21 Ekim 2008 Salı

ALACA SİYASET: SİYASÎ HİKÂYELER


        Ferruh Bozbeyli, 1961–1977 yılları arasında 4 dönem Milletvekilliği, Adalet Partisi’nde bir dönem Meclis Grup Başkanvekilliği, 3 dönem TBMM Başkanvekili ve Başkanlığı ve 1970 -1978 yılları arasında Demokratik Parti’nin genel başkanlığını yapmış bir siyaset ve devlet adamıdır. Bozbeyli, siyasî hatıraları “Alaca Siyaset: Siyasi Hikâyeler” isimli kitapta yayınlandı.[1] Aktif siyasetin zirvesindeyken yaşadığı ilginç hatıraları birer hikâye şeklinde bizlere sunar. Kitabın sonunda Bozbeyli’nin dönemin yerli ve yabancı devlet adamlarıyla çekilen 6 fotoğrafı da bulunmaktadır. Bunun dışında Bozbeyli, Meclisteki değişik görevlerde bulunduklarında çeşitli heyetlerle yurt dışına ziyaretlerine gider. Buradaki gözlem ve değerlendirmeleri de kitabın azımsanamayacak yekûnunu oluşturur.

        Kitap, yukarıda belirttiğimiz dönemde başarılı bir siyasetçinin gözünde “sağduyulu halk”, “ dürüst siyasetçi”, “ahlaksız siyasetçi”,  kavramlarıyla örtüşen onlarca tiplemeyi çok güzel bir şekilde yansıtır. Bozbeyli kitapta, “Koltuk olsun da büyük-küçük, sağlam-çürük, dar-geniş, renkli-renksiz, kendisini taşıyıp-taşımayacağı, kendisine yakışıp-yakışmadığı hiç önemli olmayan, sadece o koltuğa oturmak misyonuna kilitlenen” siyasetçileri kitabında ustaca anlatır. Yalnız Bozbeyli bahsettiği bu kişilerin ismini vermemeye özen gösterir. Zaman zaman mecliste vekillerin üzerine düşeni yapmadıklarında –en azından bunların içinde vicdansız olmadıklarını kanaat getirdiklerim-, vicdanlarının sesine neden kulak vermezler diye düşünüyordum. İşte Bozbeyli merak ettiğim bu sorunun kısmen cevabını verir: “...Bir yanlışlıktan, bir haksızlıktan yararlananlar, haksızlığa karşı koymak gereği duymazlar. İşte demokrasiyi hiçe sayanların gücü buradan geliyor. Bazı kimseler, haklıyla beraber olmaktansa, güçlüyle beraber olmayı daha avantajlı bulurlar. Haklıyla beraber olmak zordur. Emek ister, fedakârlık ister. Çileli iştir vesselâm. Oysa güçlünün hizmetine girmek rahatlıktır. Güçlünün gölgesinde ona da bir şemsiyelik yer düşer. Kusuruna bakılmaz, eksiği görülmez. Sadakati her lekeyi örter.” (s.10)
       
        Bozbeyli, Türk siyasetinin neden çıkmaz sokaklarda dolaştığını kendince anlatmaya çalışır. Parti içi demokrasinin işletilmemesiyle ilgili önsözünde şu ilginç yorumu yapar: “...Kendileri demokrasiden yararlandılar, demokratik basamakları kullanarak yükseldiler ama arkalarından gelecek, gelebilecek olanların yollarını kesmek için, kendi çıktıkları merdiveni yukarı çektiler, çekiyorlar.” (s.9)

        Yazar, karşılaştığı diplomasız bir arifin -bana göre kitabın en güzel anekdotu olan- kallavi değerlendirmesine oldukça şaşırır. Bu arifin cümlelerine hayran olmamanın mümkünatı olmasa gerek. Bir bayram günü Ferruh Bey evinde arkadaşları ile siyasette seçim kanunlarının yetersizliği, seçme seçilme hakkında, seçilenlerin sorumluluğu vs. üzerine sohbet etmektedir. Misafirlerden biri halkın seçimde yanlış kişileri seçtiğini bunun da çok sakıncalı sonuçlar doğurduğundan bahseder. Bozbeyli, buna şiddetle karşı çıkar. Bunun yanlış bir düşünce olduğunu anlatmaya çalışır. Halkın iradesine her ne olursa olsun saygı duyulması gerektiğini belirtir. Tam bu sırada parkın bekçisi bayramlaşmak için kapıyı çalar. Ev sahibi ve misafirler ile bayramlaştıktan sonra oturup, muhabbete katılır. Bu sırada çocuklar yaramazlık yapıp, gürültü yapınca Bozbeyli, çocuklara çok kızar:

         - Haydi çocuklar! Ya sokağa, ya odanıza… Yaramazlık yok, dedim. Bir sessizlik oldu. Yozgatlı park bekçisi:
- Efendi, dedi. Şimdi bu çocukların akılları tabanlarının altındadır. Zamanla dizine, beline, midesine çıkar. Sonra da başlarına varır. Bazen hızlı çıkar, başlarının bir karış üstünde kalır. Bazen başlarına yetişemez, midelerinde kalır. Ana-babanın vazifesi bu çocukların tabanlarının altındaki akılları- başlarına gelinceye kadar, onlara yardım etmektir. Bayramdır, çocuklara dokunma…
Bir sessizlik oldu… biri
- Ne güzel şeyler söylüyorsun. Kimden öğrendin bunları? Dedi.
Babam rahmetli söylerdi. Ama biz aklımızı başımıza alıp da okuyamadık. Öğüdü tutmak, öğüdü vermekten daha zor oluyormuş.
- Aklı başında adam olmak… Yetişmişlik, işte budur. Aklı midesinde kalmış olan insan, okusa da okumasa da aynıdır. Aklı midesinde kalan veya başından bir karış yukarda duran insanlarla birlikte politika yapmak, milletin derdine, ızdırabına çare aramak, havanda su dövmek gibi bir şey.. öyle ya, aklın yeri, baştadır.(s.19-
20)

        73 seçimleri öncesi Ege’ ye seçim geziler yaparlar. Ege’de Aydın’ a uğrarlar. Burada partinin il İdare Kurulu üyesinin birinde kahvaltı yaparlar. Yazar, bu kahvaltıda basit ama önemli bir gözlemini bize anlatır. İsmini ve unvanını açıklamadığı kişinin sofraya davet edilmeden önce oturduğunu, gelen pidelerin etli taraflarını kendisi yiyip kalan kenarlarını da yanındakilerin tabaklarına koyduğunu belirtir. Kendisinin yaşlı olduğu için kenarını yiyemediğini söyler. Bütün bu olanları genel başkan nasıl anlatır:  “Sofrada Türkiye’mizin meselelerinden, haktan, adaletten, sıradan, saygıdan söz ettik. Başka siyasetçilerin kusurlarını anlattık, birbirimize. İşte, böyle arkadaşlarla çıkmıştık, millet yoluna.. Adı büyük, gönlü küçük, açısı dar..Şimdi bizden uzaktalar...Pideleri nasıl paylaştıklarını bilmiyorum.” Bozbeyli, o zaman yanlış gördüğü bu davranışa neden müdahale etmediğini ve sessiz kaldığını şöyle ifade eder: “Bu ve buna benzer olaylar bize birer öğüt olmalıydı ama, hele dur bakalım, her kusuru görmemeli, belki sonu iyi olur, diyerek teselli bulmaya çalıştık. Atalar demişler ki: ‘Her zarar bir öğüt, ne zarar tükenir ne öğüt.’ öyledir. Öğüt, öğütten anlayanlar içindir.” (s.107)

        Bozbeyli’nin siyasi hayatta yaşadığı ihanetler rahmetli Bölükbaşı’nın yaşadıklarından hiç de geri kalmayacak türdendir. Ahlaksız olan insanların bir kısmı bu davranışlarını gizlemede çok maharetlidir. Ancak yatsının gelebilmesi için şartların ve zeminin de müsait olması gerekir. Bu üçü bir araya geldiği takdirde bu insanların ipliği pazara çok rahat bir şekilde çıkar. Yazar, pazarda her türlü ipliğin satıldığını, nelerinde satılabilecek durumda olduğunun ipuçları sayılabilecek birçok olayı bize çok güzel bir şekilde anlatmaya çalışır:

         “…bir arkadaşımız daha vardı. Gayretli, çalışkan, aldığı her işi canla başla yapmaya çalışan, güler yüzlü, esprili, sevimli bir arkadaştı. Cümlelerinin sonunda kafiyeli kelimeler bulmaya çalışırdı. …Nutuklarının münasip bir yerinde, halkın kendisine inanmasını sağlamak için: “Ben müftüyüm, Camiden çıkmış müftüye mi, meyhaneden çıkmış Zühtü’ye mi inanacaksınız?” derdi.
        1973 seçimlerinden bir müddet sonra, özellikle AP’nin halkın vermediğini, diğer partilerden almağa çalıştığı bir dönem başlamıştı. Adam ayartma ve adam ayarlama ilmini oldukça geliştirmişlerdi. Çeşitli vaatlerin yapıldığı, paranın döndüğü rivayet ediliyordu. Bir grup milletvekili de partimizden ayrılmışlardı. Gidenlerin arkasından kızgın sözler söyleyenler vardı. Bir gün:
        - Arkadaşlar, ben gözümle görmedim. ‘gördüm’ diyene de rastlamadım. Pazarlıkta da yoktum. Bir şey söyleyemem dedim. Bir Konya milletvekili: “Ben derim sayın Başkan! Bunlara her yerde satılmış derim. Aksini kendileri ispat etsinler.” demişti. Sonraları, kendi de AP’ye gitti. Ne şartlarda gitti, bilmiyorum.
        Bir gün, teşkilat meclisi toplantısında söz alan Isparta il İdare Kurulu üyesi Muammer Songür, şöyle konuşuyordu:
- Ben bir bakkalım. Benim, Allah’a karşı da, insanlara karşı da, tek borcum teraziyi doğru tartmaktadır. Siz de “devlet terazisini doğru tartacağız” dediniz,  sizin arkanıza düştük. Isparta’da yüz adamdan yetmişine sor, “AP’liyim” der. Benim gibi bir bakkal AP’li olmuş veya olmamış ne çıkar? Ama bir türlü peşimi bırakmadılar. Evimi taşladılar, çocuğumun üstüne araba sürdüler. Rızkımızla oynamaya kalktılar, olmadı. Ben Demokrat Partiliyim. Acaba, bu milletvekili ağabeylerin başına gelenler, benim başıma gelenlerden daha ağır, daha dayanılmaz şeyler miydi ki, partimizi bırakıp gittiler. Bilmiyorum.
Muammer Songür de bilmiyordu. O da, bilmek istiyordu. Son dönemlerde, Türkiye’deki siyasî ortam, hemen her sınıf ve meslekten insanın meclislere girmesine imkân tanıdı. General, profesör, gazeteci, işçi, köylü, imam, avukat, doktor, mühendis, esnaf, öğretmen her zümreden milletvekili ve senatör vardır. Büyük iş sahipleri, bu işe pek heves etmezler. Onların milletvekili ve senatörlerden ahbapları ve arkadaşları vardır.

Türkiye’de, hemen her sınıf ve meslekten insanlar, siyaset sınavından geçmiştir. “Ben öğretmenken, ben üniversitedeyken, daha hür çalışırdım. İşlerimi vicdan rahatlığı içinde görürdüm. Şimdi kendimi kısıtlamış, büzülmüş hissediyorum.” diye yakınanları bilirim.

Bu siyaset sınavından, hocalar, imamlar da geçti. Hâlâ kan-ter içinde sınav salonunda sırasında bekleyenler vardır. Yukarıda sözünü ettiğim, cümlelerini kafiyeli düşürmeye çalışan, müftülükten gelme, milletvekili arkadaşım bir gün bana geldi: “Sen,bu satılma işini gözümle görmedim.” diyorsun ya, benim başımdan bir iş geçti dedi. Uzun bir süre peşimi bırakmadılar. Bir gün evime birkaç sakallı geldi. Hepsi de tanıdığım, sevdiğim, hürmet ettiğim kimselerdi. Aldılar beni kısaca.” Bundan şu çıkar, şundan şu çıkar.” diye, lafı döndürüp dolaştırıp benim Demokratik Parti’den istifa etmeme getirdiler. “İstifa et de, AP’ye geçme, o da olur.” dediler. Terazinin bir kefesinde ben, bir kefesinde de bir milyon vardı. İçimden bir muziplik geçti. “Peki, dedim. Ben bu parayı alsam bile, karımla, çocuğumla beraber yiyeceğim. Karımı içeri çağırıp onunda fikrini alalım.” Bizim hanım geldi. Kendisine olup bitenleri anlattım. “Bu parayı alırsam, ekmek edip yer misin?” diye sordum. Bizim hanım: “Ben seninle müftüyken evlendim. Şimdi de kendimi, milletvekili karısı değil, müftü karısı biliyorum. Paraya ihtiyacın varsa, kendini satacağına evi sat.” dedi.

Adamlar da arkalarına baka baka çıkıp gittiler. Müftü efendi sevdiğim bir arkadaştı. Bir gün o da bizi ve davayı bırakıp gitti. Evine gelenlerin söylediği gibi, partimizden ayrıldı ama, AP’ ye girmedi. Belki de o yetiyordu. Ben bunları müftü efendiden dinledim. “Camiden çıkan müftü varken, meyhaneden çıkan Zühtüye” inanacak değildik ya. (s.92-93)

        Bozbeyli, 1973 seçimlerinde Demokrat Parti’nin Genel Başkanı olarak girdiği seçimlerde 45 milletvekili kazanır. Parti bunu başarısızlık olarak görür. Herkes bundaki sebepleri irdelediği, 1975’teki kısmi senato seçimlerine laf gelince 73 seçimlerinde kaybeden bir arkadaşı bu konuyla ilgili şunları söyler:
        - Valla Sayın Başkan, dedi. Ben bu seçimlerde, yeniden senatör seçilmezsem, benim aile şerefim kaybolur. Bozbeyli, de: “sen aile şerefini, senatör seçildiğin gün kazanmamıştın ki, dedim. Seçimi kaybeden bu kadar insan var. Hiçbirisi sırf bu sebeple aile şerefini kaybetmemiştir.”(s. 98) Bozbeyli, daha sonra bu kişinin Demokratik Parti’den ayrılıp, seçilebileceği bir partiye gittiğini söyler.


DEĞERLENDİRME

        Ferruh Bozbeyli’nin aktif siyasette olduğu dönemlere yetişemedim. Dönemi yaşayan kişilerden kendisi hakkında hep iyi şeyler duydum. Çok yakın bir akrabası olan Abdulmüttalip Bulguroğlu’nun bana anlattıklarından yola çıkarak siyasi nüfuzunun zirvede olduğu zamanlarda, öğretmen olan kardeşi öğretmenliğe; Emlak Bankası’nda memur olan kardeşi memurluğuna devam etmiştir. Bunda ne var? Olması gereken değil mi? diyebilirsiniz. Yaşantısında kırık çizgilerin, alnında kara lekelerin, arkasında hiçbir şaibenin olmadığı şahsiyetlere Süheyl Ünver’in dediği gibi “gıpta ile bakmalıyız.” diyorum. Özellikle kitabında satır arası çok ince mesajlar gönderiyor. Dinlemek isteyen kulaklar, anlamak isteyen beyinler, görmek isteyen gözler, bunları ciddiye alması gerekir diye düşünüyorum. Hele de siyasette faal olanlara, kendilerine yol haritası sayılabilecek bu hatıraları özellikle okumalarını tavsiye ediyorum.
               
(Kayseri Erciyes Gazetesi, 21 Ekim 2008)


[1] Ferruh Bozbeyli, Alaca Siyaset (Siyasî Hikâyeler), 173 sayfa, II. Baskı, 2000, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı