenler e-posta adresime  ikizkuyu@yahoo.com bir mesajla ulaşırlarsa söz konusu kitabın beyni sayılan bölümleri gönderebilirim.
    Not 2: Bu yazı Türk Yurdu dergisinin şubat 2013 tarihli, 306. sayısında yayımlanmıştır.

 [*] Eğitimci, E-posta: ikizkuyu@yahoo.com
[1] Kazım Taşkent, “Yaşadığım Günler”, 302 sayfa, 3.Baskı, 2008, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları
[2] Şeker Fabrikaları eski Genel Müdürlerinden -gazeteci Nuriye Akman ile Yazar Ali Ural’ın babası- Kemal Ural’ın kitabı da bu kitap türünde olup tadı damağımda kalan güzel bir eser olarak zikredebilirim. (Kemal Ural, Küçük Şey Yoktur, Şule Yayınları)
[3] Kitapta Mustafa Kemal Atatürk’ün 1931 Ocak ayının son haftasındaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin İzmir il kongresindeki yaptığı konuşmadan bir bölüm bulunmaktadır. Parti kongrelerinde buz gibi hakikat ifade eden bu tarz konuşmalar ile ülkemizde pek karşılaşılmaz. Dolayısıyla Atatürk’ün konuşmasından bir sayfalık bölümü buraya alıntılamak istiyorum.   
“Noksanlarımız, mesela, yarım yüzyıllık bir ihmalin sonucu olsaydı belki bu kadar düşünmezdik; fakat biliyorsunuz ki bunlar yüzyılların biriktirdiği noksanlıklardır, bu noksanları neslimiz, hatta bizden sonraki gelecek kuşaklar uzun yıllar ve çok çalışarak ancak tamamlayabileceklerdir. Başka türlü düşünmek hayalcilik olur. Biz memleketi birkaç yılda cennete çevirmek hülyasına kapılmış değiliz. Yapacağımız şeyler hakkında kamuoyu aldatıcı vaatlerde bulunmamayı ilke olarak benimsemişizdir. Memleketi imar edeceğiz dediğimiz zaman, bilinmelidir ki, yapabileceğimiz her şeyi yapacağız. Ama memleketi imar yolunda çalışırken, vatandaşları en hafif yükümlülükler altında bırakacak da değiliz. Bunun tam karşıtı olarak, bütün vatandaşlar, gerektiğinde ağır yükümlülüklere ve her türlü fedakârlığa katlanmak zorunda kalacaklardır. Çünkü yapılması gereken şeyleri şu ya da bu kişiler değil, hep beraber yapacağız. Benim anlayışıma göre: Vatandaşların şunu isterim, bunu isterim demeleri; şunu, bunu yapmaya mecburum anlamına da gelir. Toplum, maddi ve manevi ve mali olanaklarını bu uğurda kullanmadıkça, amacımıza varamayız.
            Arkadaşlardan tekrar tekrar rica edeceğim. Kamuoyuna daima gerçeği söylemek görevimiz olsun. Sözlerimiz, herkesin hoşuna gidecek sözler değil, milleti yükseltecek gerçekler olmalıdır. Türk kamuoyunu, gerçekleri içine sindirecek ve onlara doğal olarak sahip çıkacak bir olgunluğa eriştirmeliyiz. Toplum, şuradan buradan gelecek günlük fikirlere, yalancı ve aldatıcı telkinlere kapılmamayı huy haline getirmelidir. Önce başarmamız gereken, bütün atılımların üstünde tutulması gereken çaba bu olmalıdır.
            Arkadaşlar, amacımız gün kazanmak değildir; bütün hayatımızı gerçek hedeflere yöneltecek, millete, günün birinde, eliyle tutabileceği maddi eserler verebilmektir. Şimdiye kadar, zaman, tarih, olaylar, izlediğimiz bu yolda bizi aldatmamıştır. Bu yol üzerinde, her gün daha çok aydınlanarak hedefe doğru yürüyeceğiz. Bizimle birlikte beraber yürümek istemeyenlere bir şey diyemeyeceğiz. Onlar da istedikleri gibi hareket ederler. Bize karşı çıkmaları bizi asla üzmez, belki uyarır, bizi daha dikkatli yapar. Yalnız, bizi geriye götürecek olanların seçecekleri yöne asla katlanamayız. Bunu kanunlara dayalı olarak yapıyorlarsa, o kanunları değiştiririz. Gerekirse ve başka çaremiz kalmazsa, bu yolda her şeyin üstüne çıkarak, amacımıza doğru ilerlemekte asla duraksamayız.” (s.262)
[4] Birkaç yıl yurtdışında -özellikle de ABD ve Avrupa ülkelerinde- bulunan kadim bir dostum, buradaki gözlemlerini anlatırken Türkler hakkında Kazım Taşkent ile aynı paralelde tespitte bulunmuştu. “Uzun zamandır dışarıda yaşayan sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitim durumu düşük olan vatandaşlarımız Türk televizyon kanallarının dışındakileri izlemiyor. Bunun karşısındaki durumlara sahip olan aydınlarımız da bulunduğu ülkenin veya yabancı kanalların dışında bir Türk televizyon kanalı izlemiyor.”
[5] O dönemin muhalefet liderlerinden Osman Bölükbaşı da Demokrat Parti dönemine ilişkin eleştirisini bir cümlede özetleyerek şu şekilde belirtir: ‘Köye çeşme getirdiler amma adalet, müsavat ve hürriyet çeşmelerini kuruttular”  Fatih Artvinli, Seraba Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı, 111 sayfa, 1.baskı, 2007, İstanbul, Kitap Yayınevi, www.kitapyayinevi.com
 [6] Tolstoy Diriliş romanında genellemelerin bizleri yanlışlara götüreceğini unutulmayacak bir benzetme ile anlatır: “Çok yaygın bir yanlış inanış vardır.  Her insanın belirli bir özellikleri olduğu söylenir. Sözgelimi, biri için iyidir, kötü huyludur, aptaldır, çalışkandır, tembeldir, vb. denir. Oysa hiç de böyle değildir. Bir insanın çoğunlukla iyi, çoğunlukla akıllı, çoğunlukla çalışkan olduğunu, ya da bunun tersini söyleyebiliriz. Ama bir insan için iyidir ya da akıllıdır, bir başkası için de kötüdür ya da aptaldır dersek yanlış olur. Gelgelelim hep böyle ayırırız insanları. Çok yanlış bir davranıştır bu. İnsanlar nehirlere benzerler: Hepsinden aynı su akar, ama her nehir kâh daralır, hızlı akar, kâh genişler durgun akar, kâh tertemizdir, kâh bulanık, kâh soğuk, kâh ılık. İnsanlar da öyledirler. Her insanda kişioğlunun genel özelliklerinin özü vardır. Bazen bunlar, bazen ötekiler çıkar üste. İyi ya da kötü olur. Bazı insanlarda bu değişiklik pek belirgindir, kesindir. Nehlüdof.” (Lev Tolstoy, Diriliş, Çev: Ergin Altay, s.208, 5. Baskı, 2009, İstanbul, İletişim Yayınları)




11 Ocak 2013 Cuma


BİR TATAR AYDINININ KALEMİNDEN BALKAN FELÂKETİMİZİN SOSYAL RÖNTGENİ:“İSTANBUL MEKTUPLARI”


                                                    
    Balkan Savaşlarının üzerinden tamı tamamına 100 yıl geçti. Yüzüncü yıl dolayısıyla Türk tarihinin büyük bozgunlarından olan Balkan Savaşlarını daha iyi anlamaya, anlamlandırmaya yönelik ülkemizde birçok kurum, kuruluş çalışma yapıyor. Muhtelif toplantı ve konferans salonlarında etkinlikler düzenliyor. “Balkan Savaşları” bu yıl birçok derginin gündemine girdi. Konuyla ilgilenen başta akademisyen ve yazarlar olmak üzere, araştırmacılar çeşitli konferans ve sempozyumlarda bu savaşları enine-boyuna masaya yatırıyor. Hatırı sayılır sayıda araştırmacı-yazar, akademisyen bu dönemle ilgili çalışmalarını kitap olarak kamuoyuna sunuyor. Bizler de Töre Dergisi okurları için bu dönemle ilgili parlak bir beyin ve sağlam bir vicdanın mahsulü gözlem ve değerlendirmelerden oluşan bir kitabı bu bölümde tanıtacağız.[1]


  Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli çalışmasına geçmeden önce yazarın özgeçmişi hakkında şunları söyleyebiliriz. Modern Tatar edebiyatının kurucularından olan Fatih Kerimî, yaşamı boyunca öğretmen, yazar, gazeteci, siyasetçi olarak karşımıza çıkar. Yükseköğrenim için İstanbul’a gelen bir dönem İstanbul’da yaşayan, Kerimî, 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün infaz edilir. Birçok kitabı olan Kerimî’nin “İstanbul Mektupları”, “Avrupa Seyahatnamesi”[2] ve “Kırım’a Seyahat” eserleri günümüz Türkçesine çevrilmiştir.

   Balkan Savaşları başlayınca Rusya’daki Tatarların çıkarmış olduğu –kendisinin de uzun yıllar başyazar olarak yazdığı- Vakit Gazetesi savaş muhabiri olarak Fatih Kerimî’yi İstanbul’a gönderir. Yazar, daha önce İstanbul’da okuduğu, İstanbul’u yakından tanıdığı, Türkçe ve Fransızcası çok iyi olduğu için bu göreve seçilmiştir. Memleketi Orenburg’dan çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. Burada yaklaşık 4 ay kalır. Orenburg’dan ayrıldığı 1 Kasım 1912’den, İstanbul’dan görevi bitip memleketine döndüğü gün 9 Mart 1913’e kadar gazeteye 70 yazı (mektup)  gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit,  “İstanbul Teessüratı I, II, III” başlıklı üç yazısı da yine Orenburg’da çıkan Şura gazetesinde yayınlanır. 1913’de Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” isimli kitap halinde Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır. 


  Rusya’da 1913’te basılan eser Türk okuyucusunun karşısına 88 yıl sonra 2001’de çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları” isimli takdim yazısı, Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz, Kerimî’nin Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikâte Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.

Balkan Savaşları’nda birbirinden ilginç olaylar yaşanmıştır. Büyük derslerin çıkarılmak zorunda olduğu bu dönem, çok geniş bir laboratuar olarak değerlendirilmelidir. Kerimî, Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğunu, subaylar arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğu gibi sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu güvenilir kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır.

   Yazar, Türk ordusunun başta Edirne Kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa’nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın maiyetindeki asker, subayla göstermiş oldukları mukavemeti, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak’alar olarak görür. Kırkkilise (Kırklareli) Muharebesi’nde subayların yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler.(s.68) Bu şehirlerden Edirne dışındakileri düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı sefir tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu belirtir.

   Müellif, elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik’i teslim eden Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimî’ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet gösterilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlıların bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının yeterli olduğunu, hatta sadece ekmek değil et ve pilavın dahi bulunduğunu anlatır. (s. 68/9)
       
   Yazar, şehir hayatının iktisadi boyutunda Türklerin istenilen düzeyde yer almadığını; bunun sonucunda da doğal olarak Türklerin söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini desteklemediğinden, azınlıkların ise buna karşın birbirlerini kolladığından bahseder. Avrupa devletlerinin ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti’ne borç para vermekten çekinmesi, savaşın pahalıya mal olması, kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve muhacirlerin istihdam sıkıntısı, memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün bir araya gelmesinin sonucu olarak hükümetin savaşı göze alamaması gibi bir durum oluştuğunu anlatır.

     Kitabın cezbedici yanlarından birisi de birbirinden farklı cenahlarda olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, ulema, paşa, bürokrat, nazır, sadrazam, müderris, mebus, diplomat ve doktor gibi aydın ve mütefekkirlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir.

   Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından çekilir. Bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir üzüntünün olmaması, herhangi bir tepkiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır.(s.37)
                       
    Yazar, Türk halkının Avrupa’daki manasıyla basın-yayınının olmadığını, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap gazeteleri bile kendi ideallerine, kendi menfaatlerine hizmet ederken Türk gazetelerinin herhangi bir idealinin olmadığını, gazetelerinin daha fazla satması ve kapanmaması için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarını bahseder. Türk gazetelerinde Anadolu vilayetlerinin ahvali hakkında haber bulmanın çok zor olduğunu gazetelerinde Türk siyaseti, Türk ideali, Türk fikri, Türk ahvali hakkında çok az haberin olduğunu yahut hiç yer almadığını özellikle belirtir. Buna karşın Avrupa siyasetinden, en ehemmiyetsiz haberlerin çarşaf çarşaf yer bulabileceğini, Bursa’nın köylerinde kışın soğuklarında halkın yakmak için evlerine odun getiremediğini, ormana gidip, ağaçları yakarak ısındıklarını, kışın kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin şehirleri arasında otuz gün posta işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün olamayacağını söyler. Bu haberi başka bir şekilde duyulabileceğini ama gazeteler kanalıyla duyulamayacağını söyler.  Hükümette kim bulunuyorsa Türk gazetelerinde onların fikirlerinin tervic edildiğini belirtir.
       
  Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin mağlup olmasının en önemli sebeplerinden birinin orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde siyasi fırkacılığın had safhada olması konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hem fikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmalarını, bölünmesini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilendiğini şu cümlelerle ifade eder: “Bugün İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca sabık nazır, sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar.”(s.200)

Fatih Kerimî, kitabın birkaç yerinde sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt ve orta sınıf halkta savaşmaktan yana ve galip geleceklerine dair inancın daha fazla olduğunu belirtir.(s.176) Zengin sınıfın pek fedakârlık yapmadığını fakir, garibanların ise gösterdiği unutulmaz gayretleri şöyle anlatır.”İstanbul’un zenginleri, paşaları yardım verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son kuruşlarını verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar.”(s.209)Askerlerin içinde dahi birçok kişinin “Bir an önce barış gerçekleşsin de memleketime döneyim.” dediğini; esnafın bir kısmının, savaş yüzünden ticaretinin durduğunu, işlerinin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın Türkiye için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların Hristiyanları kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce Darülfünun (üniversite) gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü belirtir.

Bu çerçevede yaşlı anamın yıllar önce anlattığı bir hikâye aklıma geldi. Köyde evin birine bir falcı uğrar. Tabii ailenin durumu gayet iyi olup, işlerini tutmaya yarayan azapları[3] bile vardır. Falcı kehanetlerini anlatmaya başlar. En çarpıcısını çekinmeden söyler: “Bu evden iki cenaze çıkacaktır.” Bu sözün üzerine herkes azaba bakınca azap dayanamayıp cevabı yapıştırır “Yahu biri ben olmaya benim de peki ya diğeri…” Aslında dün olduğu gibi bugünde ülkenin can, namus ve güvenlik sigortasını acı, gözyaşı, ter ve kan ile bağlayanların kahir ekseriyeti neden azap, sessiz, rütbesiz, statüsüz Türklerden oluşur? ’sorusu geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Bugün bu soruyu tuzu kuru, sol hümanist yazarlar[4] bile sormaya, sorgulamaya başladıysa ülkenin yaşaması için gerekli kanı sebil edenlerin, ülkesini, dününü, dinini, değerini karşılıksız sevenlerin tamamının sorması gerektiği söylenebilir.

  Kerimî’nin gönderdiği mektuplarda “dost acı söyler mukabilindeki tespit ve gözlemlere” memleketindeki Osmanlı’ya sempatiyle bakan insanlar ilk başta inanmazlar. Hayal kırıklığına uğrayanlar az değildir. Yazara tepki gösteren önemli bir okur kitlesi vardır. Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü ba’delmevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Savaş sonrası olacaklar hakkında bazı öngörülerde bulunur. Bahse konu olan öngörülerin önemli bir kesiminin gerçekleştiğini daha sonra gelişen olaylar bize göstermektedir. Yazarın basiretinin güçlülüğü kitabın ciddi bir eser olmasına kuşkusuz katkı sağlamaktadır.

  Yazar, İstanbul’da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh halini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etme fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili  –kendisini çok rahatsız eden- soru(n)lara cevaplar almak için çırpınır. Yabancı uyruklu,  Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır.

“İstanbul Mektupları”, bir savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de İmparatorluğun en güzel topraklarının elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan askerlerinin top seslerinin İzmir’den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde, milletimizin gerek cephede gerekse de cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık, ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik olayı bizlerin gözü önüne serer.

    Bu yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Fatih Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımız üzerine-soğukkanlı biçimde, korkmadan, giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır..

Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayabileceğimiz - şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170)

    Fatih Kerimî, toplumsal olarak yaşanılan felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesi gözyaşı ve alınteridir.

   Yazar adeta beyni, kalbi ve kalemiyle Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen filmini, canlı fotoğrafını çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli hastalıklarının geçen bir asra rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiği söylenilebilir. Bu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin zaruri olduğuna inananların, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan aydınların bu kitabı okuması salık verilebilir.

“İstanbul Mektupları” kitabını daha önce okuyup bizlerin okuması için öneren bir dostumuzun kitap hakkında sarf ettiği şu cümlelere hak vermemek elde değildir. 500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına inandığım bir eser”

Son olarak merhum Kerimî’yi rahmetle anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri Türkiye’de gün yüzüne çıkaran Prof. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi’nin yöneticilerine teşekkür ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum.
       
     Not: Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli kitabını ilk okuduğumda çok duygulanmış ve etkilenmiştim. Söz konusu kitap hakkında 25 sayfalık bir özet çıkarmıştım. Bu uzun yazı bazı yerel gazetelerde o dönem yayınlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde kitapyurdu.com isimli sitede bazı yayınevlerinin yayımladıkları kitapları incelerken Kelepir Kitaplar başlıklı bölümde “İstanbul Mektupları”nın olması, şaşırmaktan çok içimi acıttı. Bu kadar değerli bir eseri daha fazla kişiye anlatmak ve tanıtmak düşüncesiyle yazmış olduğum yazıyı tekrar gözden geçirip bir dergide yer bulabilecek sayfaya indirgedim. Töre Dergisi’nde yayımlatmayı uygun buldum. İlkyazmış olduğum yazıyı merak edenler http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/2009/05/bir-tatar-aydininin-kaleminden-balkan.html linkinden yazıya ulaşabilir.

Not: Bu yazı Töre Dergisi’nin Ekim-Kasım 2012 tarihli, 9-10. Sayısında yayınlanmıştır.


[*] Eğitimci, E-posta: ikizkuyu@yahoo.com
[1]Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, 367s. , 2001, İstanbul, Çağrı Yayınları, www.cagriyayinlari.com
[2]Türkçeye çevrilmiş diğer iki kitap hakkında da birer yazı kaleme almıştım. Yazılara internet üzerinden şu linklerden ulaşılabilir.
[3]Yıllık ücretli işçi
[4]Can Dündar, 14 Eylül 2006 tarihindeki Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde  “Katilimiz Fakirlik mi?”  isimli makalesinde “Neden (mesela) Teşvikiye Camii'nden, (yine mesela) Yozgat'ın tüm camileri kadar şehit cenazesi kalkmıyor?” diye soruyordu.