31 Ocak 2009 Cumartesi

FATİH KERİMÎ’ NİN BALKAN HARBİ MEKTUPLARINI GAZİANTEPTE OKUMAK



Bu köşeyi takip edenlerin anımsayacağı gibi 28 Kasım 2008 Salı günü Fatih Kerimi’nin “Avrupa Seyahatnamesi” isimli kitabını tanıtmıştım. Tatar edebiyatının en güçlü kalemlerinden olan Fatih Kerimî’yi[1] Balkan Savaşları’nda Orenburg’daki Vakit gazetesi savaş muhabiri olarak İstanbul’a gönderir. Kerimi burada yaklaşık 4 ay kadar kalır. Türk, Osmanlı ve İslam âleminin payitahtında savaşın seyri ve cephe gerisindeki bozgun ile ilgili gelişmeleri düzenli bir şekilde gazeteye gönderir. Gazeteye gönderilen bu yazılar 1913’te kitap haline getirilir. 2001 yılında bu kitap İstanbul Türkçesine aktarılır. Bahse konu olan kitabı “Avrupa Seyahatnamesi”nden daha önce okumuştum. İstanbul Mektupları isimli eseri oldukça etkileyici buldum. Bu eserle ilgili bir inceleme yazısı hazırlamıştım. Bu yazıyı daha sonraki haftalarda bu köşede yayımlamayı düşünüyorum.

Memleketimiz Gaziantep’te Türk-İslam Vakfı’nın geleneksel seminer programlarından birini vakıf yetkilileri bana teklif ettiler. Konunun Balkan Harbi olursa daha iyi olacağını ifade ettiklerinde yukarıdaki bahse konu kitap ve yazar hakkında küçük çaplı bir konferans vermeye karar kıldım. Vakfın düzenlediği, bu yılın (2008–2009 döneminin) beşinci “Bir Tatar Aydınının Kaleminden Balkan Felâketimizin Sosyal Röntgeni: İstanbul Mektupları” konulu takdimi 12 Kasım 2008 Cuma günü verdim.

Bu seminerin içeriği hakkında birkaç cümle yazı yazmayı uygun gördüm. Seminere vakfın başkanı, yöneticileri, üyeleri, mesai arkadaşlarımdan yaklaşık olarak 30 kişi katıldı. Ne yalan söyleyeyim katılanların büyük ekseriyetinin yaşının benden büyük olması(30 yaşındayım) ve bu tarz bir konferansı ilk kez vermem gibi sebeplerden ötürü çok heyecanlandım, hatta tedirgin oldum. Neyse ki sıcak bir ortam içinde kendimi rahat hissedince kolay geçti. Dinleyici kitlesinin profili hakkında şunları söyleyebilirim. Katılanların büyük çoğunluğunun üniversite mezunu, meslek sahibi olduğunu, kalan kişilerin bir kısmının ilköğretim ve lise öğrencisi diğer kısmının da ilköğretim ve lise mezunu olduğunu, yaş ortalamasının 40’ın üzeri olduğunu söyleyebilirim. Katılanların mesleklerinin geneli öğretmen, öğretim üyesi, mühendis, doktor, işletmeci, muhasebeci, yönetici ve öğrenci gibi birçok meslek grubuna mensuptu. Unutmadan söyleyeyim katılanların tamamı da erkekti. Bana verilen 45 dakikayı birkaç dakika geçerek bitirebildim. Seminerin sonunda konu hakkında dinleyicilerin soruları, katılmadıkları düşünceleri ve anlatılanlara katkıları için birçok kişi görüşünü beyan etti.

Dinleyicilerin birkaçı yazarın gözlemlerinden hareketle milletimizin yaptığı kahramanlık, fedakârlık ve feragatin bir kısmının bilinmesine rağmen, yaşanılan bozgunun boyutunun bu kadar olduğunu bilmediklerini ifade ettiler. Takdim öncesi Kerimi’nin anlattıklarının azımsanamayacak kısmının dinleyicilerin hoşuna gitmeyeceğini tahmin ediyordum. Konferans sonrası birkaç kişinin başta Selanik’in resmen kurşun atılmadan teslim alındığı, az da olsa “ne olursa olsun savaş bir an önce bitsin” diyenlerin mevcut olması, İstanbul esnafının en azından bir kısmının dürüst olmaması, Türk ve Müslüman unsurlarda tembellik ve ataletin oldukça fazla olması vb. gibi durumları biraz abartıldığını düşündüklerini söylediler. Yazarın kimliği ve özgeçmişi hakkında irdeleyici sorular soruldu. Daha doğrusu yazarın bizlere Osmanlı’ya önyargısı olup olmadığı irdelendi. Yazarın kısa bir süre kadar İstanbul’da kaldığı için gözlemlerinde yanlışa düşebileceği belirtildi. Yazarın düşüncesini doğrulayacak gözlemleri biraz abarttığı söylediler. Bir öğretmen büyüğümüz bu dönem yaşanılan olayların niçin Milli Mücadele yapıldığının da göstergesi olarak yorumlanabileceğini söyledi. Program sonunda dinleyicilerin büyük bir kısmı beni tebrik ettiler.

Yaptığımız mütevazı sohbetin merhum Fatih Keriminin kaleminden yakın dönemde uğradığımız utanç verici felaketin önemli ölçüde insan kalitemizdeki yetersizlikten kaynaklandığı gerçeğine tekrar işaret fırsatı verdiğini düşünüyorum.

 Kayseri Erciyes Gazetesi (31 Ocak 2009) 

[1] Fatih Kerimî, Tataristan’ın Sama eyaletinin Böğülme ilçesinin Minlibay köyünde 1870’ de bir molla ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, İsmail Gaspralı’nın “usul-i cedid” adıyla başlattığı öğrenim tarzını benimseyerek memleketinde okul açar. Böylece, Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, İdil boylarında ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif tarihinde önemli bir yere sahip olur.
 Fatih Kerimî, on bir yaşına kadar babasının açtığı medreseye gider. Babası gibi Çistay Medresesi’nde öğrenimine devam eder. Bu medresede öğrenimini 11 yılda tamamlar. Bu eğitimini devam ederken aynı anda iki yıllık Rus Mektebini de bitirir. Rus edebiyatını takip eder. Rusça’dan bazı tercümeler yapmaya başlar. Türkiye’deki kaynakların büyük çoğunluğunda İstanbul’da Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Mülkiye Mektebi’nde okuduğundan bahseder. Bu yazıyı hazırlarken Biyografi net sitesinde Fatih Kerimî’nin özgeçmişini incelerken kaynaklardakinin aksine İstanbul’da eğitim aldığını ya da yarım bıraktığını ama mülkiye mektebinde okumadığını belirtir. Bunu doğrulayacak şu verileri aktarır. Eserlerinin hiçbirinde özellikle de “Avrupa Seyahatnamesi”nde İstanbul’u tafsilatlı bir şekilde anlatmasına rağmen burada okuduğuna dair bir şeyden bahsetmediğini, Ali Çankaya`nın “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler” adlı eserinde Kerimi’nin kaydının bulunmadığını belirtir. İstanbul’daki öğrenimi sırasında Türk edebiyatını yakından tanıma imkânı bulur. Böylece medreseden, geleneksel bilimleri, Arapça ve Farsçayı; Rus Mektebinden Rusçayı, Mülkiyeden de Osmanlı Türkçesi ile Fransızcayı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bu dillerin edebiyatına da çok yakınlık duyar. Bir edip ve aydın olarak kendini yetiştirir.
            1896’da İstanbul’da eğitim hayatından sonra Yalta’nın Üzen köyünde iki yıl öğretmenlik yapar. 1899’da kendisi, babası ve ailesiyle birlikte Orenburg’a yerleşir. Burada çeşitli kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunur. Arkadaşı Gani Hüseyinov ile birlikte bir matbaa satın alır. Çeşitli kitaplar basmaya başlar. Asıl gazete çıkarmak hedefine şartların zorluğundan, 1905’deki devrimin kısmi özgürlüğünden dolayı 1906 yılında ulaşır. Tatar matbuatının(basın) en önemli yayın organlarından Vakit Gazetesi Orenburg’da 21 Şubat 1906’da kurulmuştur. Kerimî, bu gazetede 1917 yılına kadar baş yazarlık yapar. Bolşevik İhtilali’nden birkaç gün önce gazeteden ayrılır. Orenburg Cemiyet-i Hayriye’sinde aktif bir üye olarak görev yapar. Bolşevikler ile başlangıçta bir sorunu olmaz. Moskova’ya gider, yeni açılan halk mekteplerinde ve öğretmen hazırlayan kurslarda ders verir. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği halklarının merkez neşriyatında çalışır. Doğu Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verir. 4 Ağustos 1937’de, cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılmış olan 67 yaşındaki Fatih Kerimî, 27 Eylül 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak 8 Aralık 1959’da Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî’nin suçsuzluğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir.
            Kerimî, Şehabettin Mercanî, Kayyum Nasırî ve Rızaeddin Fahrettin gibi Tatar Edebiyatı’ nın kurucuları arasındadır. Kerimî’nin belli başlı eserleri şunlardır:  Onun Komedya(1898), Hösid Baba(1895), Şakirt ile Student(1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı(1900), Salih Babaynın Öylenüvi(1897), Mirza Kızı Fatima(1901), Avrupa Seyahatnamesi, Kırım Seyahatnamesi ve İstanbul Mektupları’dır. 


                                                      

20 Ocak 2009 Salı

BİR TERÖRİSTİN HATIRALARI: “ŞEMDİN SAKIK ANLATIYOR”[1]


        Başlıkta ismi vurgulanan eser, gazeteci Tuncer Günay’ın Türkiye’deki son Kürt isyanının elebaşlarından PKK’ın 18 yıl hizmetçisi, emekçisi, kendisinin deyimiyle “teorisyeni” ve en üst düzey yöneticilerinden Şemdin Sakık ile yaptığı söyleşiden oluşmaktadır. Günay, söyleşiyi Sakık ile yüz yüze yapamadığı için sorularını mektup ile sormuş. Sakık da soruların cevaplarını mektup ile cevaplamış. Ortaya bu söyleşi kitabı çıkmış. Sakık sorulan sorulara çok iyi çalıştığından, cevaplarda kendisini çok güzel savunmuş.

        Sakık, 18 yıllık dağ hayatını, PKK’ya niçin katıldığını, örgütten niçin ayrıldığını,  örgütün içyapısını, örgütte kadın- erkek ilişkilerini, örgüt içi hesaplaşmaları anlatır, PKK ile ilgili epey bilgi verir. PKK’ya katılma nedenlerini anlatırken Erivan Radyosu’ndan etkilendiğini belirtir. Örgütün yaptığı canavarlıkların bir kısmını anlatmaya çalışır. Genellikle gördüğü yanlışlardan kendisine ait olmayanları açık yüreklilikle eleştirir. Ama kendisinin bireysel olarak yaptığı eylemlerden (canavarlıklardan) hiç ama hiç bahsetmez. Olayları anlatırken sanki kendisi yaşamamış da bir üçüncü kişi anlatıyormuş gibi bahseder.

         Kitabı okurken aklıma -bu kitabı okuyan birkaç arkadaş ve büyüğümüzün de değindiği gibi-  “acaba birisine mi yazdırdı kitabı?” kuşkusu geliyor. Bir eşkıyanın kaleminin bu kadar kuvvetli olması da insanı şaşırtmıyor değil. Okurken kitap; roman, deneme tadı veriyor insana. Eğer ülkemizi can evinden vurmaya çalışan bir terör örgütünün bir gönüllü üyesi bile böyle edebi kıvamlı yazı, kitap ve eser yazıyor ise bizim gibi ülkesini ve milletini karşılıksız seven insanların aynaya bakmasının vaktinin geldiği ve ne yazık ki geçtiğini idrak etmemiz gerekiyor. Sakık, iliklerine kadar yaşadığı uykusuzluğu öyle güzel tarif ediyor ki şu cümleleri okuyunca sizler de benim gibi şaşıracağınızı düşünüyorum: “..şiddet ortamında geçen yıllar boyunca derin, deliksiz, yeterli ve düzenli bir uyku uyuyamadım. Yıldızlar titreterek, bulutlar ıslatarak, toprak kulunç yaparak, ıslaklık krampa dönüşerek, rüzgâr çuvaldız gibi batarak uyutmazdı. Yorganım güneş, yıldızlar ya da bulutlardı; üçünden birinin altında uyumaya çalışırdım. Ama birisi yakar, birisi dondurur, birisi ıslatırdı. Bazen her üçünden de mahrumdum. Kar ya da yağmurdan sonra örülürdü yorganım. Bazen parka, bazen kefiye, bazen de bulup buluşturduğum bir bez parçasını kullanarak güneşin kavuruculuğundan, yıldızların serinliğinden, bulutların neminden, rüzgârların soğuğundan, karın donduruculuğundan, yağmurun ıslaklığından uyumaya çalışırdım, ama uyumayla uyanma bir olurdu….Döşeğim, ilkbaharın çamuru, yazın taşlaşan toprağı, sonbaharın küf kokan yaprakları ve kışın karıydı.” (s. 58,59)
        
        Hakkâri, Şırnak, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Ağrı, Kars, Erzurum, Tunceli (kendisi Dersim diyor), Hatay, İskenderun dağlarını, tepelerini, ormanlarını, yaylalarını; Mardin ve Batman ovalarını çok gezdiğini söyler. Irak, İran, Suriye sınırlarını ve Lübnan, Irak, İran dağlarını tekrar tekrar geçtiğini ve dolaştığını belirtir.
       
        Sakık, kendisinin Şam yakınlarında bir evde kalırken, bu eve Kürt Bilge (!) DP ve DYP eski milletvekili Abdulmelik Fırat’ın da birkaç günlüğüne misafir olarak geldiğini belirtir. Örgütün kendisinin ayağını kaydırdığı dönemlerde Fırat’ın fikirlerini dinlemediği için de pişman olduğunu söyler (s.43)

        Sakık, dağdaki 18 yıllık yaşantısından, yanlış yolda bir ömür tükettiğinden dolayı pişmandır. Terörün bir çözüm olmadığının farkındadır. Bu pişmanlığını şöyle anlatır: “…Annemin öğüdü doğrultusunda hareket edip yolumu belirleseydim, toplumun bir parçası olma yerine birey olmaya çalışsaydım, isyana kalkışan her Kürt’ün akıbetine uğramayacak ve başlarına gelenlerin benzerini yaşamayacaktım.

         En köklü, en karmaşık, en kapsamlı, en menfi yargılarla yüklü kördüğüm sorunları bile akılla, hukukla, demokratik yol ve yöntemlerle çözen yaralı ve başarılı bir Kürt olacaktım. İsyancı geleneğinden kurtulan, isyan-katliam-isyan döngüsünü bozan, dünyaya yeni bir pencereden bakan Kürtlerden olacaktım. Eli kanlılarla değil, özgür dünyayı anlamış, aradaki mesafeyi kapamış ve bu dünyanın bir parçası olmayı başarmış demokrat Kürtlerden olacaktım. Vasıfsız, mesleksiz bir tetikçi değil, emekçi meslek sahibi ve çevresine yararlı bir insan olacaktım. (altını ben çizdim. O.S.)
        
         Yıkıcı bir Kürtçü değil, yapıcı bir Kürt olacaktım. Yerlerde sürünen, dilenerek geçinen bir Kürt değil, yaşam kalitesini yükselmiş zengin bir Kürt olacaktım. On sekiz yılını dağlarda, on yılını zindanda geçiren, hiçbir şey üretmeyen, hep zarar veren biri değil, kendini tamamlamış ve topluma hizmet etme imkânı yakalamış Kürt olacaktım.

         Köylülükle, cehaletle, yoksullukla ve kavgacılıkla özdeşleşmiş bir Kürt değil; eğitimli, medeni, kültürlü bir Kürt olacaktım. Esmer tenli, pala bıyıklı, yontulmamış, kör bir Kürt değil, sosyalleşmiş, zarafet kazanmış, anlayışlı bir Kürt olacaktım. Ortaçağ karanlığını delememiş köylü yaklaşımıyla baş başa kalan değil, aydınlanmış bir Kürt olacaktım.” (s.24)

        24 Mayıs 1993 günü Bingöl karayolunda şehit edilen 33 askerimizin müsebbibinin kendisi olup olmadığı hakkındaki soruya kendisin bir suçu olmadığını ifade eder. Devletin, olayın sorumluluğunu PKK’ya, PKK’nın da kendisine yıktığını belirtir. (sanki başka bir örgüt ve başka kişiler yapmıştır demeye getirir.) Öte yandan olayı gerçekleştiren kişinin Zeynel kod adlı,  80 ihtilali sonrası Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yetişmiş bir terörist olduğunu söyler. Sakık’ın anlattığına göre mahkeme kendisi hakkında şöyle bir karar verir. “Sanığın olaya katıldığı, planlama yaptığı ya da talimat verdiği tespit edilememiştir. Ancak olay sanığın sorumluluğu altındaki bölgede olduğu için dolaylı bir sorumluluğu vardır.” (s. 95)

        Sakık’ın 90 askerimizin silahsız bir şekilde gönderilmesine olan tepkisine de hak vermemek elde değildir. Bu konu hakkında şunları söyler: “Herkes bana saldırdı ama hiç kimse, bir çöp bidonunun yanı başına nöbetçi diken, birkaç askeri malzeme nakli yapılırken güvenlik için birlikler ayarlayan güvenlik kuvvetlerimizin, 90 askeri sevk ederken tek bir silahlı adam görevlendirmemesine dikkat çekmedi, neden böyledir demedi, bunun hesabını sormadı, yapılmışsa bir soruşturma bunun sonuçlarını öğrenmedi.”

DEĞERLENDİRME

Kitap, özellikle de dağda yaşayan bir eşkıyanın ne yiyip ne içtikleri, nasıl yattıkları ve uyudukları, nasıl temizlendikleri, nasıl haberleştikleri vb. soruların en ince ayrıntılarına kadar anlatmaya çalışmış. “Bir teröristin penceresinden hayat nasıl görünüyor?”un cevabını kitap güzel anlatmaya çalışmış. Eserin, ömrünün yaklaşık üçte birini dağlarda yaşamış birinin anlattıkları olarak düşünürsek gerek macera gerek çözüm yolu için dağlara çıkması muhtemel gençleri aksi yönde ikna etmeye yarayabilecek bir materyal olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Bundan birkaç yıl önce Sakık’ın daha önceki kitabını Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bir valimiz, öğrencilere okuması için hediye ettirdiğini basında çıkan haberlerden hatırlıyorum. Bu gibi kampanyalar düzenlenerek tuzağa düşmeye meyilli gençlerin korunmasına vesile olunabilir.

         (Kayseri Erciyes Gazetesi, 20 Ocak 2009)


[1] Tuncer Günay, Şemdin Sakık Anlatıyor, 175 sayfa, I. Baskı, Haziran 2007, İstanbul, Doğan Kitap
                                       

14 Ocak 2009 Çarşamba

ÇILGIN TÜRKLER KİMDİR: ŞU ÇILGIN TÜRKLER


        Yazar, Milli Mücadele’nin nasıl kazanıldığını, cephe ve cephe arkasında gelişen olayları, roman şekline büründürerek bize sunmaya çalışır. Özakman, romandaki kahramanlardan: Nesrin Hemşire, Yzb. Faruk, Dr. Hasan, Gazi Çavuş, Saatçi Ali Efendi, Panayot’un hayali olduğunu, geri kalanların tamamen gerçek olduğunu söyler.

        Eser; önsöz, içindekiler, kısaltmalar, dipnotlar ve kaynakça dışında 675 sayfadır. Kitabın içinde 180 küçük boy fotoğraf ve 21 savaş planı bulunmaktadır. Kitap 2 ana bölümden oluşmaktadır. I. Dünya Savaşı’nın başladığı 28 Haziran 1914 ile Kütahya-Eskişehir Muharebesi’ne hazırlık Dönemine kadar olan olayların kısaca bir özetini başlangıç bölümünde verir. I. Bölümde, Yunan Büyük Taarruzu II. Bölümde ise Büyük Türk Taarruzu anlatılır.

        Çılgın Türkler kimdir? Bunların kimler olduğunu ve bunlara niçin çılgın denildiğini romandan öğreniyoruz. Tarihe “Çılgın Türkler” olarak geçenlerin bir kısmının listesini sunuyorum.[1]

        Çılgın Türk, “Milli Mücadele” adına Yunanlıların İzmir’i işgaline karşı ilk kurşunu sıkarak bunu canıyla ödeyen Gazeteci Hasan Tahsin’dir. Malta’da sürgünden döner dönmez Anadolu’ya gelip; Türklerin son ölüm kalım savaşına katılan, Ali İhsan (Sabis) Pala, Alb. Kara Vasıf Bey, Ziya Bey (Gökalp), Fahrettin (Altay) Paşa, Fethi (Okyar)’dır.

        Çılgın Türk, İstanbul’da Sadrazam ve Padişah’ın maiyetinde bulunmak dururken; “Milli Mücadeleye” katılarak biz de sizinleyiz diyen, Vahdettin’in Yaveri Alb. Naci (İldeniz),  Sultan Vahdettin’in damadı, Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu, Bnb. İsmail Hakkı (Okday) ve Sadrazam’ın Başyaveri Yb. Hüseyin Hüsnü Bey’dir.

        Çılgın Türk, Başta Çankırı Belediye Başkanı Cemal Efendi’nin önderliğinde; Mutasarrıflığın birim amirleri, Müdafaa-i Hukuk ve Kızılay Başkanları, öğretmenler, esnaf ve eşraf temsilcileri, askerde olmayan baş ağalar, muhtarlar, imamlar bir hafta kadar zaman içinde doktor ve tıbbı aygıtları olmayan bir hastaneyi açan kişilerdir.
       
        Çılgın Türk, Müfreze Komutanı Halil Efe’yi savaş sırasında hiç yalnız bırakmayan,  akıncılardan hiç ayrılmayan, bunun karşılığı olarak da şehit olan,  Halil Efe’nin eşi Gördesli Makbule Hanım’dır. Düğünü için özenle diktirdiği gelinliği satıp bedeli olan 30 lirayı Kızılay’a bağışlayan Zonguldaklı Hatice’dir.

        Çılgın Türk, İstanbul Matbuat Derneği’nin Ayasofya Camii’nde Sakarya Şehitleri için düzenlenen mevlide katılarak imamın  “Sakarya boylarında Türklere karşı düşman askerlerini Kahhar isminle kahreyle ya Rabbi” duasına amin diyen başta Veliaht Abdülmecit Efendi, Şehzade Ömer Faruk Efendi gibi gönlü ve kalbi Ankara’dan haber bekleyen kişilerdir.

        Çılgın Türk, umudun yitirildiği, düşmanın top seslerinin Polatlı’da duyulduğu sırada, “Sakarya’da tutunamazsak Kızılırmak’ta dövüşürüz, olmazsa Yeşilırmak’ta, o da olmazsa Fırat’ta” diyen Ankara Mebusu Şakir (Kınacı)’dır. “Biz ya hakkından, ya toprağından, ya onurundan bir şeyler feda edemeden yaşayamayan bir millet miyiz? İlle üste vermeye mi mahkûmuz? Bu İngiliz kumaşından yapılmış kefeni, şimdi yırtamazsak bir daha hiç yırtamayız.” diyen Hakkâri Milletvekili Mazhar Müfit (Kansu)’dur. Meclis’te pek  konuşmayan, ama o gün Meclis’in kürsüsüne çıkıp da:“Lafım kısadır…Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?” diyen Dersim Mebusu Diyap Ağa’dır.

        Çılgın Türk, Kuzuluk Köyü’nde, düşman askerlerinin geri çekilirken ateşe verdikleri evin içine cayır cayır yanan ama dışarı çıkmayan, namusuna el ve dil uzatılmadan bu dünyadan göçüp giden bir kızdır.
       
        Çılgın Türk, düşmanın İzmir’e kovalandığı bir zamanda Türk askerlerini durdurarak; “Biz sizi üç yıl bekledik. Şimdi biraz da siz bekleyin. Daha diyeceğim var. Ben Üsküplüyüm. Ay yıldız Üsküp’ten ayrılınca, onun peşine düştüm. Göçmenin derdi, bayrağının altında ölmektir, oğul. Beş kere göç ettim. O nereye, ben oraya. Sonunda Anadolu’ya geldik. Ama düşman buraya da yetişti. Al sancak orduyla birlikte Ankara’ya gitti. Mecalim yok ki yine peşine düşeyim. O dönene kadar ölmemeye ahdettim. Ahdimi de tuttum. Ordu da, sancak da döndü. Ama bir açıp da sancağın yüzünü göstermediniz.” diyen yaşlı Türk kadınıdır.

        Çılgın Türk, İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan İstanbul Askeri Lise Öğrencileri ve Heybeliada Bahriye Mektebi Talebeleri’dir. İstanbul Dârülfünun’di İstiklal Savaşı’nın karşısında olan 5 hocanın görevden alınması için boykot yapan Dârülfünun’un yiğit talebeleridir. Başkomutan’ına karşı verdiği “Yarım saate kadar Çiğiltepe’yi ele geçiririz.” sözünü tutamadığı için intihar eden Şehit Albay Reşat (Çiğiltepe)’dir.

        Çılgın Türk, Sakarya Savaşı öncesi Kastamonu Nasrullah Camii önünde toplanarak; Başkomutan’a “Ordunun yiyeceğini, giyeceğini, silahını, cephanesini sonuna kadar sağlamak için hepimiz, günlük nafakamıza varıncaya kadar bütün varımızı fedaya hazırız.” telgrafını çeken Kastamonululardır.

        Çılgın Türk,  yazmış oldukları  yazılarla İstiklâl Savaşı’nın ruhunu  bir ışık gibi aydınlatan, Açıksöz gazetesi yazarı İ. Habip (Sevük), Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı (Atay), gazeteci Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın)’dır.

        Çılgın Türk, Fransız gözetimindeki Zeytinburnu Silah Fabrikası’ndan cephane çalarak Anadolu’ya getiren Felah Örgütünden Yarbay Eyüp (Durukan) ve nakliyeci Hüsnü (Himmetoğlu)’dur. Yine aynı işi yaparak el altından Anadolu’ya aktaran Muharip Örgütü’nün başkanı Kurmay Bnb. Ekrem (Baydar), irtibat subayı Kur Yzb. Seyfi (Akkoç)’tur.
       
        Çılgın Türk, “Her ne pahasına olursa olsun, Yunanlılara karşı koymak gerekir. Ben fetva veriyorum. Hiçbir müdafaa vasıtası olmayan bir Müslüman dahi yerden üç taş alarak düşmana atmaya mecburdur.” diyen Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir.

        Çılgın Türk,  cephede hasta olan askerlerimizi tedavisi için uğraşan; Başta Cebeci Hastanesi’nin Başhekimi Şemsettin Bey, doktorları Dr. Rauf (Gürün), Dr. Murat (Cankat), Dr. Mim Kemal (Öke) ve gönüllü hemşireleridir.

        Çılgın Türk, Ankara’da Taceddin Dergâhı’nı mesken tutan, Cuma namazlarında halka “Milli Mücadele Ruhu” nu vermeye çalışan, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.” diyen Milli Şairimiz, Burdur Milletvekili Mehmet Akif (Ersoy)’ dur.

        Çılgın Türk, Meclis’in çıkarmış olduğu “Tekâlifi Milliye” kanunlarını kendine farz bilip, üzerine düşeni fazlasıyla yapan, üzerindekinden başka elbisesi olmayan, ayağındaki çarığını ve çorabını veren Emirdağlı Deli Battal’dır.

        Çılgın Türk, Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda Türklere yapmış oldukları yardımlarla; Türk’ün imtihanı geçmesine vesile olan başta Muhammed Ali Cinnah, Muhammed İkbal ve milyonlarca Hindistan Müslümanıdır.

        Çılgın Türk, İstiklâl Savaşı’nın kazanılması için kanını sebil eden Şehit Eyüp Çavuş, Şehit Haydar Çavuş, Asteğmen Ekrem Bey, Teğmen Yıldırım Kemal, Uşaklı Yzb. Basri Bey, Yzb. Zekeriya Bey, Yzb. Fehmi Bey, Yüzbaşı Şekip Bey, Bnb. Osman Bey, Yarbay Ahmet Muhtar Bey, Yarbay Esat Faik Bey, Yarbay Ahmet Rıfat Bey, Albay Nazım Bey’dir.

        Çılgın Türk, Sakarya’da Büyük Taaruz’a katılarak yiğitçe savaşan, Gazi olan saka eri Antalyalı Kel Zeynel Bey, Er Antepli Adil, Bitlisli Veysel Onbaşı, Onbaşı Hamza, Onbaşı Halide Edip Hanım, Sinoplu Alican Onbaşı, Ali Metin Çavuş, Ömer Çavuş, Asteğmen Şevket (Sağucalı), Asteğmen Besim Bey, Teğmen Rıfat (Erdal), Teğmen Gazi Bey,  Teğmen Refik Bey, İsmet Paşa’nın Yaveri Muzaffer (Kılıç), Teğmen İhsan (Aksoley), Teğmen Fevzi, Üsteğmen Bozkurt (Kaplangı), Üsteğmen İhsan Hakkı (Petek), Üsteğmen Ağah Efendi, Yzb. Fahriye (Belen), Pilot  Yzb. Fazıl Bey, Yzb. Aziz (Hudal),  Yzb. Salih (Bozok), Yzb. Sırrı Bey, Yzb. Yümnü Bey, Yzb. Rasim Bey, Yzb. Zeki (Doğan), Pilot Yzb. Vecihi (Hürkuş), Yzb. Asım (Tınaztepe), Yzb. Cevdet Kerim (İncedayı), Yzb.İsmail Hakkı (Tekçe), Yzb. Neşet (Bora), Yzb. Hikmet Bey,  Bnb. Şevki (Savaşçı), Bnb. Baki (Vandemir), Bnb. Zafer (Kemal), Binbaşı Tahsin (Alagöz), Bnb. İbrahim (Çolak), Bnb. Hasan Basri Bey, Bnb. Zeki (Ekinci), Bnb. Tahsin Bey,  Bnb. Cemil (Taner), Bnb. Rahmi (Apak), Bnb. Tevfik (Bıyıkoğlu), Bnb. Kadir Bey, Bnb. Osman Bey, Yarbay İlyas (Aydemir), Yarbay Suphi (Kula), Yarbay Ahmet Derviş Bey, Yarbay Fethi (Tınaz),  Yarbay Zeki Soydemir, Yarb. Demir Ali Bey, Yarbay Sabit Bey, Yarbay Naci Bey, Yarbay Fehmi (Tınaztepe), Yarbay Ömer Halis Bıyıktar, Yarbay Nidai Bey,  Yarbay Salih (Omurtak), Yarbay Fuat (Bulca), Yarbay Halit (Akmansu), Yarbay Kenan (Dalbaşar), Yarbay Ferit Bey, Yarbay Hayrullah (Fişek), Yarbay Emin (Yazgan), Albay Selahattin (Adil), Albay İzzet (Çalışlar), Albay Mürsel (Bakü), Albay Fahrettin (Altay), Tuğg. Yusuf İzzet Paşa, Albay Halit (Karsıalan), Albay Kazım (Sevüktekin), Albay Kemalettin Sami (Gökçe), Albay Şükrü Naili (Gökberk), Albay Cevat Bey, Albay Mehmet Arif Bey, Albay Kazım (Dirik) Bey, Albay Galatalı Şevket Bey, Albay Nurettin (Ozsu), Albay Asım (Gündüz), Albay Kâzım (Özalp), Tuğg. Abdurrahman Nafiz Paşa, Tuğg. Osman Zati Paşa, Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Tuğg. Kazım (Karabekir), Batı Cephesi Komutanı ve Moskova Büyükelçisi Tuğg. Ali Fuat (Cebesoy), Milli Savunma Bakanı Rafet Bele, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, T.B.M.M Başkanı ve Başkomutan M. Kemal Paşa’dır.

        Çılgın Türk, Sevr Antlaşması’nın tarihe gömülmesine, Türk’ün hayat-memat mücadelesinde ‘hayat’ın kazanması için emeği geçen, bizim unuttuğumuz, Allah’ın ve tarihin unutmadığı milyonlarca Türk’tür.

         (Kayseri Erciyes Gazetesi, 14 Ocak 2009)







[1]Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, 747 Sayfa, 167. Basım, Ekim 2005, Ankara, Bilgi Yayınevi