27 Nisan 2010 Salı

TUĞGENERAL ZİYA YERGÖK’ÜN ANILARI: “SARIKAMIŞ’TAN ESARETE”

                                                                             
        Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz değerli tarih araştırmacısı, emekli binbaşı, sahaf, merhum Sami Önal’ın daha önce yayın dünyasına kazandırmış olduğu “Saadettin Paşa’nın Anıları: Van’daki Ermeni, Kürt Olayları, 1896” isimli kitabını okuyunca çok etkilenmiştim. Merhum Sami Bey’in editörlüğünü yaptığı, başlıkta ismi vurgulanan komutanın hatırası hakkında bir şeyler yazmak istedim.[1]

        Emekli Tuğgeneral Ziya Yergök’ün hatıralarını konu alan eserin ilk üç bölümünde adı geçen subayın, 83. Alay Komutanlığı’na atanmasından, esir düştüğü tarihe kadar sağlam muhakemeli bir subay gözüyle harple ilgili intibalar, Köprüköy Muharebesi’ni nasıl kazandığımız, “Sarıkamış Felâketini Doğuran Nedenler” ayrıntılarıyla anlatılır. Bu dönemi anlatan hatıra, roman ve araştırma kitaplarında karşılaştığımız Sarıkamış Trajedisinin acı hakikatlerini Merhum Ziya Bey de kaleminin gücü nispetince göstermeye çalışır.

        Yazar, savaşta silah arkadaşlarını anlatırken Yahudi bir asker ile İstanbul Harbiye’sini bitiren,  Erzurumlu Teğmen Pastırmacıyan Vahan’ın Köprüköy Muharebesi’ndeki kahramanlığından, fedakârlığından, bacağından yaralanmasından bahseder. Bu kitabı okuduktan sonra bir gazetede[2] bu kahramanımızın dönemin meşhur hainlerinden Karekin Pastırmacıyan[3] ile kardeş olduğunu öğrendim. Dolayısıyla adı Ahmet, Mehmet olanların içerisinde devletimizin köküne dinamit koyanlar olduğu gibi, Vahan Pastırmacıyan gibi kıblesi farklı olanların da Mehmetçik kavramının içerisinde değişik renkler oluşturduğunun farkına vardım. Bu ve buna benzer azımsanamayacak sayıdaki vakalar, hiç şüphesiz “Hain Ermeniler” gibi toptancı yargıların da isabetsizliğine işaret etmektedir.

YAZARIN ESARET HAYATI

Kitabın omurgasını yazarın Sibirya’daki esaret ile Orta Asya’daki mahpusluk hatıraları oluşturur. Yazar, 2 Ocak 1915 günü 28’inci Fırka(Tümen) Sıhhiye Bölüğü ile birlikte Sarıkamış Muharebesi’nde Ruslar’a esir düşer. Muhtelif yollardan geçirilerek Sibirya’daki bir esir kampına götürülür. Burada belli bir müddet kaldıktan sonra esir kampından birkaç arkadaşıyla kaçar. Tabi bu esir kampından kaçış çok çileli olur. Birkaç kez yakalanır, hapse atılır. Ziya Bey, esir kampından kaçıp yurda dönerken Sibirya, Doğu Türkistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Hazar Denizi, Azerbaycan ve Gürcistan güzergâhını takip eder. Esir olmasıyla ülkesine dönmesi 5 buçuk yıl sürer. Geçtiği ülke ve şehirlerle ilgili ilginç gözlem ve tasvirlerde bulunur.

Şairin dediği gibi “Doğduğundan beri istiklâle âşık olan” bir milletin şerefli bir komutanının esarete alışması hiç de kolay olmayacaktır. Yazarın anlatımına göre esirlere yapılan muamele; esir kampına, konjonktüre, esirin tabiiyetine, kamplardaki görevli asker ve subayların inisiyatifine göre değişmektedir. Esirlere yapılan kötü muamelenin Osmanlı ve İttifak kuvvetlerinin esir Rus askerlerine yapılan davranışlarla paralellik arz ettiğini, rütbe farkı dolayısıyla maaş ve ikametgâhta kendilerine farklılık uygulandığını, bunun dışında hiçbir jest ile karşılaşmadığını, esirlerin Rus subay ve erlerine yaptığı itirazların sonucu hakaretle başlayarak dipçik ve kırbaçla dayak yiyebildiklerini, soğukta cezalandırıldıklarını, bunun sonucu olarak kader birliği yaptığı birçok arkadaşının basurunun depreştiğini, ya da ciğerlerini üşüterek öldüğünü anlatır. Almanya ve Avusturya- Macaristan’dan Kızılhaç heyetlerinin gelerek özellikle de Türk esirlere senet karşılığı borç para dağıttığını, Türklerin açgözlü olması yahut Türklere bilerek az verilmesi gibi birçok sebepten bu uygulamanın olduğunu belirtir. Bizim Kızılay’ın da kendilerine sigaradan başka yardım etmediğini, bunun küçümsenmemesi gerektiğini belirterek “Yoksul ve düşkün hükümetin Kızılay Cemiyeti de yoksul olur.” (s.158) der.

Yazar; mevcut Alman, Avusturya esirlerinin eğitim, kültür, mesleki donanımının Türk esirlerine göre biraz daha yüksek olduğu için daha rahat ettiğini belirtir. Personelimizin kılık-kıyafetlerinin de diğer ülke esirlerine göre daha fena olduğunu, bir Rus vatandaşının sitem ederek, kızarak kendilerine insanca yardım ettiğini şöyle anlatır. “Kamışlof’ta trenden inip yürümeye başlayınca orada resmi, sivil birçok Rus erkek ve kadın, bizleri seyretmek için toplanmışlardı. Soğuk sıfırın altında 30 derecenin altında idi. Bizim askerler acınacak durumdaydılar. Eski püskü elbise ve kaputlar içinde, ayakkabıları kalik (yırtık, dilenci postalı) halini almıştı. Bunlar arasında bir askerin de ayakkabıları yoktu. Yırtık çoraplarla sıraya girmeye gidiyordu. Bu acıklı görüntüye dayanamayan bir Rus kadını lastiklerini çıkardı bu ere verdi ve bize de birçok küfürler savurdu. “Böyle perişandınız niçin muharebeye girdiniz?” gibi haklı sözler söyledi.”(s.140)

Eğer yanlış anlamadıysam Türk askerlerinin bir kısmının dahi esarette komutanlarına saygı duymadığını, kendileriyle birlikte esir olan Arap askerlerinin (muhtemelen Arap Taburlarını kastediyor.) burada ne gibi yaklaşımlar içerisinde olduğunu Ziya Yergök anlatmaya çalışır: “Mekke Şerifi Hüseyin’in düşman tarafına geçmesi ile başlayan Arap ihtilâli, esir Arap subaylarını canlandırdı. Bunlar Ruslara,  ‘Biz de sizlerdeniz. Bizlere esir muamelesi yapmayın’ diye iddia edip dilekte bulundular. Yeni hükümet bu iddiayı dinledi ve Arapları serbest bıraktı. Bunlar şehirde serbest dolaşmakla kalmayıp kaçma teşebbüsünde bulunan Osmanlı subaylarını ihbar edip yakalatarak esirlikten esirliğe sürünmelerine, genel hapishanelere göndermelerine neden oldular. Kurtulmamız için harbi kazanmaktan başka bir ümidimiz kalmamıştır.” (s.180)

Yazar, esaret yaşamında Tatarların kendilerine tahmin ettiklerinden daha iyi davrandığını, birçok yardımları dokunduğunu, bu sevecen insanlar sayesinde Sibirya’dan Anadolu’ya gelebildiklerini; aksi takdirde kesinlikle Anadolu’ya gelemeyeceklerini söyler. İlk defa elektrik ile aydınlanmayı Tomsk şehrinde, plajı Batum’da gördüğünü beyan eder. Krasnoyarsk’ta kışın köylülerin ineklerden sağdıkları sütü kaplara doldurup dondurduktan sonra, kaplardan çıkarıp soğuk bir yerde sakladıklarını daha sonra da bunları parçalayıp çuvalla sattıklarını ve bu sütlerin ne kadar leziz olduğundan bahseder.(s.166)

Sami Hoca’nın önsözünde değindiği gibi genelde savaşı özelde “Sarıkamış Faciası”nı yaşamış, hatırasını yazmış komutanların yazdıkları eserlerde savaşın öncesi, seyri, sonrası; yenilginin sebepleri vs. gibi durumlar bir asker penceresinden anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar, özellikle esaret yaşantısından dolayı birçok farklı yerleşim alanları ve toplumları gördüğünden; cephe gerisindeki insanların düğününden, giyim-kuşamına; gelenek ve göreneklerinden, yemek kültürüne birçok alanda bir toplum bilimci, bir halk bilimci gibi gözlemler yapmaya çalışır. Bu gözlemler meslektaşlarının yazdıklarıyla kıyaslanınca yazarı ve eserini farklı kılar.

Diğer taraftan insan kalitemizle ilgili rahmetli Ziya Paşa’nın acı tespit ve eleştirilerinin aradan geçen 80 küsur seneye rağmen devam edip etmediğinin cevabının verilmesi okuyucuya bırakılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin son demlerini yaşadığı, olmazsa olmaz dersler çıkarılması gereken “Sarıkamış Faciası”ndan ve bir esirin gözüyle yaşadıklarından ibretlik vakaları öğrenmek isteyenlere bu akıcı ve sade dilli eseri tavsiye edebilirim.

(Erzurum Gazetesi, 27 Nisan 2010)






[1] Sami Önal (Yayına hazırlayan), Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları ,“Sarıkamış’tan Esarete” 1915–1920, I.Basım, Kasım 2005, İstanbul, 261 Sayfa, 15 Sayfa fotoğraf, Remzi Kitabevi, www.remzi.com.tr
[2] Milliyet gazetesinin 4 Haziran 2006 günlü sayısında Yasemin Çongar’ ın makalesinde Vahan Pastırmacıyan’ın, Karekin Pastırmacıyan’ın kardeşi olduğunu anlatılır.
[3] Bu şahsiyet 1896’da Osmanlı Bankası’nın işgalinin mimarlarından, Ermeni Devrimci Federasyon’unun liderlerinden, iki dönem Meclis-i Mebususan’da Erzurum mebusluğu yapan,  I. Dünya Savaşı’nda Ermeni Gönüllülerini örgütleyerek Ruslarla birleşip Osmanlı Ordusuna başkaldıran, 1917’de kurulan bağımsız Ermeni Cumhuriyeti’nin Washington büyükelçiliği yapan Armen Garo lakaplı Karekin Pastırmacıyan’dır.

20 Nisan 2010 Salı

OSMANOĞULLARI VE AYDINLARIN ANLATIMIYLA İMPARATORLUĞUN YÜZÜK TAŞI: II. ABDÜLHAMİD

                                                
Türk siyasi, sosyal, kültür ve fikir tarihimizin bazı şahsiyetleri üzerinde tartışmaların, karşılıklı atışmaların, birbirinden zıt yargıların yoğun olarak yaşandığını günümüzde görmekteyiz. Ülkemizin aydınları dahi bu şahsiyetler hakkında benzer bir portre çiziminde maalesef buluşamıyor. Yaklaşık bir asırdır bu isimlerin üst sıralarında Osmanlı Devletinin 34. Padişahı Sultan II. Abdülhamid’in geldiği konusunda herkes hemfikirdir. Aydınlarımızın Sultan Abdülhamid’e bakış açısı hakkında fikir sahibi olmak isteyenler için bir esere atıfta bulunacağım.

Başlıkta ismi vurgulanan eser,[1] Mehmet Tosun tarafından hazırlanmıştır. Söz konusu eser geçen yıl yayın dünyasına merhaba demişti. Mehmet Tosun, II. Abdülhamid’e olan hayranlığının ve merakının neticesinde birbirinden farklı fikirdeki yazar, gazeteci, siyasetçi ve akademisyene bu devlet adamı ve dönemi hakkında merak ettiği soruları yöneltir. Yapılan söyleşilerin çoğunluğunu Türk aydınları, geriye kalanını da Osmanoğulları hanedanı üyelerinden birkaçı ile bir kısım yabancı aydınlar oluşturmaktadır.

        Sadece Sultan II. Abdülhamid için değil bütün tarihi kişilere, olaylara ve olgulara yaklaşırken objektifliğin de basamakları sayılan dikkat edilmesi gereken hususları akademisyen-yazar Durmuş Hocaoğlu çok güzel anlatır:
          “1. Tarihi “yargılamaya” değil, “anlamaya” çalışmak
         2. Kendi tarihi şartları içerisinde incelemek
         3. Tarih etiğine dikkat etmek
         4. Tarihi kişi kültürüne bağlamamak ve Heroizm’e saplanmamak
         5. Tarih karşısında kompleks duymamak
         6. Tarihi bir bütünlük içerisinde algılamak (s.86)

Ayrıca tarihle ilgilenenlere Hocaoğlu şu nasihati yapar: “..Bugün artık hayatta olmayan ve kendilerini herhangi bir surette müdafaa etme imkân ve iktidarından mahrum olan ölülerdir. Bu hususta dikkat etmek ve bugün ölüleri insafsızca yargılayan bizlerin de yarın birer ölü olarak yarının insafsız hâkimlerinin karşısına çıkabileceğini unutmamak gerekir.” (s.89) [2]

Mülakata katılanların ezici çoğunluğu Abdülhamid’in sıradan bir devlet adamı olmadığını, aynı zamanda diplomasiyi iyi yöneten bir beyin olduğunu belirtir. Aydınların birçoğu Abdülhamid’in kardeşi V. Murat ve amcası Sultan Abdülaziz’in ölümüyle tahttan indirilmesi gibi özel sebepler yüzünden ve evhamlı bir kişiliğe sahip olmasından dolayı baskıcı bir politika izlediğini beyan eder. “Şüphe basiretin başıdır.” vecizesini sık sık yakın çevresine söylediği bilinir. Basına uygulanan sansürün oldukça abartılı olduğunu, hatta kendisinin burnunun uzun olduğu için bunu ima eden kelimeleri yasakladığını, bunun gibi sansür listesi çıkarıldığını ve sıkı bir ihbarcılık furyası uyguladığını Mustafa Erdoğan anlatır.(s.310) Abdülhamid’e olan hayranlığına rağmen Mim Kemal Öke, bu dönemde yaşasaydı Mehmet Akif, Said Nursi gibi ona muhalif olabileceğini; Padişahın Osmanlı’yı ayakta tutmak için yaptığı politikaları “durağanlık” ve “çöküş” olarak yorumlayabileceğini ifade eder. İsmet Bozdağ, Padişahın -o kadar sıkı ve baskıcı bir politika yürütmediğini yalanlarcasına- aydın kafalı olduğuna örnek bir anekdot anlatır: “Bir gün kendisine bir ihbar yapılmıştı. Ona demişler ki: ‘Mülkiye talebeleri Fransız İhtilali üzerine tartışma yapıyorlarmış. O da: ‘Bunu bana niye söylüyorsunuz? Fransız İhtilali üzerinde Mülkiye talebeleri tartışmayacak da sokaktaki adam mı tartışacak, elbette Mülkiye öğrencileri ihtilalin ne olduğunu ve nasıl yapılacağını bilecekler.’ demiş.”(s.212) Taha Akyol, Hungtington gibi II. Abdülhamid’i otoriter ve modernleşmeci bir hükümdar olarak görür. Bundan dolayı da edebiyat ve bilim alanında gelişme olmasına rağmen siyasi düşünce, fikir hayatı alanında gelişmenin çok cılız kaldığını beyan eder. (s.450)

Abdülhamid’e atfen anlatılan, Filistin’de devlet kurmak isteyen Siyonistlerin lideri Teodor Herzl’in Abdülhamid’in karşısına geçip küstahça toprak talebinde bulunması ve Padişahın buna verdiği cevabın İsrail kaynaklarında geçmediğini Ilgaz Zorlu, böyle bir durumun olmadığını da İlber Ortaylı belirtir.(s.155, 451) Arapların bir kısmının ihanetiyle ilgili olarak görüşleri alınan Filistin’in Ankara Eski Büyükelçisi Fuad Yasin, dedesi ve amcasının Osmanlı ordusunda savaşan bir asker olduğunu, amcası kızının ismini “Türkiye” oğlununkini de “Türkî” koyduğunu, niçin bu isimleri koyduğunu soranlara şu cevabı verdiğini söyler: “Kıza Türkiye adını verdim. Çünkü güzelliği ifade ediyor, oğluma Türkî adını verdim. Çünkü o da kahramanlığı ve cesurluğu ifade ediyor.”(s.107) Yine bu konuyla ilgili Sefa Saygılı görüşleri kapsamında Ürdün’e yaptığı gezideki izlenimlerini anlatırken Ürdün turizm rehberinde ünlü casus ve subay Lawrence’in karanlıkta doğan bir güneş gibi resmedildiğini ve bu isimli birçok dükkânın olduğunu üzülerek hatta ağlayarak gördüğünü söyler.(s.399) Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya ihanetinin akıbetiyle ilgili ilginç bir anekdotu Nevzat Yalçıntaş anlatır. Kendisi bunu Rauf Denktaş’tan dinlediğini söyler. Rauf Denktaş’ın çocukluk yıllarında Şerif Hüseyin Kıbrıs’ta yaşar, Denktaş’ın babasıyla Şerif Hüseyin’in arkadaş olduklarını, bir araya geldiklerinde, Rauf Denktaş’ın babası Raif beye sık sık: “Ahhh, ben ne yaptım, ah ben ne yaptım. Yaptığımın cezasını çekiyorum.” diyerek ağladığını ve ihanetinden dolayı pişman olduğunu belirtir.(s. 350)

Murat Yüksel, Sultanın İslamcılık anlayışı üzerine farklı bir bakış açısı getirir. Yüksel, Padişahın milliyetçilik nedeniyle çözülmekte olan imparatorluğu ayakta tutabilmek için İslamî motiflerle donatılmış yeni bir Osmanlıcılık çıkardığını belirtir. Kendisinin zannedildiğinin aksine muhafazakâr bir kişiliğe sahip olmadığını, yaşamının tiyatroyla, operayla iç içe modern bir boyutta olduğunu vurgular. İslamcılık anlayışının da tamamen reel bir politika üzerine kurulduğunu söyler. Mizancı Murad ve Cemaleddin Afganî gibi Panislamistleri tehlikeli bularak enterne ettiğini, bu kapsamda İstanbul’a çağırdığını ve İstanbul dışına bir daha çıkarmadığını, onları köşklerde adeta bir modern hapishane hayatı yaşattığını, Avrupa ve İngilizleri gereğinden daha fazla ürkütmemek için bu tedbirlere başvurduğunu anlatır. (s.301, 306)

Avni Özgürel ise Sultanın politikalarının önemli bir kısmının “milliyetçilik”-günümüzdeki anlamında olmasa da- ekseninde olduğunu belirtir. Bu mealde Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türk boyları hakkında araştırma yapması için elçi sıfatıyla Orta Asya’ya ve Macaristan’da toplanan I. Birinci Turan Kongresi’ne temsilci olarak gönderir. Sultanın can ve mal güvenliğini koruması amacıyla oluşturulan muhafız bölüğünün Karakeçili aşiretine mensup kişilerden meydana geldiğini hatırlatır. İlber Ortaylı’nın da başka bir kitabında Abdülhamid’den Türkçü bir imparator olarak bahsettiğini hatırlıyorum. Avni Özgürel, devrindeki eli kalem tutan herkesin Padişaha muhalif olmasının en önemli sebebi olarak; Sultanın uzun süren saltanatından duyulan bıkkınlığı ve iktidarın yıpratmasını görür. Birçok yazar, Abdülaziz’in savurgan kişiliğine rağmen Abdülhamid’i cimri, eli sıkı olarak görür. Özgürel, anne ve babasının veremden ölmesi sebebiyle Sultanın küçük rahatsızlıklarda dahi hemen kötü bir hastalığın başlangıcı gibi tedbirler almaya çalıştığını belirtir. Aynı yazar, Sultanın günlük, düzenli ve programlı bir yaşantısının olduğunu, ölene kadar her gün soğuk su ile duş aldığını belirtir.

Mülakata katılanların hemfikir olduğu konulardan biri de Sultan Hamid’in modernleşmenin altyapısı olarak görülen eğitim, maliye, ulaşım, haberleşme, sağlık, sanayi, ticaret ve ziraat alanında yaptığı atılımlar ve kurduğu müesseselerdir. Taha Akyol ve birçok aydın, başta Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti kuran kadroların kahir ekseriyetinin Sultan döneminde açılan okullardan mezun olduğunu belirtir. Ahmet Akgündüz, Sultanın bayındırlık alanındaki karnesi hakkında muhalifi Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın “İmar ile siyasî iktidar mümkün olsaydı Abdülhamid, hayatının sonuna kadar tahtta kalırdı.” sözünü söyler. Taha Akyol, günümüzde dünyada aklı başında hiçbir akademisyenin Sultana “Kızıl Sultan” demediğini belirtir. Tosun’un söylediğine göre ülkemizde Abdülhamid isminde hiçbir okul ya da kurum yoktur. Bunu da birçok mülakata katılan kişi eleştirir.

Sultan dönemi hakkında yanlış olarak kamuoyunda bilinen “33 yıllık iktidarı döneminde bir karış toprak bile kaybedilmemiştir.” kanaati başta Vahdettin Engin, Toktamış Ateş, Sina Akşin ve Mim Kemal Öke gibi bazı akademisyenlerimiz tashih etmeye çalışır. Birçok aydınımız 93 Harbi’nin çıkışından birinci derecede Sultanı sorumlu tutmama çabasındadır. Sultana rağmen harbe girildiğini belirtir. Ahmet Akgündüz, Kadir Mısıroğlu ve Sefa Saygılı ise savaştan padişahın sorumlu olmadığını ifade eder. Padişahın savaşa girmeme çabalarına rağmen savaşın sorumluluğunu başkalarına atılmasını doğru bulmadığımı söyleyebilirim. Vahdettin Engin, bu savaş sonucunda Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da toprak kayıpları olduğunu vurgular. Ayrıca Tunus’un Fransızlarca, Mısır’ın İngilizlerce işgal edilmesi; Kıbrıs’ın İngiltere’ye, Doğu Rumeli vilayetlerinin Bulgaristan’a verilmesinin Sultan Abdülhamid döneminde olduğunu hatırlatır. Vahdettin Engin, Padişah Abdülhamid’in ülkenin parçalanmamasına yönelik politikalarını şöyle anlatır: “Politikasının temel unsurunu Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün muhafazası oluşturuyordu. Bunu yaparken de ülkenin bazı vilayetleri için çok hassas davrandığı halde, devletin gücünün uzanamayıp sınırlı kaldığı vilayetler için aynı hassasiyeti gösterememiştir… Büyük devletlere karşı dişe diş bir mücadele etme taraftarı olmakla beraber onun, bu mücadelenin devlete zarar vermesi söz konusu olduğu zamanlarda veya netice almanın güç göründüğü durumlarda zaman zaman geri adım attığı da gözlenmektedir. Ama önem verdiği konular için hiç geri adım atmamıştır. Nitekim Tunus’un Fransızlarca, Mısır’ın ise İngilizlerce işgaline çok sert tepki göstermeyen veya karşılığında daha büyük bir kazanç temin edildiği için Kıbrıs’ı İngiliz idaresine bırakan II. Abdülhamid’, Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesine, Filistin’e Yahudilerin yerleşmesine sürekli karşı çıkmış; kutsal toprakların, petrol bölgelerinin elde tutulmasına azami gayret göstermiş, bu alanlarda en ufak bir tavize yanaşmamıştır.”(s.463)

        İslamcı, muhafazakâr ve milliyetçi düşünceye sahip kişilerin hatırı sayılır bir kısmının Abdülhamid’in dindarlığını, bir tarikata bağlı oluşunu, şeyhine saygıda kusur etmediğini hatta kendisinin evliya olduğunu belirterek kendisinin sorgulanamayacağını iddia edecek noktaya vardığını gözlemlemekteyiz. Bu konuyla ilgili soruya Mustafa Erdoğan: “Onun bizi ilgilendiren kısmı siyasî tatbikatı. Ne idi ne yaptı?” cevabını verir. Sultanın birbirinden farklı tarikatın mensubu ve şeyhi olduğunu bazı tarihçilerimiz söylemektedir. Eğer bunu doğru olarak kabul edersek Abdülhamid’in bu tarikat ve şeyh ilişkisinde siyasi sebeplerin de göz önünde bulunduğunu söyleyebiliriz. Orhan Koloğlu, bazı kişilerin Sultan hakkında “Şeyhinin elini öperdi.” iddiasına şiddetle karşı çıkar. Bunu iddia edenlerin Sultanı çok iyi bilmediğini, Padişah olarak kimsenin elini öpmeyeceğini, kimseye karşı boyun eğmeyeceğini, Sultan Reşat’ın tekkeye gittiğini, böyle davranış beklenebileceğini ama Abdülhamid’in böyle bir şey yaptığına dair elde bir kaynak olmadığını vurgular. Koloğlu, Hamid’in İslamcılık anlayışının katı olmadığını ve ne kadar hoşgörülü olduğunu anlatmak amacıyla Amerikalı bir gazeteciye Yıldız Sarayı’ndaki davetinde önüne viski, konyak koyduğunu belirtir.(s.372)

        Birçok aydın, Abdülhamid sayesinde Osmanlı’nın çöküşünün biraz daha geciktiğini ya da Sultanın iktidarı devam etseydi imparatorluğun ömrünün daha da uzayacak olduğunu iddia eder. Abdülhamid hayranı birçokları işi o kadar ileri götürürler ki Sultan eğer iktidardan düşmeseydi “Basireti ve diplomatik dehası sayesinde Osmanlı Devleti Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’na katılmayacaktı. İttihatçıların beceriksizliği yüzünden yıkılan Osmanlı devleti yıkılmayacaktı.” fikrindedir. Mim Kemal Öke, Osmanlı’nın çöküşe doğru gittiğini Sultanın bu durumu biraz geciktirdiğini, Abdülhamid’e verilen tarihi rolün biraz abartıldığını şu cümlelerle anlatır: “Nitekim Enver Paşa’cı pek çok subay da bu coşku ile dağa çıktılar; fakat vatanperverlikleri, imparatorluğu dağılmaktan kurtaramamış, bilakis meşum sonu engelleyememişti. Sultan Abdülhamid de engelleyemezdi. Saati geriye çevirmek, tarihin baraj yıkan sularına engel olmak, süreçleri ters yüz etmek kişilerin harcı değildir. Abdülhamid, yıkılışa fren yaparak, bu süre içinde belki içerideki toparlanma ile devlete yeni bir direniş gücü kazandırabilirim, diye düşünüyordu.” (s.289) Türkiye’de fikir adamlarının nasıl seviyesizce eleştirildiğine; yanlış yöntem sonucunda yargılanmasına kitaptan bir örnek vermek istiyorum. Kadir Mısıroğlu, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında bazı yerli aydınların büyük rolleri olduğunu belirtir. Bunlardan Ahmet Vefik Paşa, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ı sayar. Gökalp, hakkındaki değerlendirmesine paylaşmak istiyorum: “Durkheim’in sosyolojik telakkisini Türkiye’ye aktarmıştır. Yani O, sadece toplumda var olan gerçekleri göz önünde getirmeye çalışmış, bunların hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğu konusunda hüküm vermemiştir. Meselâ O; sosyolojinin , ‘toplumda fuhuş var mıdır, yoksa yok mudur’ gerçeğiyle uğraştığını; bunun doğru ya da yanlış olduğunun sosyolojinin konusuna girmediğini, bununla ancak ahlakın uğraşabileceğini söylemektedir.”(s.223)

DEĞERLENDİRME

Eserde bazı Türk aydınlarının mümkün olduğunca objektif bir Abdülhamid ve dönemi yansıtmaya çalıştıklarını bunun yanında bir kısım aydınların da bazı konularda önyargılı davrandıklarını söyleyebilirim. Misal olarak bir kısım aydınların Abdülhamid ve dönemi hakkında temkinli yaklaştığını, bir kısmının kamuoyunda söylenen ezberleri tekrar ettiğini vurgulayabilirim.  Bunun yanında birçok değerli, rafine bilgileri de bu eser vasıtasıyla öğrendiğimi itiraf edeyim.

        Söyleşileri hazırlayan Mehmet Tosun Bey asıl işi ticaret olmasına rağmen Abdülhamid’e olan hayranlığı ve tecessüsü sayesinde birbirinden farklı, çoğunluğu Türk; yazar, siyasetçi, akademisyen, gazeteci ve aydın olan; Osmanoğulları hanedanına mensup birkaç kişiyle birkaç yabancı aydına Abdülhamid’in siyaset anlayışı, kişiliği, dönemi hakkında merak ettiği soruları yöneltir. 46 farklı kişiden farklı farklı Abdülhamid portrelerini cevap olarak alır. Özellikle Abdülhamid üzerine çalışma yapan akademisyen ve yazarlarımızın anlattıklarını okurken zevk aldığımı, eserden oldukça istifade ettiğimi belirtebilirim. Daha önce de Abdülhamid üzerine bir bilgi şöleni hazırlayan Mehmet Tosun birçok kurum, kuruluş ve enstitünün yap(a)madığı etkinlikleri yapmıştır. Dolayısıyla böylesi kişilere iltifatkâr davranmamız gerektiğini düşünüyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 20 Nisan 2010)




[1] Mehmet Tosun (Hazırlayan), “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı: II. Abdülhamid”, 474 sayfa, Ocak 2009, İstanbul, Yeditepe Yayınevi
[2] Durmuş Hocaoğlu, önemle üzerinde durduğu bu hususu bir makalesinde tafsilatlı bir şekilde izah eder. Bu konuyla ilgili bahse konu olan makaleye müracaat edilebilir. (Durmuş Hocaoğlu, “Osmanlı, Cumhuriyet, ‘Gaza, Cihad ve İla-yı Kelimetu’llah’ İdesi Üzerine Bir Tarih Kritiği”  Düşünen Siyaset Dergisi, 7-8 Ağustos-Eylül 1999)

13 Nisan 2010 Salı

SAĞIR VE ÂMÂ BİR ÇOCUĞUN BAŞARISI: PEDAGOG HELEN KELLER


        Ülkemizde engelli sayısının hiç de az olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu kaderin ortak yolcularının yaşam standartlarında, sosyal devlet ilkesi gereğince her geçen gün bir nebze rahatlama olmakla beraber çok ciddi sorunlar yaşandığı muhakkaktır. “Ateş düştüğü yeri yakar.” misali engellilerin yakınları ve onların eğitimiyle ilgilenenler dışındakilerin çoğunluğu bu durumdan bihaber yaşamaktadır. Bundan dolayı empati kurmakta zorlanıyoruz. Sorunların çözümüne yönelik daha hızlı, kararlı ve keskin adımlar atılmıyor.[1] Bütün olumsuz şartlara rağmen gerek ülkemizde gerek dünyada çok çalışarak “Başarılı Engelliler” listesine girip, tarihe adını altın harflerle yazdıranların sayısı hiç de az değildir. Bu kahramanların tarihe yazılış biçiminde bir avuç inanmış kişi çok çalışır. Kimisi böylesi insanların filmini çekerek, kimisi türküsünü yakarak adından bahsettirir, kimi engelli de kendi yaşadıklarını yazarak adeta tarih yazıcılığına soyunur.

        Ülkemiz dışından sağır ve görme özürlü bir pedagogun kendi hayat hikâyesini dinlemeye var mısınız? Geçtiğimiz aylarda Türkçeye çevrilen, Helen Keller’in “Her şey Su ile Başladı” isimli otobiyografisini anlatmayı uygun gördüm.[2]    
       
                               HELEN KELLER KİMDİR?

        Kitabın başkahramanını, kitabı referans alarak birkaç cümlede anlatmak istiyorum. Helen Keller, 1880–1968 yılları arasında yaşamış, Amerikalı bir pedagogdur. On dokuz aylıkken geçirmiş olduğu bir hastalık sonucu görme, işitme ve konuşma yeteneğini tümden yitirir. Bu dönemden hafızasında sadece “su” sözcüğü kalır. Bayan Helen, yaşam mücadelesini bu sözcükten başlatır. Kitaba bu ismin verilmesi tesadüf değildir. Keller’in kendi tarihinin çağ açıp-kapamasına neden olan gelişme ise öğretmen Anne Mansfield Sullivan ile tanışması ve Sullivan’ın kendisinin öğretmeni olmasıdır. Öğretmeni Sullivan’ın etkilerini abarttığımı düşünenler için Keller’in cümlelerine müracaat edebiliriz: “Böylece, Mısır’dan çıkıp Sina Çölü’nün karşısında durdum. Tanrısal bir güç bana dokunup görmemi ve mucizeler yaratmamı sağladı, Kutsal dağdan yükselen ses bana şöyle dedi: “Bilgi, sevgidir, ışıktır ve görmektir.”(s.27)[3] Kendisi de kısmi kör olan Sullivan, uzun bir süre emek verdikten sonra Keller’e okuma-yazma öğretmekle birlikte normal bir eğitimin de yolunu açar. Bir yandan orta öğretim ve lisans eğitimini tamamlarken diğer yandan da gerek genel kültür gerek yabancı dil alanlarında kendini geliştirir. Öğretmeni Sullivan gibi Keller de ömrünü konuşma ve görme özürlülere adar, birçok kitap yazar.

        Eserin başında Elanor Roosvelt ile yayınevinin yöneticisi Nil Gün’ün yazdığı “Sunuş” ve Ralp Barton Perry’un yazdığı “Önsöz” bulunmaktadır. Bayan Keller’in anlattıklarını John. A. Macy kaleme almıştır. Helen kitapta, telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in katkılarından, onun açtığı okullarda okuduğundan, kendisine gösterdiği yakınlıktan bahseder. Hatta yazar, kitabı Bell’e ithaf eder.

        Hatıralar bilindiği üzere sadece kişinin tarihini anlatmaz. Yaşadığı toplum ve ülke ile de ilgili çok önemli tespitler içerir. Yazar kendi tarihini anlatırken haliyle 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başı Amerika’sının fotoğrafını da yansıtmaya çalışır. Söz konusu dönemle ilgili ülkemiz tarihiyle ilgili bildiklerimi göz önünde bulundurduğumda, ülkemiz ile devrin Amerika’sını kıyasladığımda aradaki farkın aleyhimize tasavvur ettiğimizden daha çok işlediğini söyleyebilirim.

        Keller, kitapta ömrünün ilk çeyreğini anlatır. Üniversiteden mezun olmasıyla birlikte anılarını noktalar. Kitabı okuyup bitirince yaşamının diğer dönemlerinin yazıya geçirilmemesine ne kadar hayıflandığımı söyledim. Bayan Keller’in azmi, mücadelesi ve çalışkanlığını hepimiz takdir etmek zorundayız. Hele de ülkemiz insanlarının model fukaralığı çektiği şu dönemlerde sadece engelli ve onların yakınları değil, ibret almak isteyen bütün gözlerin bu eseri okumasını elzem görüyorum. Öbür taraftan Keller’in sağır ve görme özürlü biri olmasına rağmen dünyaca başarılı pedagog haline gelmesinde öğretmeni Anne Mansfield Sullivan Hanımın gayretleri, mücadelesi hemen dikkat çeker. Özellikle de ülkemiz öğretmenlerinin önemli bir kısmının öğretme heyecanlarının azaldığını ve yitirdiklerini göz önünde bulundurduğumuzda bir eğitimci olarak şöyle bir tahminde bulunabilirim. Sullivan’ın eserde söz konusu olan çalışmalarını okuyan öğretmenlerin kaybettikleri heyecanlarını kazanacaklarını umut ediyorum. Sullivan gibi öğretmenleri kendisine rehber alanların yaşamda kazançlı çıkacağına inanıyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 13 Nisan 2010)







[1] Helen Keller, Her Şey Su İle Başladı, Çeviren: İpek Van Den Born, 97 Sayfa, Aralık 2009,  İstanbul, Kuraldışı Yayınları
[2] Şüphesiz engellilere yönelik ciddi anlamda emek harcayan birçok kişinin de olduğu hakikattir. Hele de çocukları dolayısıyla bu durumu birebir yaşayan, ülkenin kaderinin yazılmasında söz sahibi olanların yaptıkları unutulmayacaktır. İlk aklıma gelen isimler rahmetli işadamı Sakıp Sabancı ile politikacı, Meclis Eski Başkanı Köksal Toptan’dır. Bu ünlü kişilerin çocuklarının özürlü olması dolayısıyla, ekonomik ve siyasî nüfuzlarını engellilerin sorunlarının çözümüne yönelik kullanarak birçok kalıcı esere imza attığını biliyoruz.
[3] Konuya vakıf olmayanlar için çevirmenin notunu yazayım. “Yazar burada Musa’nın Mısır’dan ayrılarak, halkını vaat edilen topraklara götürdüğü uzun yolculuğu kendi yolculuğu ile özdeşleştirir.”

6 Nisan 2010 Salı

BİLGİ MABEDİNİN MİNBERİNDEKİ ADAM: ORHAN KOLOĞLU


        Ülkemizde söyleşi türündeki kitapların çoğunluğu -90lı yılların ortalarına kadar- gazeteci, yazar, akademisyen, şair, sanatçı gibi aydınların muhtelif gazete ve dergilerde yayımlanan söyleşilerinden oluşan seçkilerden meydana gelirdi. Nehir söyleşilerle bu türün daha yaygınlaştığını hem de farklı bir boyut aldığını söyleyebiliriz. Yeni tür haline gelen bu söyleşilerde yaşamı kitaplaşmış ya da kitaplaşması muhtemel yazar, çizer, uzman, sanatçı, aydın ve entelektüeller konuşturulmaya çalışılır; bir plan dâhilinde kişinin doğumundan günümüze kadar olan süreçte yaşamının ilginç bölümleri, kendisini alanında uzman yapan deneyimler, kişinin birbirinden farklı konulardaki görüş ve tespitleri vesaire gibi unsurlar kitabın yekûnunu oluşturur. Nehir söyleşilerinin hatıra kıvamında olduğunu ama hatıra türünden bazı özellikleriyle ayrıldığını vurgulamalıyız. Örneğin hatıra kitaplarında yazarın bazı bölümleri bilinçli olarak öne çıkardığını, anlatmayı uygun görmediği bazı yerleri geçiştirdiğini ya da es geçtiğini fark ediyoruz. Buna karşın özellikle de ödevine iyi hazırlanmış gazeteciler tarafından hazırlanan nehir söyleşilerde yazarın unuttuğu konu ve alanların söyleşiyi yapan gazeteciler tarafından gündeme getirildiğini, sorularla yazarın sıkıştırıldığını gözlemlemekteyiz. Hal böyle olunca bu yeni türe ilginin yoğunlaştığını, her geçen gün bu alandaki kitapların çoğaldığını belirtebiliriz. Bazı yayınevleri nehir söyleşi dizisi oluşturmaya başladı. Destek Yayınevi de bu türde dizi oluşturmaya yeni başlayanlardan. Barış Doster’in Orhan Koloğlu ile yaptığı söyleşilerden oluşan ”Bilimsel Medyatik’e Tarih” isimli eseri geçtiğimiz yılın Ekim ayında yayın dünyasına merhaba demişti.[1] Bu kitap hakkında bir şeyler yazmak istedim.

        Eserin başkahramanı Koloğlu, hayata gazetecilikle başlayıp basın ataşesi olarak birçok ülkede görev yapan, farklı tarihlerde Basın Yayın Genel Müdürlüğü görevinde bulunan, Rahmetli Ecevit döneminde (75–77 yılları arasında) CHP’nin Uluslararası ilişkiler danışmanlığını yürüten, 1978’den itibaren birçok üniversitede öğretim üyesi olarak iletişim ve tarih dersi veren bir akademisyendir. Kendisinin çoğunluğu tarih araştırması olan 70e yakın eseri bulunmaktadır. Koloğlu’nun özgeçmişi bir tarafa; tarihe olan tutkusu, hakikate ulaşma yolculuğu, alaylı tarihçiden mektepli tarihçiliğe savrulma hikâyesi, eserlerinin çoğunluğunun tarih araştırmaları olması gibi etkenler kendisinin Tarihçi kimliğini ön plana çıkarmaktadır. Gazetecilik ve siyasetteki kısırlıkların kendisini tarihçi olmaya ittiğini belirtir. Bu anlamda tarihi olayları yorumlarken nelere dikkat etmemiz gerektiğini söyle anlatır: “Kendi geçmişimizi anlamanın gereğini hissederek girdim. Bunun için kendime göre de bir plan yaptım. Kemalist Devrim zaten bize anlatılmıştı. Onu daha iyi anlamak için İttihatçıları, İttihatçıları daha iyi anlamak için Sultan Abdülhamid’i, Abdülhamid’i anlamak için Tanzimat’ı,  Tanzimatı anlamak için Klasik Osmanlı yapısını, Klasik Osmanlı yapısı için de İslami yapıyı anlamak gerekir.  İslami yapıyı araştırınca, Hz. Peygamberin sunduğu ilkelerle, sonradan Klasik İslam diyeceğimiz yapının arasındaki farkı gördüm. Ve nihayet Batı dünyasının ne olduğunu anlamak gerektiğini hissettim. Bu esaslara göre yaptığım planı da adım adım uyguladım. Tüm bu çalışmaları yaparken hayatımdan fedakârlık yaptığımı söyleyemem. Çapkınlık da yaptım, dünyayı da gezdim. Zamanı iyi kullanmayı becerdiğimi düşünüyorum.” (s.44-45)

        Gazeteci ve akademisyen Barış Doster, Orhan Koloğlu gibi çok yönlü bir aydını konuşturmuştur. Eser, Önsöz, Orhan Koloğlu Kaynakçası, Koloğlu’nun tarih yazılarından küçük bir seçki bölümü dışında 7 bölümden oluşmaktadır. Diğer nehir söyleşilerden farklı olarak özel yaşamıyla ilgili bölümler oldukça sınırlı tutulmuştur.

        Orhan Beyin üretkenliği ve zamanı verimli kullanması dikkat çekmektedir. Türkçe ve Osmanlıca’nın dışında 7 dil bilen, 15 ülkenin arşivlerinde çalışan bir kişidir. Özellikle basın ataşeliği dönemlerinde ve yurtdışında gazetecilik yaptığı yıllarda birçok ülkenin arşivinde toz yutmuştur. Kamuoyunda yanlış bilinenlerin tashihine yönelik birçok açıklamalarda bulunur. Osmanlı’nın Alevilere yönelik tutumunu anlatırken, alevilerin siyasete karışmadıkları takdirde yaşamlarına fazla karışılmadığını belirtir.(s.176) Milli Mücadele aleyhinde olanlar hakkında ‘hain’ yaftasının sık kullanılmaması gerektiğini belirtir. Bu konuyla ilgili önemli tespitlerde bulunur. 30 Ağustos 1922’ye kadar kimin hain olacağının belli olmadığını, bu tarihe kadar herhangi bir çözümün olmadığını, dolayısıyla her iki tarafın da kendince haklı olabileceğini, Atatürk’ün ”Benimle yola çıkmayanlar da kendilerine göre, en az benimle yola çıkanlar kadar haklıydı.” sözünün de bu anlamda ciddiye alınması gerektiğini vurgular. II. Cumhuriyet kavramının patentinin Mehmet Altan’a ait olmadığını ayrıntılarıyla anlatır.(s.172/3) İttihatçılara yönelik yaftalanan dinsiz, mason ve sabetaycı yargılarının İngiltere’nin yalanı olduğunu anlatır. İngiltere’nin bazı propagandalarının günümüzde dahi İngiliz aydınlarının iman sandığında olduğunu şu cümlelerle anlatır Koloğlu: ”İttihat ve Terakki’ye hiç Sebetaycılık damgası vurmayan İngilizler, İttihatçıların getirdiği Meşrutiyet’in, kendilerinin Mısır ve Hindistan’daki sömürgelerini etkileyeceğinden korkmuşlar, bu yüzden de İttihatçıların Manastır-Selanik eksenli gelişmesini bahane ederek, Sabetaycılık, dolayısıyla Yahudilik kampanyası başlatmışlardır. Yani İttihatçıların İslam dinine ihanetle suçlanmasını sağlayan İngilizlerdir. Oysa Filistin’i Yahudilere hediye eden de İngiltere’dir.”(s.183) Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı’nın İstanbul’daki Büyükelçiye ”Abdülhamid’i unutun, İttihatçıları yerin dibine batırın !”  talimatı verdiğini söyler.

        Yazar, genelde dünya tarihi özelde ise Balkan ülkelerinin ve komşu ülkelerin tarihi hakkında önemli tespitlerde bulunur. Homojen bir grup olmamakla birlikte Balkan ülkelerinin çoğunluğunun Osmanlı’ya bakışının hiç de iyi olmadığını vurgular. Özellikle ders kitaplarında Osmanlı’ya ve Türk’e olan düşmanlığın ciddi boyutlarda olduğunu söyler. Koloğlu, Tarih Vakfı’nın kurucuları arasında yer almasına rağmen vakfın, ders kitaplarındaki milliyetçi sözleri ayıklamaya yönelik çalışmalarını ve bu çizgideki aydınların, Türklerin ve Müslümanların 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yaşadığı toplumsal sıkıntılara sessiz kalmasını, hiç olmamış gibi davranmasını eleştirir. Bu durumu şöyle izah etmeye çalışır: ”…19. yüzyıldan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar Ege ve Akdeniz adalarından, Balkanlar’dan, Kırım’dan, Kafkasya’dan Anadolu’ya 10.5 milyon Türk ve Müslüman’ın göç için yola çıktığı biliniyor. Ama bunların yarısının yollarda katledildiği ya da sağlık sebepleriyle öldüğü bilinmesine karşın hiç kimse bunlardan bahsetmiyor. Dolayısıyla biz insanlarımıza neyi öğretmeliyiz? Örneklerini verdiğimiz üzere yabancılar kendi kitaplarında şoven, ırkçı oluyorlar da neden sadece biz kendi kitaplarımızda kimseleri kırmamak adına her şeyi ayıklıyoruz? Bizim Tarih kitaplarında milliyetçi sözleri ayıklamaya meraklı olanlar, yabancıların tarih kitaplarında neler yazdığını hiç bilmiyorlar.” (s.226)


        Halkın kitlesel olarak destek verdiği ilk hareketin İstiklal Harbi olduğunu belirtir.(s.181) ”Kanuni olmak kolaydır, II. Abdülhamid olmak zordur.” sözüyle de o dönem şartlarının zorluğuna dikkat çeker. Eserde Koloğlu, çarpık, yanlış, hastalıklı tarihçilik örneğiyle ilgili onlarca makale, eser, yazar ve kitaba atıfta bulunmaktadır. En ilginç olanı şüphesiz Çetin Altan’ın Milliyet gazetesinde 7 Şubat 1999 yılında yayımlanan ”Padişah Efendimiz Sultan Süleyman Han Çok İbişçe Yaşadı” makalesidir.[2] Altan gibi önemli bir yazarın bu kadar yanlış bir yol izlemesi ibretliktir. Kanuni Sultan Süleyman’ın çağdışı olduğunu anlatmaya çalışır. Bahse konu olan yazıdan bir alıntı: ”Ne elektriği vardı sarayında, ne telefonu, ne radyosu, ne televizyonu, ne de kaloriferi… Kapıcı dostumuz Muzaffer’in Padişah efendimiz Kanuni Sultan Süleyman Han’dan çok daha konforlu bir ortamda yaşadığı kesin. Çünkü onda hepsi var bunların… Neden elektriksiz, radyosuz, telefonsuz, televizyonsuz, kalorifersiz, otomobilsiz, uçaksız ve bilgisayarsız yaşadığı sorusu kimsenin aklını kurcalamadı. Akıllarımız sadece Padişahımız Efendimiz Kanuni Sultan Süleyman Han’ın ne kadar geniş bir alana hükmetmiş olduğuna takıldı. Oysa Bağdat Caddesi’nin kaldırımlarında yürürken, cep telefonuyla Stockholm’deki Beti’yi Kalamış’a yahut Köyceğiz’e davet edemeden yaşamış olmak ne acı… Padişahımız Efendimiz Sultan II. Mahmut Han dahi ne San Francisco gecelerinde dans edebildi, ne Venedik gondollarında aryalar dinleyebildi, ne de sarayında bir film izleyebildi… Gerçekten hazin.” (s.155) Bu konuda Fransa’dan da bir örnek verir. Fransız devriminin 200. yıl dönümü dolayısıyla ilgili bir toplantıda bir tarihçi ”O maliye bakanı konuşmasaydı, krallığın ortadan kaldırılmasına sebep olan olaylar görülmezdi.” deyince başka bir tarihçi lafı gediğine koyar: ”Günde yüz kişinin kafası giyotinle kesilirken sen olsaydın bunu söyleyebilir miydin?” (s.88)


DEĞERLENDİRME

        Akademisyen ve gazeteci Barış Doster’in, Orhan Koloğlu ile yaptığı uzun soluklu söyleşilerden oluşan eser, Orhan Beyin çok yönlü ve üretken bir araştırmacı-yazar haline gelişinin de öyküsüdür. Analitik ve akademik göze sahip olmak isteyenlere kitaptan onlarca hatta yüzlerce örnek bulmak mümkündür. Kitap, Kanuni’den II. Abdülhamid’e, Enver Paşa’dan Atatürk’e, Masonluktan İttihatçılığa, II. Cumhuriyet tartışmalarından türbana, dünyada tarihi yaklaşımlardan dünyadaki Türk imajına kadar birçok konuda doğru, kallavi tespitler içermektedir. Daha çok, tarihe olan yöntemsiz, ideolojik ve hastalıklı bakış açımız irdelenmeye, sorgulanmaya çalışılmıştır. Tarihe rafine bir bakışla bakan Koloğlu’nun tespitlerine vicdan terazisi sağlam kişilerin katılmamasının imkânı yoktur. Olaylara yaklaşırken akademik gözlüğünü neredeyse hiç çıkarmamaktadır.

Kitabın isminde de vurgulandığı gibi daha çok ülkemizdeki popüler ve medyatik tarih yaklaşımının zararları ve yanlışları üzerinde durulmuştur. Böylesi bir yaklaşımın bilimsel ve akademik bir bakış açısı kazandırmak şöyle dursun “Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder.” misali hakikat yolculuğuna çıkan beyinleri hiç ummadıkları, tasavvur bile etmedikleri yer ve yönlere götüreceğini söyleyebiliriz. Son olarak eser hakkında şu kehanette bulunabilirim: Kitap okumama salgınına tutulan ama sosyal bilimlere ve tarihe meraklı beyinlerin bu eseri okuduğu takdirde -başka eserleri okumasına yönelik- içlerine küçük kıvılcımlar düşeceğini düşünüyor, bu kıvılcımların da daha başka kitaplara götürebileceğini iddia ediyorum.

(Erzurum Gazetesi, 6 Nisan 2010)



[1] Orhan Koloğlu ile Söyleşiler: Bilimselden Medyatike Tarih,  Söyleşiyi yapan Barış Doster, 494 sayfa, 1 baskı, Ekim 2009,  İstanbul, Destek Yayınevi, www.destekyayinlari.com 
[2] Bu makalenin tamamını okumak için Milliyet gazetesinin internet arşivine baktım. 7 Şubat 1999 tarihli sayısında bulamadım. “Bu yazının tamamına ulaşanlardan yardım bekliyorum” diye yazının altına yazmıştım. Yazım yayımlanınca değerli büyüğüm ve yazılarımızın müdavimi Abdurrahman Öztürk bahse konu olan yazıya ulaşmış. Bizlere yazıyı ve künyesini mesaj ile göndermişti. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Çetin Altan’ın yazısı aynı tarihte yayınlanmış ama Milliyet gazetesi değil de Sabah gazetesinde yayınlanmış. Yazıya şu linkten ulaşılabilir: http://arsiv.sabah.com.tr/1999/02/07/y03.html