3 Şubat 2016 Çarşamba

TAHLİL EDİLEN ESERLER
SIRA NO KİTAP ADI YAZAR ADI BLOGDAKİ YERİ TÜRÜ
1 DOĞU'NUN BAŞBUĞU YILMA DURAK'IN MAMAK MEKTUPLARI FATİH BAYHAN 2016 Şub. Tanıtım 
2 ÜLKÜCÜ HAREKET ÜZERİNE NOTLAR HAYATİ BİCE 2015 Ocak Tanıtım
3 GAMALI HAÇ İLE KIZIL YILDIZ ARASINDA BİR YAZAR: CENGİZ DAĞCI ABDULVAHAP KARA 2014 Kasım Tanıtım
4 SÜRGÜNDEKİ PADİŞAH AYDIN  ÇAKMAK 2014 Kasım Mülakat
5 DİYARBAKIR TUTANAĞI ABDULLAH MOLLAOĞLU 2014 Kasım Mülakat
6 KARANFİL OSMAN GAZİ KANDEMİR 2014 OCAK Tanıtım
7 İSTANBUL MEKTUPLARI  FATİH KERİMÎ 2014 Ocak Tahlil
8 LİMİTSİZ YAŞAM NICK VUJICIC 2013 Şubat Tanıtım
9 YAŞADIĞIM GÜNLER KAZIM TAŞKENT 2013 Şub. Tahlil
10 İSTANBUL MEKTUPLARI  FATİH KERİMÎ 2013 Ocak Tahlil
11 TARIK BUĞRA'DAN NOTLAR TARIK BUĞRA 2012 Ağustos Tanıtım
12 BİR ULTRA MARATONCUNUN HİKAYESİ: CESARET YALNIZDIR BAKİYE DURAN 2012 Temmuz Tahlil
13   BEN RTÜK BAŞKANIYKEN… SEDAT NURİ KAYIŞ 2011 Aralık Tanıtım
14 İNGİLİZ İSTİHBARAT RAPORLARINDA FİŞLENEN TÜRKİYE BÜLENT ÖZDEMİR 2011 Mayıs Tahlil
15 DR. MECİT BARLAS'IN ANILARI EMRE BARLAS 2011 Mayıs Tahlil
16 RUMELİ'NİN ESARET GÜNLERİ BOGDAN FİLOV 2011 Mayıs Tahlil
17 FOTOĞRAFLARLA 20. YÜZYILIN SOSYAL TARİHİ: 1940'LAR NİCK YAPP 2011 Nisan Tahlil
18 ASİ'DEN GAZİ'YE KARİKATÜRLERDE ATATÜRK İSMAİL ŞEN 2011 Nisan Tahlil
19 BİR ÖMÜR KAMRAN İNAN 2011 Mart Tanıtım
20 FOTOĞRAFLARLA 20. YÜZYILIN SOSYAL TARİHİ NİCK YAPP 2011 Mart Tahlil
21 GAZİ M.KEMAL PAŞA’NIN HAYATI: ANADOLU’DA TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ EMİN MUHAMMED SAİD, KERİM HALİL SABİT 2011 Mart Tahlil
22 SULTAN II. ABDÜLHAMİD ARŞİVİ: İSTANBUL FOTOĞRAFLARI IRCICA VE İSTANBUL B.B. K. AŞ -KOMİSYON 2011 Şubat Tahlil
23 SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN ARŞİVİNDEN DÜNYA HAKAN YILMAZ 2011 Şubat Tahlil
24 KIRIM'A SEYAHAT FATİH KERİMÎ 2011 Şub. Tahlil
25 KİBRİT KUTUSUNDAKİ SARIKAMIŞ-SİBİRYA GÜNLÜKLERİ MEHMET FUAD TOKAD 2011 Şubat Tahlil
26 AVRUPA KARİKATÜRLERİNDE II. ABDÜLHAMİD VE OSMANLI İMAJI NECMETTİN ALKAN 2011 Şubat Tahlil
27 YAVUZ ARGIT ARMAĞANI MUSTAFA BİROL ÜLKER 2011 Ocak Tanıtım
28 BU DEFA NİÇİN HARP EDECEĞİMİ BİLİYORUM İBRAHİM SORGUÇ 2010 Aralık Tanıtım
29 BİR SEMAVERLİK MUHABBET: BİRAZ DA SİZ BENİ DİNLEYİN HÂTIRALAR  YAHYA AKENGİN 2010 Kasım Tanıtım
30 ERZURUM  FIKRALARI M. ZEKİ KILIÇ-YAŞAR ATNUR 2010 Eylül Tanıtım
31 İNSAN GELECEKTE YAŞAR TURAN GÜVEN 2010 Eylül Tahlil
32 O YILLAR: 12 EYLÜL’DEN ANILAR, MEKTUPLAR VE BELGELER YAŞAR OKUYAN 2010 Eylül Tahlil
33 YANIKKALE-KAPIALTI OĞUZHAN CENGİZ 2010 Eylül-Ekim Tahlil
34 GÖNÜL DAĞINDA BİR GARİP: NEŞET ERTAŞ KİTABI HAŞİM AKMAN 2010 Ağustos  Tanıtım
35 HALEP’TE ADIM ADIM OSMANLI’NIN İZİNDE H.İBRAHİM YAKAR, AHMET ÖZPAY 2010 Ağustos  Tanıtım
36 TÜRKLER ARASINDA  VERNEY LOVETT CAMERON 2010 Ağustos  Tanıtım
37 İSTANBUL’DAN MEKTUPLAR: 1909–1912 MAURİCE BARİNG 2010 Ağustos  Tanıtım
38 SERABA HARCANMIŞ BİR ÖMÜR: OSMAN BÖLÜKBAŞI FATİH ARTVİNLİ 2010 Ağustos  Tanıtım
39 EMİN BEYİN DEFTERİ: HATIRALAR EMİN SAZAK 2010 Temmuz Tahlil
40 BAĞLANTI KURMAK: ALEXANDER GRAHAM BELL NAOMİ PASACHOFF 2010 TEMMUZ Tanıtım
41 BAŞARIYA YÜRÜYENLER SÜLEYMAN DOĞAN 2010 Haziran Tahlil
42 ELEKTRİK ÇAĞININ MUCİDİ: THOMAS ALVA EDİSON GENE ADAİR 2010 Haziran Tanıtım
43 MUSTAFA KEMAL’İN CAN YOLDAŞI: ALİ ÇAVUŞ ZEYNEL LÜLE 2010 Haziran Tahlil
44 ZAMAN MAKİNESİ: SAAT VE TOPLUM 1300-1700 CARLO M. CİPOLLA 2010 Haziran Tahlil
45 İKİ DARBE ARASINDA İSKENDER PALA 2010 Haziran Tahlil
46 HEP İSMET PAŞA’NIN YANINDA ALİ İHSAN GÖGÜŞ 2010 Mayıs Tahlil
47 KARANLIĞIN RENGİ BEYAZ KERİM-SELİM ALTINOK 2010 Mayıs Tanıtım
48 SIRÇA KÖŞKÜN MASALCISI: KEMALETTİN TUĞCU’NUN YAŞAMÖYKÜSÜ NEMİKA TUĞCU 2010 Mayıs Tanıtım
49 BARAK’TAN AVRASYA’YA: YAŞADIKLARIM, GÖRDÜKLERİM, ÖĞRENDİKLERİM BEKİR OKAN 2010 Mayıs Tahlil
50 SARIKAMIŞ’TAN ESARETE” 1915–1920 TUĞGENERAL ZİYA YERGÖK  2010 Nisan Tahlil
51 OSMANOĞULLARI VE AYDINLARIN ANLATIMIYLA II. ABDÜLHAMİD MEHMET TOSUN  2010 Nisan Tahlil
52 HER ŞEY SU İLE BAŞLADI HELEN KELLER 2010 Nisan Tanıtım
53 ORHAN KOLOĞLU İLE SÖYLEŞİLER: BİLİMSELDEN MEDYATİKE TARİH BARIŞ DOSTER 2010 Nisan Tahlil
54 BALKANLAR’DAN ORTADOĞU’YA  OSMANLI-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ: (1908–1910) ÖNDER KOCATÜRK 2010 Mart Tanıtım
55 AİLEMİZ ÖZEL SAYISI  MURADİYE DERGİSİ 2010 Mart Tahlil
56 SOL AYAĞIM CHRİSTY BROWN 2010 Mart Tahlil
57 SEYYAHLARIN GÖZÜYLE ERZURUM HANİFİ HANCI 2010 Mart Tahlil
58 TARİHÇİLERİN KUTBU: HALİL İNALCIK KİTABI EMİNE ÇAYKARA 2010 Mart Tahlil
59 TÜRKİYE’NİN HAVACILIK EFSANESİ: NURİ DEMİRAĞ FATİH M. DERVİŞOĞLU 2010 Şubat Tahlil
60 EROZYON DEDE: HAYRETTİN KARACA KİTABI ŞENGÜN KILIÇ HRİSTİDİS 2010 Şubat Tahlil
61 EJDERHA SAVAŞÇISI: RABİA KADİR ALEXANDRA CAVELİUS 2010 Şubat Tahlil
62 ERZURUM YOLCULUĞU ALESANDR SERGEYEVİÇ PUŞKİN 2010 Ocak Tanıtım
63 İNSAN İSTERSE: AZMİN ZAFERİ ÖYKÜLERİ 4 MÜMİN SEKMAN 2010 Ocak Tanıtım
64 AVRUPA SEYAHATNAMESİ FATİH KERİMÎ 2010 Ocak Tahlil
65 TANIDIĞIMIZ İNSANLAR, YAŞADIĞIM OLAYLAR  MÜFİT EKDAL 2009 Aralık Tahlil
66 TRABLUSGARP CEPHESİ HATIRALARI YUSUF GEDİKL 2009 Aralık Tahlil
67 YAHYA KEMAL’İN DÜNYASI SÜHEYL ÜNVER 2009 Aralık Tanıtım
68 İNGİLİZ SUBAYININ ANILARI: PLEVNE MEYDAN MUHAREBESİ VON HERBERT 2009 Aralık Tahlil
69 MAHMUT ŞEVKET PAŞANIN GÜNLÜĞÜ MAHMUT ŞEVKET PAŞA   2009 Kasım  Tanıtım
70 HATIRALAR: TANIDIKLARIM ARNOLD JOSEPH TOYNBEE 2009 Kasım  Tahlil
71 FOTO MUHABİRİ ARA GÜLER’İN HAYAT HİKÂYESİ NEZİH TAVLAŞ 2009 Kasım  Tanıtım
72 KEMAL SUNAL FENOMENİ OSMAN ÖZSOY 2009 Kasım  Tanıtım
73 ÇOCUKLUĞUM CENGİZ AYTMATOV 2009 Kasım  Tanıtım
74 İSTİKLÂL’İN BEDELİ NECDET SEVİNÇ 2009 Kasım  Tahlil
75 SEFERBERLİK HİKÂYELERİ UYGUN AHMET EKER 2009 Ekim Tanıtım
76 YAŞASIN HATIRALAR ERGUN GÖZE 2009 Ekim Tahlil
77 1915 ERMENİ TEHCİRİ  KÜRŞAT SELİM ŞENOL 2009 Ekim Tanıtım
78 NEDEN İSLAM’I SEÇİYORLAR ALİ KÖSE 2009 Ekim Tahlil
79 YALNIZ DEMOKRAT FERRUH BOZBEYLİ 2009 Eylül Tahlil
80 KAYZER DÖNEMİ, WEİMAR CUMHURİYETİ, ATATÜRK ÜLKESİ ANILARIM ERNST E. HİRSCH 2009 Eylül Tahlil
81 NEVZAT KÖSOĞLU İLE SÖYLEŞİLER OSMAN ÇAKIR 2009 Eylül Tahlil
82 ROMANCILAR KONUŞUYOR MEHMET NURİ YARDIM 2009 Eylül Tahlil
83 TEKKE’DEN MECLİS’E SIRA DIŞI BİR ÇELEBİNİN ANILARI VELED ÇELEBİ İZBUDAK 2009 Eylül Tanıtım
84 II. MEŞRUTİYET’İN KLASİK PARADİGMALARI MUSTAFA GÜNDÜZ 2009 Ağustos Tahlil
85 İŞTE HAYATIM SAKIP SABANCI 2009 Temmuz Tanıtım
86 TÜRKİYE’Yİ BÖYLE GÖRDÜM OGİER CHİSELİN DE BUSBECQ 2009 Temmuz Tahlil
87 İŞGALCİ HARUN ÇELİK 2009 Temmuz Tanıtım
88 BOSNA’DA TÜRK KÜLTÜRÜNÜN İZLERİ ŞENOL ALPARSLAN 2009 Temmuz Tanıtım
89 İÇTİHAD’IN İÇTİHAD’I ABDULLAH CEVDET 2009 Haziran Tanıtım
90 DAĞI DELEN IRMAK: H.KEMAL KARPAT KİTABI EMİN TANRIYAR  2009 Haziran Tahlil
91 İSTANBUL MEKTUPLARI  FATİH KERİMÎ 2009 Oc.-Mayıs Tahlil
92 CEMAL PAŞA VE ERMENİ GÖÇMENLERİ: 4. ORDU’NUN İNSANÎ YARDIMLARI HİKMET ÖZDEMİR 2009 Nisan Tanıtım
93 1915 TARİHLİ RESMİ “ERMENİ RAPORU" L.M. BOLHOVİTİNOV 2009 Mart Tanıtım
94 TANBURÎ CEMİL’İN HAYÂTI MES’UD CEMİL 2009 Mart Tahlil
95 KIRDAN BAYIRDAN HİKÂYELER ŞEVKET ARI 2009 Mart Tahlil
96
97 OSMANLI HANEDANININ SÜRGÜN ÖYKÜSÜ SON OSMANLILAR MURAT BARDAKÇI  2009 Şubat Tanıtım
98 ŞEMDİN SAKIK ANLATIYOR TUNCER GÜNAY 2009 Ocak Tanıtım
99 ŞU ÇILGIN TÜRKLER TURGUT ÖZAKMAN 2009 Ocak Tanıtım
100 İŞİTTİKLERİM, GÖRDÜKLERİM, BİLDİKLERİM MÜNEVVER AYAŞLI 2008 Aralık Tanıtım
101 TARİH GELECEKTİR YUSUF HALAÇOĞLU 2008 Kasım Tanıtım
102 ALACA SİYASET (SİYASÎ HİKÂYELER) FERRUH BOZBEYLİ 2008 Ekim Tanıtım


Doğu’nun Başbuğu Yılma Durak’ın Mamak Mektupları [*]


Ülkücü Hareketin efsane isimlerinden, 70’li yılların MHP’sinin “Eğitimci”lerinden, Doğu’nun Başbuğu ismiyle tesmiye edilen, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında idamla yargılanan, Mamak Cezaevi’nde 6 yıl çile dolduran Yılma Durak’ın eşine yazdığı mektuplar uzun zaman önce kendi imkânlarıyla basılmış, kitabın dağıtımı maksada hâsıl olabilecek nitelikte yapılmadığı için çoğu ilgili kişilere dahi ulaştırılamamıştı. Geçtiğimiz aylarda, Gazeteci-Yazar Fatih Bayhan’ın hazırladığı ve editörlüğünü yaptığı, ‘’Doğu’nun Başbuğu Yılma Durak’ın Mamak Mektupları’’ başlığıyla yayımlandı. Yılma Durak ve mektuplara geçmeden önce, kitabın yazarı hakkında birkaç cümle ile şunlar söylenebilir.

Fatih Bayhan, gazeteciliğe muhabir olarak başlar. Başbakanlık, Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi muhtelif kurumlarda danışman, basın ve halkla ilişkiler müşaviri olarak çalışır. Yazarın biyografi ve yakın tarih alanında yayınlanmış 23 kitabı bulunmaktadır.

Eser, yazar ve Doğu’nun Başbuğu’nun “Önsöz”ü, yazarın Yılma Durak’ın hayat hikâyesine yönelik giriş yazısından, Durak’ın birini kardeşine, 43’ünü eşine yazdığı mektuplardan, Durak’ın eşi, çocukları ve cezaevindeki dava arkadaşlarının Yılma Bey’in cezaevi günleriyle ilgili anılarından ve 10 civarındaki fotoğraftan oluşmaktadır.

Ülkücü Hareket’in 68 kuşağının sembol isimlerinden olan Yılma Durak sadece memleketi Erzurum’un değil, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin teşkilatlanmasında, gençlerin eğitilmesinde ciddi emekleri olan bir “Eğitimci”dir. Giriş bölümü denilebilecek mektuplar öncesi bölümlerde, Yılma Durak’ın özgeçmişi ile ilgili çok çarpıcı bilgiler bulunmaktadır. Dönemle ilgili okuma ve araştırma yapanların bildiği bir vakıa vardır. Kazım Karabekir; I. Dünya Savaşı, İstiklal Harbi ve sonrasında yüzlerce Müslüman ve gayrimüslim çocuğu himayesine almıştır. Başarılı yetim Türk Çocuklarının bir kısmını da askeri okullara yönlendirmiştir. 1926’daki “Atatürk’e Suikast” davasında Kazım Karabekir’in de yargılandığı davada, bu çocukların babaları gibi gördükleri Kazım Karabekir’in yargılanmasına tepkileri sert olmuştur. İsyan eden bu öğrencilerin bir kısmı askeri okullardan atılmıştır. İşte, Yılma Durak’ın babası da Paşa’ya yapılanları sindiremeyen ve isyan edip, askeri okuldan atılan öğrencilerden biridir. Görülüyor ki, haksızlık karşısında sessiz kalmamayı itiyat haline getirmek, Yılma Durak’a babası Hüseyin Bey’den tevarüs etmiş olsa gerektir.

Yılma Durak ihtilal sonrası günlerde tutuklanır, yaklaşık 6 yıl kadar cezaevinde kalır. Durak, işkencenin her türlüsünü yaşar. Ozan Arif (Şirin), Mamak Cehennemindeki Yusufiyelileri anlattığı uzun şiirinde Yılma Durak’a da atıfta bulunur:

Ârif bilir, sızmasa başına
Zindan inler ‘Yılma’ların sesine,
Türk’üm diyenleri Türk Ordusuna,
Ezdiren kuvveti bilmek istiyorum!”

         Mektupların ilki 18 Mart 1981, sonuncusu ise 24 Mart 1986 tarihlidir. Yine kitaptan öğrendiğimize göre, Yılma Bey’in eşi Lamia Hanım’ın eşine yazdığı mektuplar yoktur. Sebeb-i hikmeti çok basittir: “Cezaevi yönetimi yetkililerinin kararı doğrultusunda, mektuplar Yılma Bey’in huzurunda okunur ve yırtılır.” Lamia Hanım bu durumu bir ömür boyu unutmayacaktır. Kenan Evren’in cenaze namazı sonrasında, imamın usulden sorduğu “Mevtaya haklarınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna, “Haklarımızı helal etmiyoruz, haklarımız haram olsun!” diye protesto eden kişinin isminin Lamia Hanım olduğunu basından öğrenmiştik.

        Mektuplarda, Mamak Cehenneminin tasvirine yönelik pek bir şey yoktur. Mektupların birinde “hücrede iki kişi kalıyoruz” dışında,  pek bir şeye değinilmemiştir. Cezaevindeki günlük rutin yapılanlar hakkında dolgu mahiyetinde malumata değinilir. Muhtemelen dönemin şartları ve eşine karşı kendisinin güçlü olduğunu göstermek içindir. Mektupların tamamında tam bir tevekkül hali, Ziya Gökalp’in Malta Sürgünü’nden eşine yazdığı mektuptaki gibi inanmış bir müminin hal tavrı dikkat çekmektedir.

Mektuplarda mahkemeyle ilgili gelişmeler, okuduğu kitaplar, “vefalı dostlarına” selamlar, dışarıdan gelen haberlerin yorumları, eşine ve çocuklarına olan özlem, okuduğu romanlardan bazı bölümler, cezaevindeki olumlu ruh hali göze çarpmaktadır.

        Yılma Durak’ın eşi Lamia Hanım’a yazdığı mektuplarda, eşine olan tutkusu ve sevgisi dikkat çekmektedir. Hitap cümlesi genelde “Can Hatunum”dur. Lamia Hanım’ı “Sırtımı dayadığım ümit dağımsın”, “Durak ailesinin Sevgili Kılavuzu” “iftiharım”, “zafer tacım”, “Canımın Canı” diye mültefit sıfatlarla nitelendirir. Mektuplarda duygu yoğunluğu ve deneme sıcaklığı vardır. Kitaptan küçük tadımlık bir bölümü paylaştığımızda ilişikteki paragraf karşımıza çıkar: “Ayrı kaldığımız, hasretini duyduğumuz her şey, en küçük ayrıntılarıyla hayatımızı çepeçevre kuşatmakta, gerçek manalarına ulaşmakta o zaman. Hasretin kavurucu sıcaklığında olgunlaşarak dilde bitmeyen tada sahip olmak, rahmet misali yağmur altında suni özenti ile yapılan o gülünç palyaço makyajından kurtularak, pörsümeyen, eskimeyen güzelliğe, kendi aslımıza, içimizdeki mutlak hakikate kavuşmak, gerçek mutluluğu ebediyen fark etmek demek herhalde..”(s.75)
       
        80 İhtilalini cezaevlerinde karşılayan ve ihtilal sonrası orayı Medrese-i Yusufiye’ye çeviren bununla birlikte buradaki Yusuflardan bir ordu haline getiren yüzlerce, binlerce mektup yazılmıştır. Ancak bu mektuplardan bildiğimiz kadarıyla birkaç kitap doğabilmiştir.[**] Galiba, Andre Gide “Yazmak ölümün elinden bir şeyleri kurtarmaktır.” demişti. Durak, bu anlamda görevini yapmıştır. Yılma Durak’ın mektupları ile diğer bazı mektupları kıyasladığımızda, Durak’ın mektuplarındaki sıcaklık, duygu yoğunluğu had safhadadır denilebilir. Son olarak döneme ve Ülkücü Hareketin hafızasına ilgi duyanlara kitabı tavsiye edebiliriz. Bu eseri hazırlayan yazara ve Yılma Bey’e şükranlarımızı sunarız. Kitapta mektuplar ile ilgili hiçbir görselin bulunmaması, bilahare Yılma Durak’a “Doğu’nun Başbuğu” ismini veren dönemle ilgili haber niteliğinde dahi birkaç görselin olmamasını da böylesi bir kitap için eksiklik olarak gördüğümüzü belirtmek isteriz.

Not: Bu yazı İlteriş dergisinin Ocak 2016 tarihli, 8. sayısında yayınlanmıştır.


[*]Fatih Bayhan, “Doğu’nun Başbuğu Yılma Durak’ın Mamak Mektupları: Medrese-i Yusufiyeden Bir Yılma Durak Geçti”, 191 s., 2015, İstanbul, Kayıt Yayınları
[***] Bu konuda takip ettiğim iki eser vardır:  Yaşar Okuyan, O Yıllar: 12 Eylül’den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, 390 sayfa, 3. baskı,2010, İstanbul, Doğan Kitap,   Selahattin Arpacı, “Taş Medrese’den Mektuplar”, 192 s., 2015, Ankara, Berikan Yayınevi



24 Ocak 2015 Cumartesi

Ülkücü Hareket Üzerine Notlar[*]





Türkiye’de büyük ölçekte “milliyetçilik”, küçük ölçekte “Ülkücü Hareket” üzerine özellikle de teorik eser kaleme alanların hatırı sayılır bir kesimi bu fikre yakınlık duymayan, hatta yer yer düşmanlık besleyenlerden oluşmaktadır. Hal böyle olunca, Kitab-ı kadimin mesajını ciddiye almayınca[1], Claude Cahen gibi vicdanını kaybetmeyen akademisyen/yazar/düşünürleri aramak oldukça zor olsa gerekir.[2] Milliyetçilik-ülkücülüğe ait olmayan günahlar dahi bu fikir akımının üzerine atılır.[3] Ülkücü Hareket hep dışarıdan tanımlanan bir kavram haline getirilmiştir. İçeriden bakanların yazdığı eserlerin de kendi dünya görüşünü tanımlarken, yorumlarken yetersizlikleri olabiliyor. Oysa bu konuda yoğunlaşıp soğukkanlı bir şekilde hakikate yakın kitap yazanlar da vardır kuşkusuz: Hayati Bice’nin: “Ülkücü Hareket Üzerine Notlar” isimli eseri gibi.

Dr. Hayati Bice’nin başlıkta ismi vurgulanan eserine değinmeden önce, kendisinin biyografisi hakkında şunlar söylenebilir. Hayati Bey, ilk kurulduğu dönemlerden itibaren yoğun bir şekilde fikir adamı, sanatçı yetiştiren ama son dönemlerde kurumaya başlayan Tıbbiyelilerdendir.  Yazı hayatının olgunluk döneminde tasavvuf üzerine yoğunlaşan Bice’nin, bu eserinin dışında dokuz kitabı bulunmaktadır. Yazarın birçok gazete, dergide yazıları yayımlanmıştır.

1994-1995 eğitim-öğretim yılında Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev aldı. MHP iktidarı döneminde Dış Türklerden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nda kısa süreli bir danışmanlık yaptı. Yazar, aynı zamanda yakın dönemde kurulan Ülkücü Yazarlar Derneği’nin de Kurucu Genel Başkanı’dır.

Dr. Bice’nin bu yazıda konu edindiğimiz eserinin omurga/iskeletini oluşturan makalelerin büyük bir çoğunluğu, ilk olarak sosyal medyada yayınlanmış, gördüğü ilgi üzerine kitap halinde bir araya getirilirlerken yapılan ekler ve genişletmelerle bir bütünlüğe kavuşturulmuştur.

“Ülkücü Hareket Üzerine Notlar”, iki bölümden oluşmaktadır. Ülkücü hareketin temel kavramlarının ele alındığı birinci bölüme, “Türk-İslam Ülküsü’nün Koordinatları” adı verilmiş; ikinci bölüm ise “Ülkücülük Ekseninde Tartışmalar”a ayrılmıştır.

         İlk bölümdeki makalelerde, “Ülkücü bilincin şekillenmesi”, “Ülkücülerin manevî arayışları”, “Ülkücü hareketin ahlâkî yaklaşımları”, “Ülkücü Hareket ve İslamî kimlik” konuları üzerinde durulmuştur. “Ülkücü Kitlenin Ahlâkî Toplam Kalitesi” makalesinde yakın dönemlerde gözler önüne serilen siyaset erbabının ahlâkî zaafları ile ilgili eleştirileri dikkat çekmektedir. Bu konuda yazarın düşünceleri açık ve nettir.

            İkinci bölümdeki makalelerde, Milliyetçilerin günümüzdeki sorunları, Medyada Türk Milliyetçiliğinin Görünümleri, Korkak Sağcı Siyasetçiler ve Pantürkizm, Sosyal Pantürkizm/Türkbirlikçiliğin günümüze yansımaları, “Pozitif Ülkücülük” kavramı işlenmiştir. Bu makaleler arasında “Pozitif Ülkücülük” başlıklı olan makale, dikkat çekicidir. Müsbet (=pozitif) milliyetçilik daha önce bazı yazarlar tarafından gündeme zaman zaman getirilmiştir. Ancak, “Pozitif Ülkücülük” kavramı, bugüne kadar her halde hiç kullanılmamıştı ve bildiğimiz kadarıyla bu önemli kavramın içerisini de Dr. Bice kadar dolduran olmamıştır.

           Dr. Hayati Bice, Eski Dışişleri Bakanı, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Türk coğrafyası ve dünyası üzerine fikirlerini de değerlendirmiş, teorik ve pratik yaklaşımlarını iki makalesinde masaya yatırararak derinlemesine işlemiştir. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun ve AKP iktidarının Türk dünyasına bakışını, Türk Dünyasına yaptıklarını/yapamadıklarını soğukkanlı bir şekilde irdelemeye çalışan yazar, Davutoğlu’nun ortaya attığı “Tarihdaşlık” kavramının İslâmcılık yerine kullanıldığını, akademik olarak güzel ve yerinde bir kavram olduğunu ancak, reel politikada tıpkı “komşularla sıfır sorun” gibi uygulanırlığının olmadığını vurgular. Hatta, Davutoğlu’nun ısrarla kullanmaya devam ettiği tarihdaşlık söylemini Turancılıktan daha da ileri bir ütopya, hayâl ötesi bir yaklaşım olarak görür. Makalenin yazıldığından bu yana geçen yaklaşık dört yıllık sürede yaşanan gelişmeler, Dr. Bice’yi desteklemektedir.

Sonuç

          Ülkücü hareketin içinden bir isim olan Dr. Hayati Bice, Ülkücü Hareket hakkında ortaya koyduğu düşünceleri, dile getirdiği eleştirileri sağlam bir zemine oturtma gayretini sergilemiş; ortaya attığı orijinal tezlerin altını doldurmaya çalışmıştır. Akademik bir eser olmamasına rağmen, yerinde kullanılan dipnotlar esere akademik bir hava kazandırmış, konuyu derinlemesine incelemek isteyen okur için ufuk açıcı bir nitelik vermiştir. Milliyetçi aydınlar, bugüne kadar Pantürkizm kavramından daha ziyade “Turan” kavramına atıfta bulunurken, yazarın ‘Pantürkizm’i vurgulaması ilginçtir. Dr. Bice’nin bu kitabı ile ülkücülük ötesinde milliyetçilik literatürüne ciddi bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum. 

Not: Bu yazı, İlteriş dergisinin Ocak 2015 tarihli, 7. sayısında yayımlanmıştır.                      
  
[*] Hayati Bice, “Ülkücü Hareket Üzerine Notlar” 308 s., Ankara, 2014, Bizim Büro Yayınları

[1] Mâide Sûresi, 8. Ayet de açık ve net olarak şunu belirtir: “Ey İman Edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun, bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır…”

[2] Haşim Şahin’in Ahmet Yaşar Ocak Hoca ile uzun soluklu mülakatlardan oluşan (“Arı Kovanına Çomak Sokmak”, 2014, Timaş Yayınevi) kitabında A. Yaşar Ocak, hocası Claude Cahen’e Osman Turan’ın ilim adamlığını sorar. Cahen, şu cevabı verir: “Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir. Ben onun ideolojisini  hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda Osman Turan’ın önünde saygıyla eğilirim.”(s.201)

[3] İskender Öksüz Hocamız kitabında (“Türküm Özür Dilerim”, 2014, Ankara, Bilge Kültür Sanat) Kitabı kitaplığımda bulamadım. Hoca, aklımda kaldığı kadar, mealen bu konuda şu örneği verir: “Ne kadar fanatizm, aşırılık varsa, milliyetçiliğin üzerine atılır. Örneğin, bir takımın fanatikliğinden bahsederken, Galatasaray milliyetçiliği, bir şehrin sevgisinden değinirken, Mersin milliyetçiliği, bir mesleğin tutkunluğundan bahsedilirken, marangoz milliyetçiliği derler, Müslümanın yobazından bahsederken dahi İslam milliyetçisi kavramı vurgulanır. Oysaki sadece ve sadece Milletin/milliyetin milliyetçiliği olur.”


14 Kasım 2014 Cuma

“Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”



Akademisyen Abdulvahap Kara, hazırladığı bu eserde,[1] yazar merhum Cengiz Dağcı’nın uzun askerlik günlerinin izlerini sürmüş. Dağcı’nın askerlik hatıraları yazarlık kaynağının adeta esin kaynağıdır. Yazar Cengiz Dağcı, II. Dünya Savaşı Cehennemi Değirmeninde öğütülüp, unutulan milyonlarca Sovyet Rusya vatandaşı Türk’ten sadece biridir.

II. Dünya Savaşı’nın kaydını tutan, sonuçlarını değerlendiren araştırmacı ve yazarlar, Sovyet Rusya vatandaşı Türklerin yaşadığı trajedi, kayıp, acıların çok az bölümüne değinir. Hele de Sovyet ordusunda cephede Almanlara karşı savaşıp, Almanlara esir düşüp sonra da Türkistan Lejyonerleri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşan, akabinde Ruslara teslim olup öldürülen yüzbinlerce Türk unsurun varlığından kimsenin haberi yok hükmündedir.[2] Birkaç yabancı yazarın bu konuda önemli çalışması bulunmaktadır.[3]Bu trajediyi yaşayıp da ölmeyen, eli kalem tutan iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi de yaşadıklarını, hatıra türünde yazmıştır. Geçtiğimiz yıllarda söz konusu alanda profesyonel bir belgesel çekildi ve TRT’de yayınlandı. Belgesel ve belgeselin daha fazlası kitap olarak yayımlandı.[4] Bu çalışma, bahse konu alanda geniş bir boşluğu doldurmaya yönelik önemli bir girizgâh niteliğindedir.

Yazar, Cengiz Dağcı’nın başta eserleri olmak üzere, konuyla ilgili çalışmalardan yola çıkarak Cengiz Dağcı’nın askerlik yıllarını masaya yatırmış. Tabi ki söylemeye gerek yoktur. Bu sıradan bir askerlik değildir. II. Cihan Harbi’nin başladığı günden, bittiği güne kadar savaşın önemli evrelerinde hep vardır Cengiz Dağcı.

Yazar, ana hatlarıyla savaşın seyri içerisinde hangi yıl ve aylarda hangi cephede olduğunu, bir asker olarak Dağcı’nın neler gördüğünü, Rus ve Alman baskısı arasında kalan milyonların yaşadıklarını, Türkistan Lejyoneri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşmak zorunda kalan, başka seçeneği olmayan on binlerin yaşadığı sendromu, hem düşmana hem de vatandaşı olduğu ülkeye esir düşmenin nasıl bir psikoloji olduğunu, esaretten sonra da Stalin mezbahanesine düşmemek için çırpınanların hikâyesini anlatır kitabında.

Cengiz Dağcı, savaşın devam ettiği dönemde Polonyalı Regina’ya âşık olur. Regina’yla savaş biter bitmez evlenir. Nikâhları önce İslamî usule, sonra da Hıristiyan geleneğine göre kıyılır. Mülteci olarak İngiltere’ye giderler. Bu yolculuk hiç de kolay olmayacaktır. Cengiz Dağcı, bir daha Kırım topraklarını artık görmeyecektir. Dağcı’yı hayata bundan sonra üç şey bağlayacaktır: Kalemi, memleketi Kırım, Eşi Regina.

Dağcı ile aynı kaderi paylaşanların ezici bir çoğunluğu savaşın doğal şartları içerisinde, Nazi kamplarında, esaretin bin bir çeşidiyle, lejyoner olarak kendi ülkesine karşı savaşıp Almanya’nın yenilmesiyle birlikte Rusya’ya teslim edilerek öldürülmüştür. Herkes Dağcı gibi şanslı değildir. Kitapta Cengiz Dağcı gibi aynı süreçten gelip kurtulan, sonra da hatırasını yazan Cabbar Ertürk’ten bahseder. Yabancı dilin önemi hakkında hepimiz biliriz ama bir can simidi kadar önemli olduğunu bilmeyenimiz çoktur. Abdulvahap Kara, -Ertürk’ün kitabını referans göstererek-[5] kurtulanların ortak özelliğini şu cümleler ile anlatır:

“Kamplarda Almanca bilmek bir esir için büyük bir talihti. Hatta bu hayatta kalmanın şartlarından biriydi, bir esir yarım yamalak Almancayı bilse bile, kampta kendisine iş veriliyor ve bir iki lokma fazla yemek yeme şansına sahip oluyordu. Ertürk, hatıralarında Mariupul kampında 200 bin esirden hayatta kalan iki binin arasında olmasını fakültede iki yıl boyunca aldığı Almanca derslerinden öğrendiği yarım yamalak dile borçlu olduğunu ifade etmektedir.”(s.45)[6]

Not: Bu yazı, Töre dergisinin, Ekim 2014 tarihli, 18. Sayısında yayımlanmıştır.


[1] Abdulvahap Kara, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”, 135 sayfa, 2012, İstanbul, QI Kültür Sanat Yayıncılık, www.iqkultursanat.com
[2]Yazar,“Nazi Kampları” isimli 2004 yılında İstanbul’da yayımlanan 600 sayfalık hacimli kitaplık eserde, Nazi kamplarında zulüm gören Türklerden hiç bahsedilmediğini, Ayrıca bu kamplarla ilgili öykü ve romanları tanıtılan 60 kadar yazarın arasında Cengiz Dağcı’nın olmadığını söyler.
[3]Bu konuda kitaba ve belgesele ismini veren Patrik VonZurMühlen’in hazırlamış olduğu “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasındaki Doğu Halkları”isimli eseri zikredebiliriz.
[4]Neşe Sarısoy, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Türkler” 450 s., 2011, Ankara, Sinemis Yayınları
 [5]Cabbar Ertürk, “Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonuna Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, s. 129, İstanbul, 2005
[6] Bu minvalde Kırımlı Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın babasından dinlediği hakikatleri, Ortaylı nasihat olarak algıladığını bir kitabında belirtir:“Malları komünistler alır ama bilgiyi alamazlar(dı). Esir kamplarına düşenler dil biliyorlarsa ve bir zanaat sahibi olursa kurtulurlardı.” (Nilgün Uysal, “Zaman Kaybolmaz: İlber Ortaylı Kitabı” 40. Sayfa, 2006, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)



Geçtiğimiz haftalarda Aydın Çakmak’ın “Sürgündeki Hakan: II. Abdülhamid’in Selanik ve Beylerbeyi Günleri” isimli kitabı yayımlandı. Bahse konu olan bu çalışmayı zevk alarak okudum. Aydın Çakmak Hoca ile kitabı konulu bir mülakat yaptık. Konuyla ilgili olanların umarım dikkatini çeker. Kendisine teşekkür ederiz. 

                                                             
Soru: “Sürgünde Bir Hakan” kitabının yazarına, yazarının özgeçmişini sorsaydık acaba, nasıl bir cevap alırdık?

        Öncelikle bana bu imkânı tanıdığınız için size çok teşekkür ederim. Memleketim olan Edirne’de ilk ve ortaöğrenimi tamamladıktan sonra başladığım Akdeniz Üniversitesi Tarih bölümünden 2004 yılında mezun oldum. Yüksek Lisansımı Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Halen Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi bilim dalında doktora öğrenimime devam etmekte olup aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde okutman olarak görev yapmaktayım.

Soru: Kitabı okurken bu çalışma yazarın tez çalışmasıdır zannına kapıldım. Oysaki yüksek lisans, doktora çalışmanız değilmiş. Eseriniz sırf akademik bir çalışma olmamasına rağmen, çalışmanızı okuyanların benim gibi akademik çalışma olduğuna kanaat getireceklerini sanıyorum. Misal olarak, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen ve akademi dünyasında sahte olduğuna dair kanaatler oluşan hatıraları çalışmanızda kullanmamışsınız.  Sizi böylesi bir eseri hazırlamaya hangi saikler itti?

         Evet, elinizdeki çalışma tezimle alakalı olmayıp başlı başına ayrı bir çalışmadır. Ancak kitabın hazırlık aşamasında akademik bir mantıkla ve genele hitap edebilecek bir tarzda yazmaya özen gösterdim. Beni böyle bir eseri hazırlamaya iten en önemli neden ise, böylesine ilginç ve önemli bir konu hakkında yapılmış temel bir inceleme eseri olmamasıdır.

Soru: Bu çalışmayı hazırlarken sizi en çok heyecanlandıran, şaşırtan bir durum söz konusu oldu mu? Olduysa bize anlatabilir misiniz?

        Çalışmanın birçok yerinde gördüğüm veya öğrendiğim yeni bilgiler bende hem merak hem de heyecan duygusu oluşturdu, diyebilirim. Bilhassa II. Abdülhamid’in hususi hayatı ve kişilik özellikleri ile ilgili bilgiler, çalışmanın hazırlık aşamasında bana çok ilginç gelmişti. Örnek vermek gerekirse, şehzadelerin eğitimi ve hanımsultanların evliliği için duyduğu endişelerin yanı sıra Beylerbeyi Sarayı’na ilk geldiği günlerde kızları ve torunlarının bayram ziyaretine gelişlerini büyük bir heyecanla bekleyip dürbünle karşı kıyıyı izlemesi, 33 yıl boyunca büyük bir devleti yönetmiş olan II. Abdülhamid gibi bir hükümdarın insanî yönlerini göstermesi açısından mühim emareler arasında gözükmektedir. Tabii bunların yanı sıra I. Dünya Savaşı günlerinde, devrin bazı yöneticilerinin II. Abdülhamid’in huzuruna kadar gelmeleri de, ilginç yönler arasında kabul edilebilir.

Soru: Sultan alışkanlıklarının devamını sürgün günlerinde de devam ettirmiştir. Örneğin, çalışmanızda belirttiğiniz üzere, çok vehimli birisidir. Alatini Köşkü’nde neredeyse köşkün bahçesine dahi çıkmıyor. Kitap okuma, sohbet etme, marangozluk işleriyle uğraşıyor. Bunların dışında sürgün günlerinde nelerle uğraşır?

        Sizin de belirttiğiniz gibi sürgün ve gözaltında bulunduğu günlerde hakanın alışkanlarını devam ettirdiği görülmektedir. Bunlar arasında marangozluk ve resim yapmak gibi faaliyetler bulunmaktadır. Ayrıca II. Abdülhamid, Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı’nda hayvan da beslemiştir. Mesela kedisi Pamuk. Aynı zamanda bol bol geçmiş günlerin muhasebesini yapmış ve kendisiyle görüşen kişilere başından geçen olayları aktarmıştır.

Soru: Sultan’ın Sürgününü Selanik Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı günleri olarak ikiye ayırdığımızda, iki farklı şehir ve mekândaki günlerini nasıl karşılaştırabiliriz?

        Evvela Selanik, II. Meşrutiyet sürecinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi görünümünde olan bir şehirdir. Bu yüzden adı geçen şehirde cemiyet çok aktiftir. II. Abdülhamid ve maiyetinin Selanik’e ilk geldiği günlerde, kendileri hakkında çeşitli kısıtlamalar uygulandığını görmekteyiz. Ve bu durum, Balkan Savaşları sürecine kadar devam etmiştir. Beylerbeyi Sarayı günlerine baktığımızda ise, birçok uygulamanın değiştiği ve dışarıyla bağlantının daha kolay sağlandığı görülmektedir. Örnek vermek gerekirse, İstanbul’a nakil hadisesinin ardından ailesiyle daha rahat görüşebilmesi, birçok şahsiyetin onu ziyareti ve günlük gazeteleri takip etmesi bunlar arasında sayılabilir.

Soru: Özellikle son dönemlerde Sultan II. Abdülhamid ve dönemi üzerine daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar araştırma-inceleme, hatırat, günlük, akademik nitelikli kitap yazıldı. Sizin bu eserinizi, diğer söz konusu eserlerden ayıran özellik nedir?

        Bu eser, II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonraki yaşamını incelemekte olup Selanik’te Alatini Köşkü ve İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda geçen sürgün ve gözaltı günlerini ele almaktadır. Daha öncede ifade etmiş olduğum gibi, II. Abdülhamid’in hayatında, 1909-1918 yıllarını kapsayan dönem ve onunla ilgili olayları inceleyen temel bir araştırma eseri bulunmamasından yola çıkarak hazırladığım bu kitap, söz konusu eksikliği fark etmem sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra kitabın esas malzemesini, dönemin arşiv vesikaları ve süreli yayınlar oluşturmaktadır.

Soru: Sultan II. Abdülhamid çok zeki, donanımlı ciddi bir devlet adamıdır. Türk tarihi uzmanlarının önemli bir kesimi tarihe damgasını vuran,  liderlerden biri olduğu üzerinde hemfikirdir. 33 yıl kadar uzun bir süre padişahlık yapıyor. Tahtan indirilmesi sonrası başına gelen felaketler, malının mülkünün talan edilmesi, yaşadığı sıkıntıları elbette anlayabiliriz. Benim merak ettiğim husus şudur. Suyun akışı doğal mecrasına doğru seyir alıyor her zamanki gibi. Meşrutiyet öyle ya da böyle ilan edilecekti. Belki bir şekilde biraz daha fazla tahta kalabilirdi. Sanki, Sultan kendisini tahtan indirilme hesabı/planı yapmadığı gibi bir izlenime kapıldım. Ne buyurursunuz?

        Evet, gerçekten de II. Abdülhamid, 31 Mart Vakası’nda hiçbir ilgisi olmaması düşüncesinden yola çıkarak, tahttan indirileceğini düşünmüyor. Üstelik kendisine verilen teminatlar da, onun üzerinde bu güveni arttırıyor. Hareket Ordusu’nun idareyi ele almasının ardından gelişen olaylar içerisinde böyle bir sonucun başına gelebileceğini görmesine rağmen, artık bu andan itibaren çok geç kalmıştır.

Soru: Türk siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi de kuşkusuz 27 Mayıs darbesidir. 27 Mayıs sonrası devrin Başbakanı, Cumhurbaşkanı, bakanı ve milletvekillerine muhafazasından sorumlu alt rütbeli askerden en yetkili komutanlara varana kadar birçok kişinin Cumhurbaşkanı-Başbakan’a hakaret, küfür ve şiddet uyguladığını biliyoruz. Oysaki kitaptan öğrendiğimize göre, gerek Sultan Hamid sonrası iktidara gelen yöneticiler, gerek Sultan ve ailesini korumakla görevli personelin, II. Abdülhamid ve ailesine nezaketsizlik sınırını aşan bir davranış sergilemediğini görüyoruz. Ne dersiniz?

        Aslında tahttan indirmenin ardından gelen ilk günlerde, II. Abdülhamid ve dönemine karşı yoğun bir tepki oluştuğu görülmektedir. Ve zikrolunan husus, hakanın muhafız subayları üzerinde de etkisini göstermiştir. Ancak söz konusu durum, pek uzun sürmemiştir. Dönemin geneline bakıldığında ne muhafızlar ne de yöneticiler açısından hakan ve maiyetine karşı aşırı bir tepki gösterildiğini söyleyemeyiz. Zaten bu husus, II. Abdülhamid’in özel tabibi Atıf Hüseyin’in günlükleri başta olmak üzere birçok hatırada da canlı bir şekilde ifade edilmektedir.

Soru: Sultan Hamid’in döneminin aktörlerinin ezici bir çoğunluğu, kendisine muhalif. Taşnaklar, İttihatçılar, Hiç beklemediğimiz Elmalılı Hamdi, Said Nursi, Mehmet Akif gibi düşünce ve aksiyon adamları dahi Sultan’ın karşısında yer almışlardır. Hele okumuşların ortak özelliği Sultan Abdülhamid karşıtlığıdır. II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği dönem göz önüne alındığında Sultanın yanında kimse yoktur. Kitapta da belirttiğiniz üzere, Hindistan Müslümanları, Arnavutlar ve Arabistan’dan bazı kimseler çok rahatsız olur bu durumdan. Türkiye’de her hangi rahatsız olan bir kitle, grup yoktur neredeyse. Tarihte analoji yapılması iyi bir şey değildir. Daha iyi anlaşılması için farazi bir şey söylesek, farzımuhal 1911’de bir seçim yapılsa ve devrik padişah da seçime katılsaydı büyük ihtimal seçim barajını aşamazdı. Beri yandan, 100 yıl sonra akademi dünyası içinden ve dışından birçok kesim Abdülhamid’in Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman çapında bir padişah olduğunu belirtiyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?

        Çok doğru söylüyorsunuz, iki dönem arasında bu türlü farklılıklar bulunmaktadır. Söz konusu durumun oluşmasında zaman ve zeminin değişmesi bir yana, olayların daha iyi anlaşılması veya açıklanması etkili olmuştur, diyebiliriz. Zaten böyle durumlar tarihin birçok olay ve gelişmesinde de karşımıza çıkabilir. Önemli olan, amacın doğruya ulaşma ve bakış açısının ise görmeye çalışma olmasıdır.

Soru: Bildiğimiz kadarıyla bu yayınlanmış ilk eseriniz, bunun arkası gelecek midir? Tezgâhınızda hazırlanmak üzere olan bir çalışma var mıdır?

        Evet, elinizdeki çalışma yayınlanmış ilk eserim. Ancak bundan önce hazırlamış olduğum tezim de, şu anda Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları’ndan çıkmak üzere. Bunun yanı sıra, ayrı bir çalışmaya da devam etmekteyim.


Not:  Bu mülakat, Ayraç dergisinin 58-59 sayılı, Eylül-Ekim 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.