1 Kasım 2010 Pazartesi

BİRAZ DA SİZ BENİ DİNLEYİN HATIRALAR

İnsanlar kendinden başka kişilerin yaşamlarını hep merak etmişlerdir. Bu merak duygusu biyografi, otobiyografi, günlük ve hatıra gibi eserlerin yazılı edebiyata kök salmasına neden olmuştur. Özellikle de anıların okura cazip gelen tarafları vardır. Hele de sanatçı ve yazarların hatıraları daha da ilginçtir. Okurun eser ile yazar arasında kurmaya çalıştığı bağlantının ne derece doğru ve sağlıklı olduğu anılar üzerinden sorgulanır. Kitabın kahramanlarının ne kadarının hayal ne kadarının gerçek olduğu; yazar ve şairin niçin o eseri yazdığını -bir nebze de olsa- hatıralar açıklar. Ülke tarihinin yazılmasında önemli görevlerde bulunmuş, bir hayat içerisine birkaç hayat sığdıran çok yönlü yazarların hatıraları daha önem kazanmaktadır.

Şair ve yazar Yahya Akengin de hatıralarını yazan meslektaşları arasında yerini aldı. “Bir Semaverlik Muhabbet” geçtiğimiz aylarda yayımlandı.[1] Esere geçmeden önce yazarı tanımayanları göz önünde bulundurarak Yahya Akengin’in kim olduğunu birkaç cümlede şöyle özetleyebiliriz. Akengin, 12 yıl ortaöğretim ve üniversitede Türk Dili Edebiyat öğretmenliği yapar. Kültür Bakanlığı Başmüşavirliği, TRT Ankara Radyosu Tiyatro ve Eğlence Yayınları Müdürlüğü, TRT Yayın Değerlendirme Müdürlüğü gibi önemli görevlerde bulunur. Edebiyat dünyasına Hisar dergisiyle adım atar. Hisarcılar ekolunun şair ve yazarları arasında olan Akengin, şiirden romana, senaryo ve radyo oyunlarından, tiyatro ve hatıra eserlerine kadar edebiyatın neredeyse her türünde toplam 30 eseri mevcuttur.[2] Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği(İLESAM)’nin kurucu başkanlığını, Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı’nın da hâlen başkanlığını yapmaktadır.

Yazar, eserini hatıra olarak görmekle birlikte daha çok kendisinin deyimiyle fikri hesaplaşma yolunu tercih etmiştir. Kültür, sanat ve siyasette isim yapmış yüzlerce kişiye atıfta bulunur. Yahya Akengin, siyaset-yazar ilişkisinden, iktidarlar karşısında hareket alan yazar ve sanatçılara, edebiyatçıların ideolojik olarak cepheleşmelerine, sol dışındaki sanatçı ve yazarların duruşundan, siyasetçilerin kültür ve sanata bakışına, sivil toplum örgütlerinin içyüzünden, kendisinin öncelik ettiği ve katıldığı bazı kültürel etkinliklere kadar birçok konu hakkında düşüncelerini serdeder. Genelde Türk edebiyatı yazarlarında özelde sağ eksenli aydın ve yazarlardaki kapris,  kıskançlık ve yer yer düşmanlığa varacak bakış açısı dikkat çekmektedir. Yazar, kitabında birçok siyasetçi, yazar ve sanatçı ile yaşadığı anıya yer verir. Bu hatıralarda özellikle portrelerin itici, soğuk tarafı, istenmeyen yüzleri öne çıkmaktadır. Buradan hareketle hem kendi fikrini hem de karşıdakinin kişiliği ve dünya görüşünü sorgular. Kendi fikri yelpazesine ait olanlarla yaşadığı çelişkiyi anlatırken şu ifadeyi söylemekten çekinmez: “Fikir olarak hep solla mücadele içinde bulundum, ama darbeyi hep sağdan yedim.” 1992’den 2006’ya kadar lise ders kitaplarına eserleriyle katkı sağlar. Programın değişmesiyle birlikte ders kitaplarından yazarın eserleri çıkartılır. Tatmin edici bir açıklama almamakla birlikte Milli Eğitim Bakanı H. Çelik’in etnikçi tavrını ve uygulamalarını eleştirdiği, kitaptan çıkarılan “Eski Çarıklar” isimli hikâyede cephe gerisinde ihanet eden Ermenilerden bahsettiği için sakıncalı hale geldiğini belirtir.(s.61)

Edebiyat dünyasındaki ideolojik bölünmenin şimdilerde bile yaşandığı ortada iken Soğuk Savaş yıllarının Türkiye’de etkisinin en yoğun yaşandığı 70li yıllarda ne kadar şiddetli olduğunu az-buçuk tahmin edebiliriz. Cemil Meriç’in “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün..” sözünü doğrulayacak birçok bilgi, tespit ve değerlendirme eserde mevcuttur. Yazar, Hisar’da yazan İlhan Geçer’in Varlık dergisinde de yazdığını, daha sonra bazılarının Varlık yöneticilerine “ O varsa biz yokuz.” dediklerini, bundan sonra Geçer’in Varlık ile yollarının ayrıldığını belirtir. Oktay Akbal’ın yazılarında açıkça “Sağdakilerin aleyhinde bile yazmayın, çünkü dolaylı yoldan reklamlarını yapmış olursunuz.” şeklinde arkadaşlarını uyardığını söyler. (s.27)

Kitapta küçük bir bölümde anlatılanlara yazımın önemli bir bölümünü oluşturacak kadar yer ayırdım. Yazar, Gülen Cemaatinin yurtdışındaki okullarıyla ilgili kamuoyunda bilinenlerden farklı bir bakış açısına sahiptir. Akengin, Gülen Cemaatinin faaliyetlerine ilk zamanlarda destek verir. Daha sonra cemaatin hareket alanındaki bazı çalışmaları karşısında kendisini tatmin edici cevaplar bulamadığını beyan eder. Bunlardan birisine kitapta değinir. Cemaatin yurtdışındaki Türk okullarının kamuoyunda bilinmeyen bir yönünü vurgular. Gülen Okullarının Üsküp’teki Yahya Kemal Koleji’ni ziyaretinde bir edebiyat sınıfına girer. Burada karşılaştığı manzara son yıllarda Türkçe olimpiyatlarında ısrarla vurgulandığı gibi Türkçe ve Türk kültürüne vakıf bir görüntü değildir.[3] Sözü yazara bırakalım: “Sınıfta öğrencilerden bir Yahya Kemal şiiri okumalarını istedim. Çıt yoktu. ‘Çocuklar Yahya Kemal’i biliyor musunuz?’ Ses yoktu. ‘Çocuklar Yahya Kemal burada doğmuş bir Türk şairidir, okulunuz O’nun ismini taşıyor…’ Öğrenciler şaşkın şaşkın bana bakarken. ‘Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum, Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum’ mısralarını ve devamını okumaya başladığımda gözleri ışıldamaya başlamıştı. Hocalarını göstererek, biraz da sitemli bir sesle ‘Sorsaydınız öğretirdi hocanız…’ diyerek sınıfı terk ettim. Daha sonra öğreniyorum ki Kırım’daki Gaspralı İsmail’in adını taşıyan okulda da Gaspralı bilinmiyor.

Her yıl düzenlenen ‘Türkçenin Şampiyonları’ gösterilerinde yabancı öğrencilerin bülbül gibi Türkçe şarkı, türkü ve şiir okumalarını izleyenler gözyaşını tutamaz. ‘Dünyanın dört bir yanına Türkçe öğretiliyor’ düşüncesiyle takdir ederler. Oysa bu çocuklarla baş başa kaldığınızda ‘Adın ne?’ diye sorsanız anlamadığını görürsünüz. Ben bunu da gördüm.  Ajda Pekkan’ın Fransızca şarkı söylemesini duyan bir Fransız ‘Dilimizi ne güzel biliyor…’ diyebilir.” (s.113–4)

Ülkemiz aydınının cehalet antolojisine yazar birçok anekdot ile katkı sağlar. Bunlardan sadece birisini anlatacağım. Olay tam Aziz Nesin’lik bir hikâye. Türkiye’nin bu ahvaline güler misiniz, ağlar mısınız? 12 Eylül sonrasında bir dönem Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığında bulunan -Türkoloji mezunu- ismini açıklamadığı bir kişi Akengin’e merak ettiği bir durumu sorar: “Yahu Yahya Bey bak şimdi hatırladım, yeni yayımladığımız kitapların bütün yazarlarının adreslerini tespit ettik, telif haklarını gönderdik. Bir tek Kâtip Çelebi’nin adresini bulamadık. Sen bize yardımcı olabilirsiniz.” Donup kalan yazar espriyi patlatır: “Sanırım Karacaahmet’te olmalı ama ada pafta numaralarını öğrenmek gerekir.”(s.151) Son olarak Yazar tanıdığı ve aynı ortamda bulunduğu önemli kişilere ait kendince yanlış, eksik ve zaaf olarak gördüğü durumları hasıraltı etmezken, bahse konu olan kişinin kimliğini ifşa etmez.

         (Türk Yurdu Dergisi, Kasım 2010 Sayısı)





[1] Yahya Akengin, “Bir Semaverlik Muhabbet: Biraz da Siz Beni Dinleyin Hâtıralar” 176 sayfa,  2010, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları, www.bilgeoguz.com.tr
[2] Kitapta Akengin’in özgeçmişinde yayımlanan eserlerin isimleri mevcuttur. Buna göre yayımlanan eserlerin sayısı 30’dur.
[3] Cemaatin Yurtdışındaki Türk Okullarını ziyaret eden Türk aydınlarının gözlemleriyle ilgili bir kitap okumuştum. (Toktamış Ateş vd. Barış Köprüleri: Dünyaya Açılan Türk Okulları, 2005, Ufuk Kitapları) Bahse konu olan kitapta Akengin’in bu tespitlerini destekleyecek bazı küçük değerlendirmeler mevcuttur. Aydınların hemen hemen hepsi Türk Okullarıyla ilgili olumlu görüş beyan etmiştir. Bazıları konuyla ilgili önemli eleştirilerde bulunmuşlar. Mehmet Ali Kılıçbay ve Büşra Ersanlı yabancı ülkelerdeki gördüğü okullarla ilgili izlenimlerini aktarırken kütüphanelerinde çok az Türkçe kitap bulunduğunu, bulunan kitapların da Türkçe sevgisini vermeyeceğini, örneğin neredeyse Türk klasiği hiçbir kitapla karşılaşmadığını Ersanlı söyler. Öğretilen Türkçe’nin hedeflenen düzeyde olmadıklarını beyan eder. Süleyman Seyfi Öğün de buna paralel olarak okullarda verilen eğitimde fen ve matematik bilimlerine çok önemli ehemmiyet göstermelerine rağmen sosyal bilimlerin oldukça cılız olduğunu vurgular. Gözlemlerini anlattığı makalenin değerlendirme bölümünde bu rahatsızlığıyla ilgili çok ciddi uyarılarda bulunur: “…bir sosyal bilimci olarak, insan temelli bir tarih bilincinden kopuk, estetik ile bağlantısı zayıf bir okullaşmanın bana bir noktadan itibaren çok fazla bir şey söylemediğini de belirtmeliyim. Kuru bir bilimcilikle harmanlanan ahlâk eğitiminin zaman içinde kuruyabileceğini düşünüyorum… Ve yine belirtmeliyim ki, pekişmiş bir tarih bilinci ve kültürel bağlarla beslenmeyen bir Türkiye sempatisinin çok uzun ömürlü olmama riskini hesap etmek gerekiyor. Dağınık coğrafyaların insanlarını bir araya getirip ortak bir olgunluğun içinde kaynaştıracak olan şey fizik ya da kimya deneyi değildir. Lakin insan merkezli bir tarih bilinci olabilir.”(s.104)