26 Ocak 2010 Salı

ALEKSANDR PUŞKİN’İN ERZURUM YOLCULUĞU

       
Kendi çapımda iyi bir kitap okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Okuduğum kitapları dar bir çevrede bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar arkadaşın, dostun dışındakilerle paylaşamamanın sıkıntısını uzun yıllardır yaşıyordum. Bu sancıları dindirmenin bir çaresi olarak okuduklarımı daha fazla kişiyle ve düzenli olarak paylaşma duygusunun sonucunda iki yıldır kitap tanıtım yazıları, kitap değerlendirmesi daha doğrusu kitap özeti denilebilecek yazılar yazmaya başladım. Uzun yıllar sonra “kitap eleştirmeni” olmayı kendime hedef kıldım. Bir kitabın ana fikrini, omurgasını hatta tabiri caizse kaymağını okuyana sunmaya çalışıyorum. Kitapların arka kapağındaki tanıtım yazısı olarak tasarlanan yazıları eserin içerisinden çıkaran yayınevinin editörlerine, eserleri özümseyip sunuş yazan kalemlere gıpta etmişimdir. Bazen de bu yazı bundan daha iyi nasıl anlatılabilir, nasıl tanıtılabilir deyip teslim olduğum anlar olabiliyor.

İşte tanıtmaya çalışacağım bu eserde[1] böyle bir durum olduğunu itiraf edebilirim. Ne yalan söyleyeyim bu kitabın çevirmeni, şair Ataol Behramoğlu’nun yazmış olduğu “Önsöz” ile Dr. Candan Badem’in yazmış olduğu sunuş bölümünden oldukça etkilendiğimi belirtebilirim.  

Birçok edebiyat eleştirmenine göre; İngilizlerin Shakespeare’ı ve İtalyanların Dante’si neyse Rusların Puşkin’i odur. Rus edebiyatının aynı zamanda kurucusu olarak görülür. Puşkin, 38 yaşında çok genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmesine rağmen bu kısa ömrüne birçok kallavi eseri sığdırmayı başarır.

        Rus Devletinin zirveye çıktığı zamanlar ile Osmanlı Devletinin gerilemeye, çökmeye başladığı dönemler çakışır. Bu iki komşu devletin toplam 9 büyük savaş yaptığını tarih açık bir şekilde bize söyler. Milletler mücadelesinin tüm acımasızlığıyla devam ettiği İlber Ortaylı’nın deyimiyle “İmparatorluğun en uzun yüzyılı”nda Rusya ile Osmanlı Devleti arasında 1828–1829 yılları arasında yapılan ikinci büyük savaşta Puşkin, az bilenen diyarları görmek, bir tanık olmak gayesiyle bir sivil olarak orduya katılır.

        Yazar 1829 yılında Osmanlı-Rus Savaşı’nın Doğu Cephesindeki bölgeye, bir tanık olarak katılır. Moskova’dan Tiflis’e, buradan Kars ve Erzurum’a olan yolculuğunda muharebenin yaptığı tahribat ve yol güzergâhındaki birbirinden farklı yerleşim alanları, milletler, kültürler, gelenek ve görenekler hakkında tespitte bulunur. Örneğin Çerkezler ve Kırım Tatarları hakkında olumsuz yargılarını beyan eder. Bunların güvenilemeyecek milletler olduğunu, eşkıyalığın normal yaşam tarzları olduğunu, silahsız yaşamayacaklarını belirtir. Osetlerin bir cenaze merasimine katılır. Bunların yoksul olmalarına rağmen yolculara iyi davrandığından bahseder. Ömrü boyunca Rusya ve Türkiye dışında Tiflis’teki hamamlar gibi iyi ve güzel hamamlarla karşılaşmadığını belirtir. Buradaki pahalılığa ve sıtmalı hastaların cıva içilerek tedavi edilmesine şaşırır. Puşkin, ordunun maiyetinde olmasına rağmen Türkler hakkında oldukça insancıl yaklaşmaya çalışır. Hatta eseri yazdıktan sonra Rus ordusunun propagandasını yapmadığı için birçok eleştiri de alır. Türklerden bahsederken savaş ortamında olduğundan olsa gerek birkaç yerde düşman diye bahseder. Bunun dışında Türkler hakkındaki değerlendirme ve tespitlerinde objektif olmaya çalışır. Yazar, Erzurum’un teslim alınma sahnesini, buranın en yetkili askeri komutanın sarayı hakkındaki izlenimleri ve geri dönüşü hakkında epey bilgi verir. Teslim olan Serasker ve birkaç Paşayla tanıştırılır. Puşkin’in şair olduğunu söylemesiyle burada bulunan Türk Paşalardan birisi kendisine yakınlık hisseder ve şu güzel tespiti yapar: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.” (s.69)

        Yazarın mecruh olmuş bir Türk askeri hakkındaki gözlemleri; hem kaleminin kuvvetini hem de mümkün mertebe Türkler hakkında önyargılı olmadığını ortaya koyar: “Atım yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdu. On sekiz yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içerisinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı.” (s.57)

        Son olarak kitabın daha iyi anlaşılmasına yönelik çevirmenin Önsözü, Badem’in Sunuşu ve kitabın sonundaki indeksin dışında kitabın sansürlenen bölümleri, Puşkin’in yolculuk sırasında tuttuğu notlar, yol güzergâhındaki yerleşim birimlerinin ve dönemin Rus komutanlarının resimleri oldukça yer tutar. Dönemin daha iyi anlaşılmasına yönelik görsel malzemelerin kullanılmasının da yerinde olduğunu düşünüyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 26 Ocak 2010)




[1] Alesandr Sergeyeviç Puşkin, Erzurum Yolculuğu, Çeviren: Ataol Behramoğlu, 94 sayfa, 2.baskı, 2008, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları.

17 Ocak 2010 Pazar

KISA BAŞARI ÖYKÜLERİ

        Toplumumuzda kişisel gelişim alanındaki kitaplara ve yazarlara karşı inanılmaz bir önyargı var. Şüphesiz bu önyargının kemikleşmesinin muhtelif sebepleri bulunmaktadır. Yanılmıyorsam birkaç yıl önce bir gazetenin kitap ekinde soruşturma dosyası olarak “çok satan-az satan kitap” konusunda bazı yayınevi yöneticilerinin görüşlerine müracaat edilmişti. Söz dönüp dolaşıp kişisel gelişim kitaplarına gelince bir yayınevinin yöneticisi kendilerine günde ortalama 15–20 kadar kişisel gelişim üzerine kitaplaşmaya aday dosyanın geldiklerini söylemişti. Hâlbuki hepimizin tahmin ettiği üzere (Türkiye’de belki birkaç istisna yayınevinin dışında) tarih, sosyoloji, şiir, edebiyat, araştırma ve inceleme vs. gibi farklı alanlarda bir yayınevine günde bu kadar sayıda kitaplaşmaya aday dosya gelmez. Buradan şu sonuca varabiliriz. Yazı konusunda çok kısa sürede başarmayı arzulayanların en azından hatırı sayılır bir kısmı rahat at koşturacağı alan olarak “kişisel gelişim” alanını görüyor. Bunun dışında nasihat verme durumundaki öğretmen, ebeveyn, subay, imam, siyasetçi vs. gibi rollerde bulunanların tamamı için geçerli olan dengeli ve ölçülü üslup kişisel gelişim üzerine yazanlar için de zaruridir.[1] Ülkemizde kişisel gelişim üzerine yazılanların çoğunluğunda okuyucu için çok iddialı ve parlak sözlerle döşenmiş cümleler, internet üzerinde şehir efsanesi haline gelen hikâye ve sözlerin yoğun olarak kullanılması hemen dikkat çeker. Ayrıca ülkemizdeki bu kitapların ezici bir çoğunluğu biyografilerden istifade etme yolunu neredeyse düşünmezler. Saydığım ve sayamadığım sebepler yüzünden bu tarz kitapların çok ciddi okuyucusu olmadığını düşünüyorum.  

        Ülkemizde özellikle de 90’lı yılların sonu ile 2000’li yılların başında kişisel gelişim alanında yukarıda bahsettiğim önyargıları yıkmaya çalışan bir yazar sahneye çıktı. Bu genç yazar,[2] kitapları alanında çok satan kitaplar listesinde uzun zaman liste başı olan Mümin Sekman’dır. Kitaplarından çoğunu zevk alarak okumuştum. Sekman, aynı zamanda Kişisel Gelişim Merkezi’nin de kurucularındandır. 2009 yılında kendisinin önderliğinde KİGEM’deki birkaç arkadaşıyla birlikte “İnsan İsterse: Azmin Zaferi Öyküleri” isimli bir dizi kitap çıkartmaya başladılar. Bu serinin 4. kitabıyla ilgili bir yazı hazırlamaya karar kıldım.[3]

        Kitap, Sekman ve birkaç arkadaşı tarafından hazırlanan 15 başarılı kişinin kısa öykülerinden oluşmaktadır. Kahramanlarından 12’si Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Kalan 3’ü de yabancıdır. Kitabın kahramanları birbirinden farklı alanlarda yetişmiş, bir kısmı kamuoyunun pek tanımadığı kişilerdir.

         Bu kahramanların bazılarını şöyle sayabiliriz. Bunlardan birisi, Kazakistan’dan uzun göç sonrası ülkemize ulaşan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, okul yüzü görmeden, kendi çabasıyla 4 dil öğrenen, NATO’da uzun yıllar çalışan, İzmir’in Kemalpaşa ilçesinin Nif Dağı eteklerinde “Kazak Vadisi” görüntüsünü anımsatan Alaş Kımız Çiftliğinin kurucusu Şirzat Doğru’dur. Bir diğeri, ringlerin asi çocuğu Mehmet Ali Clay’dir. Bir başkası, 110 kitap, 2000 öykü yazarak fakirlik gömleğini yırtıp tarihe geçen Aziz Nesin’dir. Dünyaya mayo ihracıyla tanınan Zeki Triko’nun sahibi Zeki Başeskioğlu başka bir örnektir. Bir diğer örnek, doğduğu köy evinde kitap olmayan ancak cehdi ve azmiyle Divan şiiri sahasında profesör olan, emekliliğine sadece 2 ay kala ordudan atılıp ordu kadar okuyucusu olan İskender Pala’dır. Erkeklere meydan okuyup kadınların özellikle de basın-yayın alanındaki en büyük kanaat önderlerinden Duygu Asena bir diğer örnektir.

Diğer seçilen örnekler ise, 2,5 yaşında babasını kaybedip, dershaneye gitmeden Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanan müzisyen Teoman’dır. İnşaat ve turizm alanında her geçen gün büyüyen Ağaoğlu Şirketler Grubu’nun patronu Ali Ağaoğlu’dur. Hiç dil bilmeden gittiği İngiltere’de yıllar sonra Engilish Time ve Gökdil markasıyla İngiltere, Kanada ve Amerika’da 25 şubede 30000 öğrenciye yabancı dil öğreten Time Education Group’un ‘ceo’su Kazım Kahraman’dır. Nobel ödüllü, “Gulag Takım Adaları” isimli kitabın yazarı Aleksandr Soljenitsin’dir. Beşiktaş’ın efsanevi Çarşı Taraftar Grubunun lideri Alen Markaryan’dır.

DEĞERLENDİRME

        Bahse konu olan kişilerin başarılarının dönüm noktaları üzerinde durulmuştur. Özgeçmişleriyle ilgili çok dolgun olmayan ama başarı için gerekli yüzeysel bilgilere başvurulmuştur. Yer yer bu kişilerin başarı hakkındaki sözleri ve icraatlarından oluşan küçük bir bölüm oluşturulmuştur. Kitabın kahramanlarının başarı limiti kişiden kişiye göre değişebilir. Ayrıca özellikle Türkiye’ye yönelik kahramanların çoğunluğunun doğduğu eve bakarak sessiz, üniformasız, tuzu kuru olmayan Türklerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Son olarak özellikle de hazırladığı pankartlarla uluslar arası haber kanallarına konu olan Beşiktaş Çarşı Taraftar grubunun lideri Alen Markaryan’ın mesleğindeki başarısıyla ilgili söyledikleriyle sizi baş başa bırakıyorum: “Beyin hep aynı yere odaklanınca güzel ve yaratıcı şeyler çıkıyor. Çünkü sabah akşam Beşiktaş’la yatıp kalkıyoruz.  Sürekli buna odaklı düşününce başarılı şeyler geliyor. Diğer insanlardan farkımız şu; diğerleri için maç, 19.00’da başlar, 20.45’te biter. Oysa bizim için günün tamamı Beşiktaş! “ (s.183)

        (Erzurum Gazetesi, 17 Ocak 2010)




[1] Burada biraz uzun olacak ama anlatmak istediğimin daha iyi anlaşılmasına yönelik konuyla ilgili birkaç fıkra ve anekdotun yeridir herhalde. Öğretmen her zaman olduğu gibi sınıfta tek düze bir şekilde ses tonunu bile değiştirmeden dersini anlatmaya çalışır. Bir öğrencisinin uyuduğunu fark eder. Kendisini uyarıp neden uyuduğunu sorar. Öğrencinin cevabı yerindedir: “Sen de bizim uykumuzu getirme”.--- Baba oğlunun okul başarısındaki hali karşısında yavrusunu sürekli akranları ve arkadaşlarıyla karşılaştırır. Günlerden bir gün her zaman ki gibi: “Arkadaşın filan, mahallemizden filanın oğlu, doktorluğu ve mühendisliği kazansın. Sende daha bir şey yoktur”, deyince oğlu dayanamaz, cevabı yapıştırır: “Baba, senin yaşındakiler Belediye Başkanı, Milletvekili, Bakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı oldu da sen neden berber oldun.”--- Üçüncü bir anekdotu uzun yıllar önce bir yerde okumuştum. Tam olarak hatırlayamıyorum. Doğan Cüceloğlu, “aile içi sıcak ilişkiler” konusunda bir yerde seminer verirken kendisini kaptırır. Çok iddialı cümleler kurmaya başlayınca bir dinleyici dayanamaz. Hocaya şöyle seslenir: “Hocam her şey güzel de bu işler bahsettiğiniz kadar kolaydı da siz neden eşinizden boşandınız?” diye sorar. Bu anlattığım örnekler belki uç örnekler olarak görülebilir. Burada anlatılan olaylardaki cevabı verenler belki birçoğumuz tarafından haksız görülebilir. Ama burada öğretmenin, babanın ve hocanın konuşurken keskin ifadeleri, nasihat sınırında ölçüyü kaçırdıklarına şüphesiz hepimiz hemfikiriz.
[2] Mümin Sekman, kadın yazarlar gibi özgeçmişine doğum tarihini yazmayanlardandır. Oysaki kadın yazarlardan farklı bir gerekçeyle yaşını belirtmiyor. Yaptığım mini araştırmaya göre doğum tarihi 1976’dır. Türkiye’de “Mümin Sekman” markasının doğumunun yirmili yaşların başında olmasına ben de çok şaşırmıştım. 
[3] Dizi Danışmanı: Mümin Sekman, İnsan isterse: Azmin Zaferi Öyküleri 4, 205 sayfa, Kasım 2009, İstanbul, Alfa Yayınları

5 Ocak 2010 Salı

BİR TATAR AYDININ GÖZÜYLE AVRUPA (1899)

            Modern Tatar edebiyatının zirve isimlerinden Fatih Kerimî, devrin Tatar işadamlarından, arkadaşı Şakir Remiyev ile birlikte belirledikleri plan dâhilinde 15 Şubat 1899’da Oranburg’dan çıkıp sırasıyla yüzyılın Avrupa devletlerinin en gözde şehirleri Moskova, Petersburg, Almanya, Berlin, Köln, Brüksel, Paris, Nis, Monte Karlo, Viran, Viyana, Budapeşte, İstanbul ve Bahçesaray’ı kapsayan 1 Haziran 1889’da memleketleri Orenburg’da biten,  yaklaşık 3.5 ay kadar süren bir seyahata çıkarlar. Bu seyahatte yol arkadaşı, altın madenleri işletmecisi olan Şakir Remiyev’in asıl amacı söz konusu işletmelerinde kullanılacağı modern aletleri görmek, satın almak olduğu için bunlarla ilgili fabrika ve işletmeleri bazen Kerimî ile birlikte bazen de yalnız başına ziyaret eder. Kerimî, gittikleri her şehirde mümkün olduğu kadar meşhur kütüphaneleri, botanik bahçelerini, asar-ı kadime ve ilm-i tarih müzelerini, tarihi sarayları, tiyatro ve operaları ziyaret ve temaşa eder. Bu gözlem, duygu ve düşüncelerini daha sonra kâğıda döküp –kendisinin deyimiyle risale olarak- 1901 yılında Rusya’da yayımlar. Rusya’da yayımlanmasından yaklaşık bir asır sonra başta Doç Dr. Mustafa Öner, Dr. Fazıl Gökçek Bey ve Çağrı yayınevi yetkilileri sayesinde Türk okuyucusunun karşısına çıkar.[1] Bu seyahatnamenin başkahramanı Fatih Kerimî’nin Türkiye‘de çok fazla tanınmadığını düşünerek tanımayanlar için derlediğim özgeçmişini sunuyorum.

FATİH KERİMÎ KİMDİR?[2]

        Fatih Kerimî, Tataristan’ın Sama eyaletinin Böğülme ilçesinin Minlibay köyünde 1870’de bir molla ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, Çırçılı Medresesi’ndeki temel eğitimi sırasında başarılı bir öğrenci olarak dikkat çeker. Babası onu Çistay Medresesi’ne gönderir. Burada 7 yıl öğrenim görür. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döner. Köyünde öğrenci yetiştirmek için bir medrese açar. Fakat bu medreseden istediği verimi alamayınca tam bu sırada İsmail Gaspralı’nın “usul-i cedid” adıyla başlattığı yeni öğretim tarzından haberdar olur. Hemen Gaspralı’nın yanına Kırım’a gider. Kendisiyle tanışır ve bu yeni öğretimin mahiyetini kavrar. Devrinin önemli bir aydını olarak yetişir. Bu öğrendiği usulü tatbik etmek amacıyla memleketinde bir mektep açar. Ve bunda da başarılı olur. Böylece, Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, İdil boylarında ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif tarihinde önemli bir yere sahip olur.

        Fatih Kerimî, on bir yaşına kadar babasının açtığı medreseye gider. Babası gibi Çistay Medresesi’nde öğrenimine devam eder. Bu medresede öğrenimini 11 yılda tamamlar. Bu eğitimini devam ederken aynı anda iki yıllık Rus Mektebini de bitirir. Rus edebiyatını takip eder. Rusçadan bazı tercümeler yapmaya başlar. Türkiye’deki kaynakların büyük çoğunluğunda İstanbul’da Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Mülkiye Mektebi’nde okuduğundan bahseder. Biyografi.net sitesi ise Fatih Kerimî’nin kaynaklardakinin aksine İstanbul’da eğitim aldığını ya da yarım bıraktığını ama mülkiye mektebinde okumadığını belirtir. Bunu doğrulayacak şu verileri aktarır. Eserlerinin hiçbirinde özellikle de “Avrupa Seyahatnamesi”nde İstanbul’u tafsilatlı bir şekilde anlatmasına rağmen burada okuduğuna dair bir şeyden bahsetmediğini, Ali Çankaya`nın “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler” adlı eserinde Kerimi’nin kaydının bulunmadığını belirtir.  İstanbul’daki öğrenimi sırasında Türk edebiyatını yakından tanıma imkânı bulur. Böylece medreseden geleneksel bilimleri, Arapça ve Farsçayı; Rus Mektebinden Rusçayı, İstanbul’daki okuldan da Osmanlı Türkçesi ile Fransızcayı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bu dillerin edebiyatına da çok yakınlık duyar. Bir edip ve aydın olarak kendini yetiştirir.
       
1896’da İstanbul’daki eğitim hayatından sonra Yalta’nın Üzen köyünde iki yıl öğretmenlik yapar. 1899’da kendisi, babası ve ailesiyle birlikte Orenburg’a yerleşir. Burada çeşitli kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunur. Arkadaşı Gani Hüseyinov ile birlikte bir matbaa satın alır. Çeşitli kitaplar basmaya başlar. Asıl gazete çıkarmak hedefine şartların zorluğundan, 1905’deki devrimin kısmi özgürlüğünden dolayı 1906 yılında ulaşır.

        Tatar matbuatının(basın) en önemli yayın organlarından Vakit Gazetesi Orenburg’da 21 Şubat 1906’da kurulmuştur. Kerimî, bu gazetede 1917 yılına kadar başyazarlık yapar. Bolşevik İhtilali’nden birkaç gün önce gazeteden ayrılır. Orenburg Cemiyet-i Hayriye’sinde aktif bir üye olarak görev yapar.

        1906’da II. Devlet Duması milletvekili seçimlerinde delege olur ve Duma’ya seçilen Zakir Remiyev’in vekili olarak Müslüman mebusların danışmanlığını yapar. Bolşevikler ile başlangıçta bir sorunu olmaz. Moskova’ya gider, yeni açılan halk mekteplerinde ve öğretmen hazırlayan kurslarda ders verir. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği halklarının merkez neşriyatında çalışır. Doğu Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verir.

        4 Ağustos 1937’de, cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılmış olan 67 yaşındaki Fatih Kerimî, 27 Eylül 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak 8 Aralık 1959’da Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî’nin suçsuzluğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir.

        Kerimî, Şehabettin Mercanî, Kayyum Nasırî ve Rızaeddin Fahrettin gibi Tatar Edebiyatı’ nın kurucuları arasındadır. Kerimî’ nin belli başlı eserleri şunlardır:  Onun Komedya(1898), Hösid Baba(1895), Şakirt ile Student(1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı(1900), Salih Babaynın Öylenüvi(1897), Mirza Kızı Fatima(1901), Avrupa Seyahatnamesi, Kırım Seyahatnamesi ve İstanbul Mektupları’dır. 

AVRUPA SEYAHATNAMESİ

         Fatih Kerimî’nin yazdığı bu eser, Rusya aracılığıyla, Avrupa’yla ilişkiler kuran Müslüman bir aydının batı karşısındaki tavır ve hayranlıklarını ifade eden yargılarla doludur. Yazar, gördüğü fabrika, okul, müze, park, cadde, tiyatro ve kütüphaneler hakkında ansiklopedik bilgiler vererek, müthiş gözlem ve tasvirlerde bulunur. Örneğin Petersburg’da karşılaştığı kütüphanede yüzlerce kişinin okuma-yazma işiyle meşgul olması, Avrupa’nın hemen hemen tüm şehirlerinde yolların asfalt, kaldırımların ayna gibi tertemiz olması, Avusturya’nın Miran beldesine tedavi için gelen özellikle de veremli hastaların tükrük ve balgamlarını bırakmaları için bankların kenarlarına çanakların konulması, Berlin’deki Zentra Otel’de 600 civarında hizmetçi ve memurun olmasına ve bu memurların içinde Fransızca, İtalyanca, İngilizce bilenlerin de mevcut olmasına, Berlin hayvanat bahçesinde öğretmenlerin küçük öğrencilere kuş ve hayvanları göstererek tabiat bilgisi dersi anlatmasına oldukça şaşırır. Kerimî, ilim, irfan, medeniyet, maarif ve sanayi alanlarında İslam âleminin geri olmasına çok üzülür. Bu alanda bu geri kalmışlığı çok sorgular. Batıda gördüklerinin ülkesinde, özellikle İslam âleminde ne zaman görüleceğinin rüyasını sık sık kurar.  Yazar, Köln’de kaldığı otelin sahibinin Belçika’da Fransız okulunda okuyan kızı ile sohbet eder. Ülkesinde değil de niçin yurt dışında okuduğunu, okuduğu okuldaki derslerin neler olduğuna sorar. Üniversitede okuyan genç geniş bir şekilde izah eder. Kerimî, bunları dinleyince kendi ülkesindeki mektepleri ve tüccarları düşünerek teessüften ağlayacağı geldiğini ifade eder. Muhabbet ettiği bu gencin,“Sizin mektepleriniz nasıl ve neler okunuyor” sorusunu sormamasına sevinir. Bu soru gelse idi. Şöyle cevap vereceğini belirtir: “Ana dilimizi bilmeden evvel, Arap dili öğrenmek için, Farisi lisanı ile yazılmış Şerh-i Abdullah, Kafiye, onun şarihi Molla Cami, onun haşiyesi filan ve falan’ diye bir fenden birkaç şerhler ve şarihler saymaktan başka çarem yok idi.”(s.71)

        Yazarın ana dili Tatarcadan başka Fransızca, Türkçe ve Rusça bilmesi seyahatte kendisine oldukça kolaylık sağlar. Yazarın tecessüs duygusu oldukça güçlü olduğu için kendisinin ilgi alanı olmayan, yaşam tarzından dolayı gitmeyeceğini tahmin ettiğimiz yerlere dahi gider. Örneğin Monte Karlo Kumarhaneleri’nde gördüklerini anlatır. Almanya’da Almanca bilmemesine rağmen opera ve tiyatrolara gider. Almanca bilmediği için oldukça üzülür. Daha sonraki yıllarda Almanca kursuna giderek Almancayı da öğrenmeye çalışır. Fransa’da Fransa’nın yetiştirmiş olduğu meşhur yazar, edebiyatçı ve devlet adamlarından Viktor Hugo, Jan Jak Ruso, Volter, Mara, Mirabo, Lagranj’ın mezarlarını dahi ziyaret eder. Ülkesindeki Moskova ve Petersburg’u saymazsak en çok Paris izlenimleri yer tutar.

İSTANBUL İZLENİMLERİ

        Seyahatte en çok kaldığı şehirler arasında İstanbul ikinci sırada gelir. Daha önceki yıllarda burada eğitim aldığı, Müslüman -Türk devletinin payitahtı olduğu için bizler için buradaki izlenimleri ilginç bilgiler içerir. Kitabın bu bölümünde yazarın Türklere olan sempatisi göze çarpar.[3] Lokantalarda yediği yemekleri beğenir. Hamamlarının nezih ve temiz olduğunu söyler. İstanbul’daki ucuzluğu özellikle vurgular. Kâğıthane, Kadıköy ve Üsküdar’daki mesire alanları gözlemlerini anlatır. İstanbul’daki Gülhane Sarayı, Ayasofya Camii gibi birçok saray, camii, hamam, kütüphane ve okulların içeriğiyle ilgili özellikle de Mekteb-i Sultanî, Mekteb-i Mülkiye’de verilen dersler hakkında bizlere aydınlatıcı bilgiler verir. İstanbul ahalisinin hangi milletlerden oluştuğunu, her milletin giyim-kuşamının birbirinden oldukça farklı olduğunu söyler, bu milletlerin giydiği elbiseleri tasvir etmeye çalışarak İstanbul caddelerini etnografya ve ilm’ül-beşer müzesine benzetir.

        Kerimî, bir Cuma günü Rusya konsoloshanesinden tezkire alarak Hazret-i Sultan’ın Cuma namazı kılmak için cami-i şerife gelişini görmeye gittiğini anlatır. Padişah geldiğinde camii de bulunan bütün Türk ve askerlerin “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdığını hatta kendilerinin bulunduğu bölümde bulunan yabancıların bir kısmının dahi “Viva Sultan” (yaşasın sultan)  dediğini belirtir.

        Yazar, İstanbul’da kültür ve sanat hayatı hakkında matbuat âlemi hakkında geniş açıklamalarda bulunur. Son dönem müverrih Cevdet Paşa, Şair Namık Kemal Bey, Ekrem Bey,  Muallim Naci Bey, Edip Ahmet Mithat Efendi, Ebuzziya Tevfik Bey, Doktor Cemil Bey, Hukukçu Mahmut Esat Efendi, Psikolog Hoca Tahsin, Arkeolog Ahmet Hamdi Beyin Avrupa’da dahi tanındığını belirtir. Yazar, yol arkadaşı Remiyev ile daha önce tanışıklıkları olan Ahmet Mithat Efendi’nin evine gider. Burada kültür eksenli güzel bir hasbihal ederler.

DEĞERLENDİRME

         Kitabı Türkiye Türkçesine hazırlayan Doç. Dr. Fazıl Gökçek Beyin belirttiği gibi Fatih Kerimî’nin Türkiye’de tanınmadığını ve hak ettiği ilgiyi görmediğini söyleyebiliriz. Eserlerinin bildiğim kadarıyla sadece üçü Türkçeye çevrilmiştir. Tatar edebiyatının kutup yıldızı sayılan Kerimî’nin -seyahat edebiyatı alanındaki en nadide örneklerinden biri olan bu eserin- satır aralarında şu mesaj daima göze çarpar. Özelde kendi ülkesindeki Müslümanlar genelde bütün İslam âlemi kültür, maarif, sanat, ticaret ve medeniyet alanlarındaki kuraklık, kurgazlıktan nasıl kurtulur? Bu coğrafyalardaki geniş çöllere nasıl kurtarıcı iksir olarak vahalar oluşturulur? Eser dönemin Avrupa’sında kültürel hayat hakkında bizlere küçümsenemeyecek malumat içerir. Bu dönemin Avrupa’sını merak edenlerin bu seyahat eserini okuyarak istifade edeceklerini tahmin ediyorum.  

        (Erzurum Gazetesi, 5 Ocak 2010)




[1] Fatih Kerimî, Avrupa Seyahatnamesi, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, 143 sayfa, 2001, İstanbul, Çağrı Yayınevi, www.cagriyayinlari.com
[2] Fatih Kerimî’nin özgeçmişini Dr. Fazıl Gökçek’in 2001 yılında hazırladığı ve aynı yıl yayımlanan “İstanbul Mektubu” isimli kitabın takdim yazısından derleyerek hazırladığımı belirteyim. Kerimî’nin özgeçmişi hakkında daha tafsilatlı bilgi edinmek isteyenler için Gökçek şu iki kaynaktan istifade edilebileceğini söyler. Mesgut Gaynettinov, “Magrifetçi Edib- Fatih Kerimî nin Tuıvına 125. yaş” Miras. s. 7-8, Temmuz- Ağustos 1995, ss. 65-76, Fazıl Gökçek, “Tatar Edibi Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları adlı eseri”. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı  5, Bahar 1998, s. 77-86.

[3] Bilindiği üzere Kerimî daha sonra Balkan Savaşları çıkınca İstanbul’a savaş muhabiri olarak gelir. Buradaki gelişmeleri ve cephe gerisindeki sosyal hayatla ilgili tespitleri, gözlemleri memleketindeki Vakit gazetesine bildirir. Bu yazılar daha sonra 1913 yılında Rusya’da “İstanbul Mektupları” olarak yayınlanır. Bu kitabı hazırlayan Dr. Fazıl Gökçek “İstanbul Mektupları” nı da hazırlar. Eser Çağrı yayınevi tarafından 2001’de basılır. Kerimî’nin Türkler hakkındaki olumlu yargısının İstanbul Mektupları hakkındaki eserinde değiştiğini ve hatta yer yer hayal kırıklığına dahi uğradığını söyleyebiliriz.