25 Mayıs 2010 Salı

GAZİANTEPLİ BİR GAZETECİ VE SİYASETÇİNİN HATIRALARI: ALİ İHSAN GÖGÜŞ


Gazeteci ve politikacı Ali İhsan Gögüş geçtiğimiz yıllarda hatıralarını yayımlamıştı. Sütunumu Ali İhsan Gögüş’e ve “Hep İsmet Paşa’nın Yanında”  kitabına yer ayırdım[1]
Hatıraların sahibi Ali İhsan Göğüş, Cumhuriyetimizin kurulduğu yıl, dedesi Kethüdazade İbrahim Efendi’nin konağında dünyaya gelir. Küçük Ali İhsan daha 3 yaşındayken 39 yaşındaki babasını kaybeder. Artık zorlu bir yaşam kendilerini bekler. Daha sonra –Antep’in tuvaleti evin içinde olan ilk binası-[2] bu konağı satmak zorunda kalırlar.[3] Annesinin yapmış olduğu fedakârlıklar ve büyük bir aileye mensup olmanın avantajını değerlendirerek başarılı bir hayatın merdivenlerini tırmanır. 

Yazarın babası Antep’in köklü ailelerinden “Göğüş”, annesi de hakeza  “Dai” lerdendir. Kitaptan öğrendiğimize göre ailede ilim erbabı ve aydın oldukça fazladır. Yazarın dedesi (babasının dedesi) Antep Mutasarrıfı Mustafa Paşa’dır. Ali İhsan Göğüş, Başbakanlık eski Müsteşarı ve Devlet ve Milli Eğitim eski bakanlarından Hasan Celal Güzel Beyin dayısıdır. Antep’in savunmasıyla ilgili söylenen “Hani benim mor sümbüllü bağlarım” türküsünün sözlerinin yazarı halk şairi Deli Şerif (Dai) de dayısıdır. Diğer dayısı Antep Harbi’nin sembol isimlerinden, 1920’de Antep’in bir köyüne, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da iki çiftliğini de satıp, şehre okul yaptıracak kadar, ailesinin konağını da Milli Eğitim Bakanlığı’na hibe edecek raddede eğitimin önemine inanmış olan Dayı Ahmet Ağa’dır.[4] Amcalarından biri İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki aktif politikacılarından daha sonra da Milli Mücadele’nin başlamasıyla Karakol cemiyetinde görev yapan, Antep direnişinin örgütlenmesinde unutulmaz katkıları olan, daha sonra da Gaziantep Halkevi Başkanlığı’nı da yapacak olan Ahmet Muhtar Göğüş’tür. Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, babaannesinin kardeşidir. Diğer amcası Hüseyin Cemil de Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nden mezun olur, Arnavutluk’ta hocalık yapar, 1903’te Mecla-i Muarif (Kültürün Aynası) isimli Güneydoğu’da ilk Türkçe gazeteyi çıkarır. I. Dünya Savaşı sonrasında Antep’in İngilizlerin işgali döneminde Antep Haberleri isimli mukavemet gazetesini çıkarır. Daha sonra Hüseyin Cemil Bey tutuklanıp Mısır’da 9 ay boyunca esir kalır. Buraya geldiğinde bu esir kamplarında birçok esirimizin başına gelen akıbet, kendisin de başına gelir: gözleri kör olur… Bu mücadele adamını yazar kendisine bir rehber olarak alır. Dedesi, Hacı Taha Efendi şehrin en zenginlerindendir. Amerikalılar 1877’de dedesinin yanına gelerek Tıp Fakültesi kurmak istediklerini, bunun için gerekli arsayı parayla satmalarını isterler. Okul olacak yerin arsasını satmanın kendi prensiplerine uygun olmayacağını belirterek Kolejtepe semtinin tümünü okul ve hastane olması şartıyla kendilerine verir. Dedesinin ufkunun ne kadar geniş olduğunu da şu küçük ayrıntıdan anlıyoruz. Kolej kurulurken “Göğüş ailesinin çocukları burada okuyacaktır.” maddesini şartnameye koyar..

        Kitabın ilk bölümünde yazarın çocukluğu, ilk ve orta öğretim hayatı, savaştan yeni çıkmış ve yeni il olmuş Gaziantep’in 30 ve 40’lı yılları çok güzel bir şekilde anlatılır. Birçok hatıra ve tarih kitabında karşılaştığımız bu dönemde Anadolu’nun fakirlik ve yoksulluğundan Gaziantep de, Göğüş ailesi de nasibini alır. Yazar, ayakkabıyı sadece okula gittiği zamanlarda giydiğini, otomobil lastiklerinden silgi yaptıklarını, müsamere yapılan önemli günlerde elbiseleri ödünç aldıklarını belirtir. Bütün yokluğa rağmen hayallerinin oldukça geniş olduğunu vurgular. Salgın hastalıklara karşı Gaziantep’te birçok önlemler alınmasına rağmen okulların dahi trahomlu ve trahomsuz olarak ikiye ayrıldığını, kendisinin trahomsuz okulda okuduğunu söyler. II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı ezdiği, savaşın sesini kulaklarımızda, nefesini ensemizde hissettiğimiz yıllarda yoksulluk ve açlığın ülkemizde durumunu yansıtan ilginç, bir o kadar da acı bir anekdot anlatır. Yedek subay olarak görev yaptığı Ağrı’da komutanı bir Yüzbaşıdan dinlediği bir olayı şöyle anlatmaya çalışır: “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Trakya’da askerler çamurlar içerisinde top çekerlermiş. …top çeken iri Macar kadanaları[5] insanlardan daha değerli… Atların yemlerinin içine bir parça da üzüm katarlarmış. Tavla denilen ahırda yerde yem dururken askerler ellerini arkalarında tutmaları zorunluymuş. Yüzbaşının dalgın anında kedi gibi pençeyi atar üzümlü samanı ağzına atarmış Mehmetçik.” (s.49)

        Göğüş, Gaziantep’te Halkevi’nin kurulmasıyla kültürel bir hareketliliğin yaşandığını, Pinokyo isimli kitabı ilk kez burada okuduğunu, okuma sevgisini burada kazandığını belirtir. Halkevi’nin çıkarmış olduğu, kültür dergisi olan Başpınar dergisini takdir eder. Bugün dahi aynı içerik ve dolgunlukta dergilerin olmadığını vurgular. Burada Batı musikisinde konserler verildiğini, Gaziantep’te dahi filarmoni orkestrasının kurulmasına Halkevi’nin ön-ayak olduğunu söyler.

        Yazarın başarılı yaşamının ipuçlarını sezdiğimiz bu kitabında okuduğu okulların ve başarılı öğretmenlerinin faktörü hemen göze çarpar. İlkokul öğretmenlerinden Nilgün Hanım’ın Selanikli olduğunu, idealist bir öğretmen olarak Macar ve Romen danslarını, İsveç rontlarını kendilerine öğrettiğini, bundan dolayı sınıf olarak okul müsamerelerinde hep önde olduklarını, kendisinin önemli törenlerde şiir okuduğunu, Atatürk Antep’e geldiğinde kendisinin çiçek sunduğunu, okul müdürleri Şakir Sabri Yener’in şair ve yazar olduğunu ve müdür beyin şiirini bir törende belediyenin balkonundan okuduğunu belirtir. Yazar ağabeyinin memuriyeti dolayısıyla bir yıl Kastamonu’da okur. Rıfat Ilgaz’ın klasik eserlerinden “Hababam Sınıfı” serisinin esin kaynağı olan Kastamonu Ortaokulu’nda da okuduğunu, filmdeki Mahmut Hoca tiplemesinin tarih hocaları Nihat Dicle olduğunu belirtir. Ortaokuldaki müzik öğretmeni Ferit Ginol’un Halkevi’nde konserler verdiğini, çok iyi keman çaldığını, halk oyunlarında ekipler çıkardığını yarışmalarda başarılı sonuçlar aldığını belirtir.

İstanbul Kabataş Lisesi’nde son sınıfı okur. Nihat Sami Banarlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Samih Nafiz Tansu gibi şair ve yazar öğretmenlerinin olduğunu öğreniyoruz. Samih Nafiz Tansu’nun modern bir tarihçi olmadığını ama hikâyeleştirerek tarihi anlattığını, tarih dersini sevdirdiğini belirtir. Bu öğretmeninden ne kadar etkilendiğini bilmiyoruz ama lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde tamamlar. Üniversitede Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç, Hamit Ongunsu, Tayip Gökbilgin, Doç. Dr. Cemal Tukin, Asistan İbrahim Kafesoğlu gibi hocalardan tarihi yaşayarak öğrendiğini belirtir. Kütüphanesindeki kitapların ezici bir çoğunluğunun konusunun tarih olduğunu belirtir.

GAZETECİLİK YAŞAMI

Daha önceki paragrafta gazeteci Hüseyin Cemil amcasından oldukça etkilendiğinden bahsetmiştim. Ailede ikinci kuşak gazeteci olarak memleketi Gaziantep’te Güney Postası isimli yerel bir gazetede gazeteciliğe adım atar. Tan, Milliyet ve Akın gazetelerinin çeşitli birimlerinde çalışır. Dünya ve Cumhuriyet gazeteleri ile Türk Haberler Ajansı’nda yazı işleri müdürü olarak görev yapar. Kim dergisinde başyazarlık yapar. Türkiye Gazeteciler Sendikası kurucu üyesi olur. Basın Temsilcisi olarak Kurucu Meclis üyeliğine seçilir. Bu bölümde gazetecilik yaşamından kesitler sunar. Özellikle Menderes dönemi iktidarının siyasi olayları hakkında, iktidarın gazetecilere karşı tutumu hakkında ilginç bilgiler sunar. İktidarın muhalefete ve basına nasıl sansür uyguladığını anlatmaya çalışır. İktidarın 54 seçimlerinde Bölükbaşı’nı destekledikleri için Kırşehir’i ilçe yaparak seçmenin cezalandırdığını, 57 seçimlerine giderken Kırşehir‘in geri il olduğunu bu sefer de seçilen Bölükbaşı’nın önce dokunulmazlığının kaldırıldığını daha sonra da cezaevine gönderildiğini, Malatya’nın CHP’yi desteklediği için ilçesi Adıyaman’ı kendisinden ayırıp il yaptıklarını ve bu şekilde Malatya’nın cezalandırıldığını vurgular. 27 Mayıs öncesi hükümetin Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurduğunu, bu komisyonun üyelerinin tamamının iktidar partisinden olduğunu, hükümet tarafından radyoda muhalefet partisinin grup toplantısının haberinin dahi verilmeyerek öbür taraftan da iktidarın radyoyu istediği gibi kullandığından bahseder. İktidara yakın olan gazetelerin istediği kadar kâğıt aldığını muhalif olan gazetelere gerekli kâğıdın verilmediğini bu gazetelerin de kağıdı karaborsadan oldukça pahalıya aldıklarını belirtir. DP iktidarının özellikle son birkaç yılında basına karşı tutumunun çok acımaz olduğunun altını çizerek bu konuyla ilgili birçok örnek vererek birisini şöyle anlatır: 27 Mayıs askeri ihtilalinden altı ay evveldi. Ben Yunanistan'dayken yazı işleri müdürlüğünü Şahap Balcıoğlu yürüttü. O sırada Türkiye'de bir basın depremi oldu. Pulliam diye bir Amerikalı yazar, "12'ye 5 Kala" diye DP'nin artık sonu geldi anlamına gelen bir yazı yayımlamıştı. Ahmet Emin Yalman, Vatan gazetesinde Pulliam'ın yazısına yer vermişti. Arkasından Şahap Balcıoğlu Kim'de yayımlamış aynı yazıyı. Ahmet Emin ile Vatan'ın yazı işleri müdürü Selami Akpınar doğru hapishaneye. Kim alıntı yapıyorsa iki sene hapis cezası! Hapisten çıkışları 27 Mayıs'la oldu. Yunanistan'dan döndüğüm zaman Şahap Balcıoğlu'nu Paşakapısı'nda hapiste buldum.”(s.84) Yazar, bahsedilen bu sebeplerin 60 ihtilaline giden döşeme taşları olduğunu anlatır.

SİYASİ YAŞAMI

Göğüş, 1945 yılında CHP’ye üye olur. 1952’de Dünya gazetesinde çalışırken İsmet Paşa’nın gazeteye uğramasıyla başlayan tanışma daha sonra dostluğu dönüşür. 1957 seçimlerinde Gaziantep Milletvekili adayı olarak seçime girer. Olaylı 57 Antep seçimlerinde suçlu bulunarak soluğu Yozgat cezaevinde alır. 61’de CHP Gaziantep Milletvekili olarak meclise girer. 3 dönem milletvekili olarak görev yapar. İhtilal sonrası III. İnönü Hükümetinde İlk Turizm ve Tanıtma Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak görev yapar. Yazar, eserin “Politikanın İçinde” başlıklı 3. bölümünde siyasi hayatının başlangıcı, I ve II. İnönü Koalisyon Hükümetlerinin kuruluşu, 22 Şubat Hareketi gibi konuları anlatılır. Üçüncü bölümünde bakanlık yaptığı dönemi, siyasi olaylarını, bakan olarak faaliyetlerini anlatır. 38 yaşında bakan olur. İsmet Paşa’ya olan güvenini boşa düşürmemek için işine dört elle sarılmaya çalıştığını, makam aracına yastık koyarak bir yılda 40 bin km gezi yaptığını belirtir. Bakan olarak yaptığı çalışma ve icraatları anlatırken başarı hanesinin karşısına sadece kendi ismini koymaz. Bürokratından şoförüne kadar isimlerini zikreder. Kitabın son bölümünü parti içi muhalefeti anlattığı “İsmet Paşa’ya Karşı Gelenler” bölümü oluşturur. Partideki 8’ler Hareketi, Partinin 67 ve 71 Kongresi, 69 Seçimleri, Turan Feyzioğlu’nun partiden ayrılıp Güven Partisi’ni kurması konularını anlatır. Bu bölüm aynı zamanda -yazara göre- İsmet Paşa’nın parti başkanlığından indirilmesinin adım adım planlarının yapıldığı, Ecevit’in de CHP’nin başına getirilişinin öyküsüdür. Yazarın İsmet Paşa’ya olan bağlılığını -kitabın isminden de anlaşılabileceği gibi hatta kitabın tanıtımının Pembe Köşk’te yapıldığını göz önünde bulundurarak- anlattığı şu cümlelerinden anlıyoruz: “Kuvayı Milliye liderlerine hayranlık duygularıyla büyümüştüm. İsmet Paşa’yı insan olarak görmezdim, o bir kahramandı. Onlar asırların ötesinden kopup gelen ve batmış bir topluluğu tekrar yücelten insanlardı. Bir insanın mucize yaratan insanlara bağlılığı neyse benim de İsmet Paşa’ya bağlılığım oydu.”(s.109) İsmet Paşa’ya suikast teşebbüsünde bulunulduğunda köşkte kendisini ziyaret ettiğinde çok sarsıldığını, ilaçla tedavi edildiğini anlatır. İsmet Paşa’nın siyasi başarılarından ikisini vurgular. İlki ülkemizin II. Dünya Savaşı’na girmemesi, ikincisi de 22 Şubat Talat Aydemir Darbesi’nin başarıya ulaşmamasında İsmet Paşa’nın başarılı politikaları olarak yorumlar. Talat Aydemir’in niçin başarılı olamadığını İsmet Paşa’ya sorar. Paşa’nın cevabı uzun yılların tecrübesinin gösterecek durumdadır. “Ben ölmeyi göze almıştım, Talat öldürmeyi göze alamadı. Bir kumandan muharebeyi evvela kafasında kaydeder. Kafasında muharebeyi kaybeden bir kumandanın zafer kazanması mümkün değildir. Talat kafasında kaybetti. İhtilalci müzakere etmez, müzakereyi kabul ettiği anda kaybetmiş demektir.” (s.106-7) Yazar, rahmetli Bülent Ecevit’i popülist olarak tanımlar. Bu görüşünü doğrulayacak kendisinin çok yakın olduğu birkaç olayı anlatır. İsmet Paşa’nın CHP’nin genel başkanlığından ayrılmasıyla yazar da partiyle yollarını ayırır. Politik yaşamı gibi hatıraları da İsmet Paşa’nın vefat etmesiyle sona erer.

                                       DEĞERLENDİRME

Gaziantep’in -Cumhuriyet döneminde- yetiştirmiş olduğu önemli siyasetçi ve gazetecisinin hayat hikâyesini anlattığı bu eser, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin nerelerden bu günlere geldiğinin de tarihidir. Özellikle Gaziantep’in savaş sonrası, il olduktan sonraki durumunu ustaca anlatmaya çalışır. Öte yandan mesleğimin öğretmen olmasını göz önünde bulundurarak kendisini çok yönlü yetiştiren öğretmenlerin yoğurduğu hamurların nasıl kalıcı hale geldiğinin somut bir örneği olarak bu kitabı verebiliriz. Siyasi hatıraları da politikaya ilgi duyanların okuyabileceği sıcaklıkta olduğunu düşünüyorum. Son olarak da yazarın kendisine ait olduğunu tahmin ettiğim iki güzel vecizesini aktarıyorum. “Hayatta en önemli şey nerede yürüyeceğini, nerde duracağını bilmektir.” “İnsanı sıkıntılar mutsuz etmez, çelişkiler mutsuz eder. ”

        (Erzurum Gazetesi, 25 Mayıs 2010)

[1] Hep İsmet Paşa’nın Yanında, Ali İhsan Gögüş, 174 s., Mart 2008, İstanbul, Remzi Yayınevi
[2] Evin yapıldığı bu dönemde Antep evlerinde tuvaletler avlunun bir köşesinde olur
[3] Daha sonra bu konak annesinin ismini alarak  “Emine Göğüş Mutfak Müzesi” olarak 2008 yılında açıldı.
[4]Şimdi Oğuzeli ilçesinin köylerinden Yona köyü
[5] Kadana: iri, cüsseli at demektir.

18 Mayıs 2010 Salı

KARANLIĞIN RENGİNİ BEYAZA ÇEVİREN KARDEŞLER: KERİM VE SELİM ALTINOK

                                                               
 Yerli başarı hikâyelerini anlatmaya devam edeceğim. İlginç ve bir o kadar da ibretlik iki yaşama buyurun. Görme engelli ikiz kardeşler Kerim ve Selim Altınok’un “Karanlığın Rengi Beyaz” isimli otobiyografisine atıfta bulunacağım.[1] Ne mutlu ki kitaplaşması gereken yaşamlardan iki ömür daha kayıt altına alınmıştır. Kerim ve Selim Altınok kardeşlerin yaşam öyküsü ilk kez 2006 yılında yayınlanmasına rağmen ben birkaç hafta önce haberdar olabildim. Sözü uzatmadan altın kardeşlerin özgeçmişiyle yazımıza başlamak istiyorum.

KERİM VE SELİM ALTINOK KİMDİR?

3 yaşından itibaren görme organlarını yavaş yavaş yitiren Kerim ve Selim Altınok kardeşler 18 yaşında tamamen kör olurlar. İstanbul Hukuk Fakültesini sınıf birincisi ve ikincisi olarak bitirirler. Hukuk fakültesinde okurken eş zamanlı olarak İstanbul Devlet Konservatuarı’nda okurlar. Lisans eğitimlerini tamamladıktan sonra bir kamu kuruluşunda hukuk danışmanı olarak çalışmaya devam ederken diğer taraftan doktora eğitimlerini tamamlarlar. 15 yıl çalıştıktan sonra emekli olurlar.

Selim ve Kerim Bey, satranca erken yaşlarda merak salarlar. Müzik ile hemhal olurlar. Bir düzine müzik aletini çalarlar. Mesai dışındaki zamanlarının çoğunu satranç ve müzik alanında harcarlar. Bazı müzik dallarında kendilerini o kadar geliştirirler ki kendilerine profesyonel müzisyen denilecektir. Bunun yanında özellikle de emeklilik sonrası enerjilerini görme engellilerin yaşam standartlarının daha iyi olmasına yönelik birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görev yaparlar. Birer aktivist olarak çalışan Altınok kardeşler özellikle de görme engellilerin eğitim alanında faaliyetlerine ağırlık verirler. Örneğin görmeyenler için sesli bilgisayar eğitim CD’leri hazırlar, kurslarda öğretmenlik yaparlar. Ülkemizde ilk kez dijital sesli kütüphanenin proje danışmanı olurlar. ABD’ye giderek görme engelliler için çeşitli incelemelerde bulunurlar. Satrançta Türkiye şampiyonluğu bulunan kardeşler Görme Engelliler Milli Takımı oyuncuları olarak ülkemizi birçok defa yurtdışında başarıyla temsil ederler.
  
“Karanlığın Rengi Beyaz” isimli eseri okumak aynı zamanda engelli insanların dünyasına uzun bir yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta görme engellilerin yaşadığı irili ufaklı sıkıntılar, yaşamı kolaylaştırmaya yönelik neler yapılabileceği, bu insanlara anlamaya yönelik pratik bilgiler, kendilerinin ne gibi davranışlar karşısında alındığı ve sevindiği gibi birçok durumdan bahsedilir. Bunun yanında Altınok kardeşlerin yaşam dolu kişilikleri, sosyal ve mesleki yaşamdaki başarıları, kendilerini tabiri caizse bir misyoner gibi engellilere adamaları, müzik alanındaki başarıları gibi birçok sonucun ipuçları ayrıntılarıyla kitapta anlatılmıştır. Selim ve Kerim kardeşlerin görme engellerine rağmen okumaları, yazmaları, araştırmaları, düşünmeleri, spor yapmaları, profesyoneller kadar müziğe hâkim olmaları, satranç ve çeşitli spor dallarındaki gayretleri, görme engellilere yönelik bilgisayar ve internet üzerindeki birikimleri kesinlikle ve kesinlikle okuyanları mest edecek durumdadır. Görme engelli Altınok kardeşlerin yaşam öyküsünden taşlaşmış kalpler, donmuş vicdanların dışındaki herkesin etkileneceğini düşünüyorum. Özellikle engellilerin kendilerine acıma duygusuyla yaklaşılmasından oldukça rahatsız olduğunu belirtirler Selim ve Kerim kardeşler. Bu kardeşlerin başarılarını okuyunca insanın “engelliler”, ”engellilik” kavramını tekrar sorgulayası geliyor. İnsan “Acaba bu insanlar mı engelli yoksa yaşamımızın önemli bir kısmını mazeret üreterek geçiren bizler mi engelliyiz?” diye düşünmekten kendini alıkoyamıyor. Eserdeki iki küçük eksikliğe değinmeden geçemeyeceğim. Anne ve babalarının kendilerinin başarılarına olan katkılarından birçok yerde bahsediliyor fakat ebeveynlerinin eğitim durumu ve meslekleri hakkında hiçbir şeyden bahsedilmemiştir. Bir okur olarak bunu öğrenmek hakkımız olsa gerek. Diğeri de ülkemizdeki önemli görme engelli çoğunluğu sanatçı olan aydınlardan bahsedilirken Mitat Enç, galiba unutulmuştur. Oysa ki kendileri bizden daha iyi bilirler Mitat Enç Altı Nokta Körler Derneği-Vakfı ve Ankara Körler Okulu’nun kurucularından başarılı bir akademisyen ve yazarımızdır. Bu ismin es geçilmesini önemli bir eksiklik olarak görüyorum. Son olarak biyografik ve otobiyografik eserleri ön plana çıkardığımın farkındayım. Bilmiyorum bu satırların müdavimleri nasıl yorumluyor. Bu tarz eserlerin hele de gençler ve öğrenciler için elzem olduğunu düşünüyorum.

(Erzurum Gazetesi, 18 Mayıs 2010)


[1] Kerim-Selim Altınok, Karanlığın Rengi Beyaz, 208 sayfa, 3.baskı, 2008, İstanbul, Laika Yayınları

11 Mayıs 2010 Salı

SIRÇA KÖŞKÜN MASALCISI: KEMALETTİN TUĞCU


        Türk Çocuk edebiyatının zirve isimlerinden Kemalettin Tuğcu, gerek yaşadığı gerek ölümünden sonraki dönemlerde roman ve hikâyelerinin niteliği ve niceliğine göre meslektaşlarından daha fazla kamuoyunu işgal etmiştir. Özellikle 50’li yıllardan günümüze kadar çocuk yaşlarda okumayı alışkanlık haline getirenlerin kahir ekseriyeti ve günümüzdeki birçok şairin, gazetecinin, aydının ve yazarın yazma serüveninde Tuğcu’nun inkâr edilemez katkısı olmuştur. Yazdığı kitaplarla okur-yazar kitlesini bu kadar etkileyen, edebiyat camiasında tahmin edilenin üzerinde ses getiren; yazdığı eser sayısı birkaç yüze ulaşan[1] bu kalemin ilginç yaşam öyküsünü daima merak etmişimdir.

Kemalettin Tuğcu’nun kardeşinin çocuğu ve aynı zamanda kendisi de yazar olan Nemika Tuğcu’nun üst başlıkta ismi verilen yazarın biyografisini elimden geldiği kadar, dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım.[2]

        Yazar Tuğcu, bir subay babanın çocuğu olarak 1902 yılında İstanbul’da ayak tabanı içe dönük olarak dünyaya gelir. Şaziment Hanım ile Galip Beyin ikinci çocukları olan Mehmet Kemalettin’in bu durumu aileyi hüzne boğar. Bu sorunun aşılmasına yönelik arayışlar sonunda bir çıkıkçının yanına götürülür. Bebek kemiklerinin çok yumuşak olduğunu tahtaya sarılması gerektiğini, bir aya kadar bu sorunun aşılacağını, bu süre zarfında sıkıca bağlanan tahtanın sökülmemesi gerektiğini sıkıca tembihler çıkıkçı. Ne var ki küçük Kemalettin’in ağıtlarına babası dayanamaz, sargıları açar. Çocuk rahatlayıp ağıtı biter. Daha sonra aynı çıkıkçıya gidilir. Çıkıkçı daha önce yaptığının tekrar aynısını yapar ve daha önce bulunduğu tembihi yineler. Bu tembihin sonunda da ‘Bir daha açıldığı takdirde çocuğunuz sakat kalır.’ uyarısında bulunur. Galip Bey, çok merhametli olduğundan çocuğunun bu acısına dayanamadığından sargıları kesip atar, tahtaları da camdan fırlatır. Neticede küçük Kemalettin’in ayağında yaralar açılır, aylarca yürüyemez, evin içerisinde diziyle yürümeye çalışır. Fiziksel özründen dolayı okula gidemez. Sakat kalmasının faili olarak daima babasını görür. Galip Bey’in mesleği dolayısıyla yansıyan sert ve otoriter mizacı, o dönemlerin neredeyse karakteristik yaklaşımı olan -hâlâ da Anadolu’da kalıntıları devam eden- babanın çocuğuyla ilişkisinde bir mesafe olması hatta çocuğuna sevgisini bile göstermemeye çalışılması gibi birçok faktörler sonunda Tuğcu içe kapanık, akranlarının yaşantısını imrenerek evde yalnızca yaşamaya mahkûm olur. Dedesine olan sempatisi oldukça fazladır. Özründen dolayı çocukluğunu ve gençliğini yaşayamaz. Eserlerinde merhamet ve öfkeye yer vermesinin en önemli sebebi yaşamış olduğu sıkıntılardır diyebiliriz.

        Evde kendi imkânlarıyla okuma-yazmayı öğrenir. Yaşamının ilk 26 yılı münzevi biçimde evde geçer. Bu dönemi kendisiyle yapılan bir söyleşide Tuğcu şöyle açıklar: “..Ben daima herkesten kaçmışımdır!..Zaten bütün sakat insanlar diğer insanlardan kaçarlar!..Her sakat, biraz üzüntü içerisindedir ve içine kapanıktır. Diyebilirim ki, bazen bir çocuktan dahi kaçardım. Misafir kabul etmezdim. Eve gelen misafirlere görünmemek için pencereden kaçtığım olurdu. Bu yaşlara gelince, cemiyete ve ıstıraplara teslim oldum…” (s.88,89). Çocukluk yaşlarında yazıyı keşfeder. Yazarak hayata tutunmaya çalışır. Yazmaktan o kadar zevk alır ki parmakları yoruluncaya kadar çalışır. Yazma tarzı birçok kişinin şaşıracağı kadar ilginçtir. Yazmak için masanın başına oturduğunda hikâye ve romanının seyrinin nasıl olacağını kendisi bile bilmez. Hatta birkaç eserini yazmaya başlamasıyla bitirmesi bir olur. Yazdığı kitapların tekrar gözden geçirilmesi, tashih edilmesi üzerine dahi durmaz. Bu durumuna şaşıranlara “insanın hazırlıksız, plansız, programsız nasıl rahatça konuşabiliyorsa yazması da bir o kadar normaldir.” diyerek cevap verir. Yazı hayatına girdiği dönemde efkârının dağılmaması ve hiçbir etki altında kalmaması uğruna hiçbir roman ve hikâye okumadığını, yaklaşık 20–25 yıl sinemaya gitmediğini belirtir. İlk romanını çıkardığında 13 yaşındadır. Ağabeyinin okuduğu ve hediye ettiği kitapları okumaya devam eder. Kendisine okula giden ağabeyi bir nebze olsun öğretmenlik yapmaya çalışır.

 Daha sonra sağlık şartları bir nebze iyileşince tespihçilik, duvarcılık, marangozluk gibi birbiriyle alakası olmayan birçok işi kısa süre yapmaya çalışır. Kâtip ve memur olarak yaşamayı düşünür; ancak kaderin kendisine biçtiği rolde, okula gidemediğinden elinde “diploma”sı yoktur. Kendi çabalarıyla Fransızca öğrenir. Birçok çocuk kitapları çevirisi yapar.

        Babıâli’ye mürettip ve matbaacı olarak girer. Türkiye Yayınevi’ndeki çalışmalarından bahsederken Kazım Karabekir’in İstiklâl Harbimiz isimli eserini kendilerinin bastığını belirtir. Yavrutürk, Çocuk Haftası, Ev İşi, Kadın Moda, Binbir Roman ve Resimli Roman, Doğan Kardeş ve Hayat mecmualarında şiir ve hikâye yazar. Aynı anda birçok dergide tefrika edilen yazıları Türkiye’nin gündemine oturur. Böylece Türkiye’de kitapla haşır-neşir olan birçok çocuğun arkadaşı haline gelir. Babıâli de 44 yıl birbirinden farklı alanlarda ve yerlerde çalışır. Ailesinin geçimi büyük oranda yazdıklarına bağlı olanların Türkiye’deki akıbeti Kemalettin Tuğcu ile paralellik arz eder. Telif ücreti olarak dolgun bir ücret alamadıklarını, filme uyarlanan eserlerden de kendisi ölene kadar neredeyse hiçbir ücret alamadığını belirtir yazar.  Eserlerinden uyarlanarak sinema ve dizi haline getirilen çalışmaların yanlış bir Kemalettin Tuğcu çizmesinden gerek kendisi gerek de kitabın yazarı Nemika Hanım rahatsız olur. Örneğin Nemika Hanım, Tuğcu’nun hiçbir eserinde cinayet, tecavüz ve şiddet olmadığını belirtir.

        Edebiyat âleminde küçümsenemeyecek bir kesim tarafından Tuğcu ısrarla görmezlikten gelinir. Yazdıklarının edebiyata giremeyeceğini, kendisinin bir edebiyatçı olmadığını söyleyenler oldukça fazladır. Zaten kendisi de yazdıklarının edebiyat olmadığını belirtir. “Bu kadar okunmayı nasıl başarıyorsunuz?” sorusunu soranlara “Bunu çocuklara sorun” cevabını vermiştir.(s.18) Kendisinin yazdıklarının -ses getirdiği dönem itibariyle- eserlerine eleştirel bakılmamasına hatta hiç yokmuş gibi davranılmasına üzülür. Edebiyatta eleştirinin gerekliliğini, eser sahiplerinin kulaklarına küpe olacak tespitini şu şekilde beyan eder: “Tenkit, edebiyatçılar için gerekli bir şeydir. Bu bir ağacın budanmasına benzer. Budanınca daha derli toplu olur ve daha iyi meyve verir. Edebiyatçılar da eserlerinin tenkide uğramasına sevinirler veya sevinmeleri gerekir. Ama beni kimse tenkit etmedi. Evin Romanları ve sonradan basılan Korudaki Adam, Herkesten Uzak, Anasının Kızı gibi romanlarım hiçbir tashihe uğramadı.” (s.176)

DEĞERLENDİRME

        Yazar Nemika Tuğcu’nun -kendisinin yetişmesinde inanılmaz katkıları olan- amcası, Kemalettin Tuğcu’yu bu biyografiyle anlatmaya çalışır. Nemika Hanım’ın “Sırça Köşkün Masalcısı”nın yeğeni olması, yaşamıyla ilgili birçok hatırayı dinlemesi gibi birkaç faktörün bu biyografiyi daha dolgun kıldığını düşünüyorum. Kaynakçanın kefilliğini göz önünde bulundurarak Kemalettin Tuğcu adına yapılan bu ilk biyografinin birçok eksiği olabilir. Ancak bundan sonra daha güzel çalışmaların yapılmasına vesile olacağını umuyorum. Türkiye’de özellikle 1945 ile 1990 yılları arasında birkaç kuşağın çocuklarına okuma sevgisini alıştıran, eserleriyle kamuoyunda oldukça ses getiren, yazdıklarının niceliğiyle birçok kişinin ağzı açık kalacağı Kemalettin Tuğcu’nun öyküsünü merak edenlerin bu eserden oldukça istifade edebileceklerini değerlendirmekteyim. 

        (Erzurum Gazetesi, 11 Mayıs 2010)



[1] Yazar, bu zamana kadar Kemalettin Tuğcu’nun yayımlanan kitaplarının 312’ye ulaştığını iddia eder. Yayınlanan kitapların isimleri, yayınevleri ve hangi yıl basıldığına dair bilgiler kitabın sonundaki bir bölümde bulunmaktadır. Yayınlanan kitapların basım tarihini incelediğimizde 1970 öncesi basılan kitapların sayısı 26’dır. Buna dayanarak bahse konu olan dönemdeki kitap sayısının bundan daha fazla olacağını tahmin ediyorum.
[2] Nemika Tuğcu, Sırça Köşkün Masalcısı: Kemalettin Tuğcu’nun Yaşamöyküsü, 239 s., 2004, İstanbul, Can Yayınları

4 Mayıs 2010 Salı

BARAK’TAN AVRASYA’YA AÇILAN BİR İŞADAMININ ÖYKÜSÜ: BEKİR OKAN

                                                                                                       
        Öteden beri hatıra geleneğinin ülkemizde cılız olduğu, kökleşmediği hep söylenegelmiştir. Son dönemlerde bu kategorideki kitaplarda gözle görülür bir nicelik artışı ve renklilik yaşanmaktadır. Birçok aydın, yazar, komutan, politikacı, devlet adamı, akademisyen, gazeteci, sanat ve kültür ehli insanlar yaşamlarıyla ilgili anılarını yazmak için kaleme sarılıyor. Yazacak dolgunluğa sahip ama muhtelif sebepler yüzünden yaz(a)mayanlara bazı editör ve gazeteciler yardımcı olmaya çalışıyor. Eli kalem tutan bu insanlarımız, aynı zamanda toplumsal hafızanın hazırlanmasında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş oluyor. Sonuçta yayınevleri arkası arkasına hatıra dizisi çıkarmaya başladı. Daha önceden hatıra kategorisinde çeşitli kitaplar çıkaran yayınevleri bu tarz kitaplara daha çok ağırlık vermek zorunda kaldı. Okurlarda da anı eksenli kitaplara rağbetin yoğunluğunu bazı yayınevi yetkilileri belirtmektedir. Hatıra üzerine yazanları dikkatlice incelediğimizde ciddi bir toplumsal sınıf olan sanayici ve işadamlarımızın istisnalar dışında yazdıkları devede kulak hükmündedir. Oysaki hepimizin bildiği üzere bu insanların özellikle gençlere anlatacağı çok şey vardır.

Bu anlamda sorumluluğunu yerine getiren bir işadamımızı  sütunumda konuk olarak ağırlamak istedim. Yazmış olduğu kitap ile yaşamını bizlere altın tepside sundu. Sözü fazla uzatmayayım, bu sanayicimiz Bekir Okan’dır. Bekir Okan’ın şubat ayında piyasaya çıkan “Barak’tan Avrasya’ya: Yaşadıklarım, Gördüklerim ve Öğrendiklerim” kitabıyla ilgili bir şeyler yazmak istedim.[1]

Kitabın hazırlanmasını Mine Artu üstlenmiş. Eserde zaman zaman Bekir Beyin eşi, arkadaşı ve çocuklarının da görüşüne müracaat edilmiştir. Başarılı işadamının 59 yıllık yaşamı anlatılıyor. “Okan” markasının doğumu, gelişimi ve dünyaya açılmasının ipuçları kitapta masaya yatırılmıştır. Böylesi kitaplarda herkesin ilgisini çekecek noktalar kişiden kişiye göre değişebilir. Okurun altını çizdiği yerler farklılık arz edebilir. Yazarı başarıya götüren olgu ve olayların bazılarının üzerinde özellikle durmak istiyorum.

Gaziantep’in Nizip ilçesinde doğan Okan, 3 yaşındayken babasını kaybeder. İlkokul birinci sınıfta sınıf tekrarı yapar. Çok erken yaşlarda yetim kalan Okan ailesine hem amcaları hem dayıları yardım elini uzatır. Yazar, babalarının yokluğunu aratmayacak şekilde ilgilendiklerini vurgular. 10 yaşında buz satmaya başlar. Avukat dayısının yanında 11-12 yaşındayken bankaya yüklü miktarda para götürüp teslim edecek kadar kendisinden emin birisidir. Ortaokuldaki Matematik derslerindeki başarılarından dolayı Kooperatifçilik Kolu üyesi seçilir. Okul kantinin işletmesini kendisi yapar.

 Liseyi ve üniversiteyi bitirdikten sonra matematik öğretmeni olarak atanır. Girişimci ruhu öğretmenlik mesleğini yapmasına sadece 6 ay izin verir. Öğretmenlik sonrası ticari hayata adımını atar. Memleketi Gaziantep’te ilk özel dershaneyi kurar. Daha sonra Beslen Makarna ve Okan İnşaat şirketini kurmasıyla sanayicilik ile tanışmış olur. Holding biraz büyüdükten sonra şirketini Gaziantep’ten İstanbul’a taşır. İnşaat işlerinden gıdaya birçok alanda Okan markası yaygınlaşır.

Bekir Okan’ın siyasilerle kurduğu iletişim dilini önemsiyorum. Türkiye’de ilk kez Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde yurtdışına gazetecilerin dışında işadamlarının gittiğini, bu tarz ziyaretlerle işadamlarının ufkunun açıldığını, kendisinin de birçok ülkeyle muhtelif temaslar kurduğunu beyan eder. 80 sonrası başbakan ve cumhurbaşkanları ile kurduğu yakın temaslardan kitapta bahseder Okan. Özellikle 90’lı yıllardan sonra da yurtdışına açılır. Özellikle de Kazakistan’ın son başkenti Astana’nın inşasında gerek özel sektöre ait birçok iş merkezi gerek birçok kamu kurum ve kuruluşunun yapımında bulunur. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev ile Bekir Okan’ın samimi dostluğu bir işadamı-cumhurbaşkanı ilişkisinden çok ötedir. Bekir Okan’ın Orta Asya ülkeleriyle sıcak ilişkilerini sadece ekonomik sebeplere bağlamamamız gerekiyor. O insanlara gösterdiği sempati de dikkatlerden kaçmamaktadır.

Türk ve İslam diyarının geri kalmasıyla ilgili yerli aydınlarca birçok tespitler yapılmıştır. Nedendir bilinmez Türklerin bir zaafı üzerinde çok durulmamıştır. ”Türklerin işlerini ciddiye almaması, önemsememeleri.” Bu mikrobun toplumsal bünyemize gireli belki de 3–5 asır olmuştur. Genelde doğu toplumları özelde Türkler hakkında yabancı misyoner, gazeteci, seyyah ve diplomatların gözleme dayalı yazdığı eserlerde Türklerin işini önemsememesi ısrarla belirtilir.[2] Bu kötü alışkanlık ülkemizdeki birçok toplumsal sınıfta maalesef hâlâ devam etmektedir. Şüphesiz bu durumdan rahatsız olan birçok insanımız olmakla birlikte Bekir Okan gibi başarılı işadamlarınca bu mikrobun bünyeden kovulalı çok uzun yıllar olmuştur. Örneğin Bekir beyin eşi Meral Hanım eşinin eşine ve işine olan tutkusunu anlattığı satırlarda bizler için çok önemli bir ayrıntıyı şöyle ifade eder: “Bekir, deyim yerindeyse, evde uyurken bile iş düşünür. Evde bizimle bile konuşurken biliriz ki aklında mutlaka bir iş vardır… Bekir’in özellikle iş konusunda zor yanları olduğunu itiraf etmeliyim. ‘iş’ kelimesi belki de Bekir’in hayatındaki en önemli kelimelerden bir tanesidir.”(s.198) Gerçekten de işini sevmenin, hatta ailesi, çocukları ve eşi kadar sevmesinin profesyonelliğin bir gereği olduğunu bilen bir kitlemiz nihayet oluşmaya başladı.[3]

Özellikle sosyo-ekonomik durumunda değişiklik yaşayan ailelerimizde çocuklarını hak ettiği konum ve değerden daha fazla imkân sunulmaya çalışılıyor. Bu tarz yaklaşımın çocukları daha fazla doyumsuz yaptığına ve çocukların mutlu olamadıklarına şahidiz. 3-5 kuşaktır zengin olan aileler ile ve kurumsallaşmış birçok şirketin yönetici ve sahiplerinin bazıları çocuklarını yetiştirirken kendi zenginliklerine güvenmemelerine yönelik muhtelif telkinlerde bulunduklarını görüyoruz. Yazarın oğlu Can Özkan Okan, babalarının sık sık bu anlamda nasihatlerde bulunduğunu, normal öğrenciler gibi servisle okula gidip geldiğini, üniversite yıllarında imkânları olmasına rağmen yurtta kaldıklarını belirtir. Baba Okan’ın çocuklarına ergenlik çağında araba alınması tekliflerine ret cevabı şöyledir: “18 yaşında bir arabaya binersen, biraz daha büyüyünce neye bineceksin”

Okan Holding bünyesinde ülke ekonomisine katkılarıyla birlikte kurduğu vakıf ile birçok okul yaptırır. 2000’li yıllarda Okan Üniversitesi’ni kurar. Türkiye’de ilk kez Çince ve Rusça tercümanlık ve mütercimlik bölümünün Okan Üniversitesi’nde kurulduğunu yazar belirtir.

DEĞERLENDİRME

Kitabın bir belgesel kıvamında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eserin hazırlanmasında çok yönlü bir insan olan Mine Artu’ya müracaat edilmesi de doğru bir tercih olsa gerekir. Bekir Okan gibi işadamlarının varlığı, ülke ekonomisine katkısı, 100 sene önceki mütefekkirlerimizden bazılarının rüyasının gerçekleşmesidir.[4] Bu rüyanın mimarlarının açtığı yolları genç kuşakların bilmesinin elzem olduğuna kanaat getiriyorum. Kazakistan’ın yöneticilerinin Türkiye’ye olan sempatisinde Bekir Okan faktörünü göz önünde bulundurmamız gerekir. Şu da bir gerçektir ki sadece para kazanmak düşüncesiyle Kazakistan’a gidilseydi bu kadar sıcak ilişkiler kurulmayacaktı. Dolayısıyla ülkemizin yurtdışında itibarını yükseltmeye çalışan üniformalı-üniformasız, resmi-sivil herkesi takdir etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Beri yandan ticaret ve özel sektörde istihdam edilmek üzere hayata hazırlanan(!), diplomalı ve tecrübesiz gençlerin ağzına kadar dolu olduğu bir ülkede Bekir Okan gibi işadamlarının tavsiyelerinin dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

(Erzurum Gazetesi, 4 Mayıs 2010)




[1]  Bekir Okan,”Barak’tan Avrasya’ya: Yaşadıklarım, Gördüklerim, Öğrendiklerim”,  yayına hazırlayan: Mine Artu,220 sayfa, Şubat 2010,İstanbul, Doğan Kitap

[2] Ünlü İngiliz subayı ve ajanı H. C. Armstrong’un Mustafa Kemal Paşa’yı anlattığı “Bozkurt” isimli eserin daha ilk sayfalarında Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi’nin memurluk hayatından bahsederken şöyle bir ifadede bulunur: “Görevine- çoğu Türk memurlarında olduğu gibi- çok ciddi bir özen gösterdiği söylenemezdi.”(H. C. Armstrong, Bozkurt, Çev: Ahmet Çuhadır, 2001, Kumsaati Yayınları, sayfa 13).  Acizâne bunu şu şekilde yorumlayabiliriz. Oryantalistlerin doğu toplumlarına karşı kemikleşmiş yanlışlarından biri de sık sık genelleme yoluna gitmeleridir. Bu söz konusu bakış bir yana belki de Ali Rıza Bey gerçekten işini önemseyen bir kişidir ama Türkler hakkında söylenen bu tespitin doğru olduğunu düşünüyorum.  


[3] Acaba çocuklarının ismini Ahmet, Zeynep, Mehmet koyanların işyerlerine isim koymaya gelince Mary, Helen, John koymalarındaki saiklerin arasında ailesini önemseyen işini önemsemeyen bir zihniyet olabilir mi?
[4] Filibeli Ahmet Hilmi Bey Türkiye’nin yüz yıl önceki acı tablosunu şöyle resmetmişti:  “ Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yoktur.”