KAZIM
TAŞKENT’İN “YAŞADIĞIM GÜNLER”İ
97
yıllık ömrüne –çoğu akranından farklı olarak- dolu dolu birkaç ömür
sığdırabilen, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nı iliklerine
kadar yaşayan, genç cumhuriyetin önemli bürokratlarından, sigortacılık ve özel
bankacılığın Türkiye’de yerleşmesinde gözden kaçmayacak atılımlar yapan Kazım
Taşkent “Yaşadığım Günler”[1] isimli kitabı yazarak bu dünyayı
terk eylemişti. Bahse konu olan kitabı ve Kazım Taşkent’i hatırlamak
düşüncesiyle bu yazı kaleme alınmıştır.
TANIMAYANLAR İÇİN
KAZIM TAŞKENT
1894’te
Preveze’de bir memur çocuğu olarak dünyaya gelen Taşkent, Üsküp’te idadi (lise)
eğitimini tamamladıktan sonra, Mühendis Mektebi’nde okumak için İstanbul’a
gelir. -Binlerce eğitimini tamamlayamayan devrin ortaöğretim ve yükseköğretim
öğrencileri gibi- Kazım Taşkent de kendisini çağın en büyük felaketi olan I.
Dünya Savaşı’nın ortasında bulur. Yedek subay olarak amcası Esat Paşa’nın görev
alanı Çanakkale Cephesi’nde, daha sonra da İstanbul ve Batum’da görev yapar.
Savaşın hemen sonrasında yarım kalan yükseköğrenimini tamamlamak üzere
dönemin hükümeti tarafından bursla ödüllendirilir. Almanya’da Braunschweıg ve
Hannover’de Technische Hochschule’yu bitirdikten sonra kimya mühendisi olarak
Türkiye’ye döner.
İktisat Bakanlığı’nda bürokrasi hayatı başlar. İstanbul Sanayi Bölge
Müdürlüğü’nde çalışır. Zonguldak Kömür Madenleri Genel Müdür Yardımcılığı’nı
üstlendikten sonra şeker sanayiinde çok önemli görevlerde bulunur.
Cumhuriyet döneminde Alpullu, Eskişehir, Turhal Şeker Fabrikalarının
kuruluşunda görev alır. Bu fabrikaların müdürlüğünü yaptıktan sonra Türkiye
Şeker Fabrikaları A.Ş Genel Müdürü olarak da uzun süre hizmet eder.[2] Devrin devlet adamlarının takdirini
kazanan Taşkent, şeker sanayiindeki hizmetlerinden sonra, Doğan Sigorta Şirketi
ve Yapı Kredi Bankası’nın başında 70’li yılların ilk dönemine kadar çalışır.
Kazım Taşkent’i 1950-1952 yılları arasında TBMM’de CHP Manisa
Milletvekili olarak görürüz. Özel sektörde üst düzey bürokrat olarak uzun
yıllar çalışır. Bankacılık ve kamudaki bürokratlığın dışında ülkemizin kültür
ve sanatına muhtelif katkılar sağlar. 1938’de çığ altında kalan çocuğu Doğan’ın
hatırasını yaşatmak için Doğan Kardeş çocuk dergisi ve yayınlarını kurar.
Kazım Taşkent, 48 yıllık çalışma hayatından sonra emekliye ayrılır.
1991’de İstanbul’da vefat eder. Yazar, yoğun çalışma hayatına rağmen bazı
önemli notlar almaktan, günlük tutmaktan geri kalmaz. 30’lu yılların sonundan
30 Ağustos 1978’e kadar bunları biriktirir. Sonra bu çalışmalar kitap halinde
yayımlanır.
Bahse konu olan çalışma yazarın tuttuğu günlük ve notlardan
oluşmaktadır. Günlükler daha ziyade düşünce yoğunluklu olup; notlar da aforizma
ağırlıklıdır. Günlüklerde genelde tarih belirtilmiştir.
Kitaptan anlaşıldığı üzere Taşkent, “eğitim”,
“insan”, “doğa”, “doğu”, “batı”, “medeniyet”, “din”, “Atatürk”, “uygarlık”, “aydın”,
“halk”, “cumhuriyet”, “ahlak”, “hürriyet”, “şahsiyet”, “politika(cı)” gibi
kavramlar üzerine çok ciddi kafa yormuştur. Bu emeğin ürünü olarak yerinde
tespit ve değerlendirmeler dikkat çekmektedir. Kendisine ait vecizelerin sayısı
ancak yüzlerle ifade edilebilir.
Bazı kavramlar hakkında söylenen aforizma ve vecizelerin birbiriyle
örtüşmesi, benzemesi ve aynı olması dikkat çekmektedir. Hâlbuki vecizelerin
sahipleri birbirinden çok farklı çağlarda yaşayan yazar ve düşünürler
olabiliyor. Burada birbirlerinin vecize ve atasözlerini taklit etme ve intihal
hali gibi bir durum akla gelebilir, şüphesiz böyle olanlar da vardır. Ama şu da
bir vakıadır ki; birbirlerinden habersizce aynı olayı, aynı olguyu, aynı
sancıyı, aynı şeyi düşünenlerin aynı sözü doğal olarak söylemesi de
muhtemeldir. Örneğin, aynı coğrafyada yaşamayan iki milletin atasözlerinde dahi
tıpa tıp benzeyen atasözleri olabiliyor. Burada sözün vermek istediği ana
fikirden daha ziyade, söyleniş şekli önem kazanıyor. Daha doğru bir ifadeyle
sözün sanatsal bir şekle bürünmesi, estetik bir tarzda sunulması söze
orijinallik katabiliyor.
“Yaşadığım
Günler”de yer alan yazara ait aforizma ve vecizeleri okuyanlar daha değişik
kitap ve kaynaklarda da benzer sözlerle karşılaşabilir. Batılılaşma hikâyemiz
başladığından beri batı zihniyetinin içeriğinden daha ziyade batının vitrini, dış
görünüşünü örnek almışız, yanlış olan batılılaşma yolculuğumuz bizi hedefe
ulaştırmıyor şeklinde ifadeleri çok duymuşuz. Kazım Taşkent’in bu konudaki tespiti
akılda kalacak bir ifade tarzındadır:
“Bana öyle geliyor ki,
biz dünya medeniyetini kendimize eş olarak değil de metres olarak tutmak
istiyoruz. Onunla ilişkilerimizden doğacak çocukları benimsemedikçe sorumluluk
artmayacak ve bizim batı uygarlığına erişme hevesimiz böyle boşlukta kalacak.”
TAŞKENT’İN GÖZÜYLE “ATATÜRK VE
ATATÜRKÇÜLÜK”[3]
Osmanlı’nın son dönemine tekabül eden
ardı sıra yaşanılan savaşların tanığı olup da imparatorluğun sönmekte olan
küllerinin üzerinde yepyeni ülke ve devlet inşa edenleri görenlerin önemli bir
kesimi gibi Taşkent de Atatürk’e hayrandır. Aynı zamanda erken cumhuriyet
dönemiyle birlikte iş ve bürokrasi hayatına atılan Kazım Taşkent, Atatürk’ü
değişmez bir patron, kendisini de onun emrinde bir işçi olarak görür. Kazım Taşkent,
özellikle şeker fabrikaları genel müdürlüğü yıllarında yaptığı hizmetlerinin
karşılığı olarak Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Celal Bayar’ın takdir ve
tebriklerini kazanır.
Yazar, Atatürk’ün fikirlerinin gerek
yaşadığı dönemde gerekse kendisinden sonraki devirde iyi anlaşılamadığını, onun
düşüncelerini anlamaya yönelik gerekli çabanın gösterilmediğini belirtir.
Atatürkçülük ve çağdaşlık adı altında gördüğü yanlışlıkların, çarpıklıkların
üzerine gider. Eski devrin yobazı ile yeni dönemin yobazını karşılaştırır: “Eski
yobaz başına sarık sarar, lata giyer, Kur’an-ı ezberlerdi. Bugünün yobazı
kafasına silindir şapka geçiriyor, frak giyiyor ve Batı’nın kitaplarını
ezberlemeyi marifet sayıyor.” Atatürk’ün
tasavvur ettiği kalkınma hamlesini özellikle okumuşların anlamadığı için bu
kalkınma hamlesinin yarıda kaldığını söyler.
Atatürk’ün siyasi mirasçılarına şu
uyarıyı yapar. 12 Mart 1971 muhtırasının verildiği gün günlüğüne kaydettiği
satırlar ilginçtir: “Memleketi sırat köprüsünden geçirme işi yine orduya düştü. Sivil
aydına Atatürk’ün manevi mirasından hiç mi bir şey düşmedi ki, toplumu yönetim
işi sık sık askerlere veriliyor? Askerin işi bu değil…”
Yazarın en çok eleştirdiği, rahatsız olduğu kesim kuşkusuz siyasiler ve
aydınlardır. Kendisi de bir dönem milletvekilliği yapmıştır. Türk siyasetinin
kumaşının kendisine yakışmadığını düşünerek aktif siyasetten geri durur. Günübirlik
politika ateşinden kendisini uzaklara atmayı başarır. Liyakatsiz insanların
önemli bir kesiminin üst basamaklara çıkmak için en müsait araç olarak politikayı
gördüğünü belirtir. Her iktidarın yakınında ve yanında bulunanların mal bulmuş
mağribi gibi ganimet paylaşımı içerisine girdiklerini beyan eder. Taşkent, en
sivri eleştiri oklarını Türk aydınına atar. İşte atılan oklardan bir örnek: “Doğulu aydının az
işleyen yeri kafasıdır, çok işleyen yanı dili ve kalemidir; durmadan işleyen
tarafı da, duyguları ve istekleridir.”
Ülkemiz siyasetinde Türk
solunun aktörlerinin ezici çoğunluğunun onlarca yıldır tuzu kuru, elit insanlardan
oluştuğuna ve bu insanların halka doğru yönelmediğine, din ile arasında en
iyimser bir ifadeyle soğukluk ve resmiyet olduğuna dair yaygın bir kanaat
vardır. Taşkent, yazılanlardan anlaşıldığına göre sol düşünce yapısına
sahiptir. Ancak değinilen sol bakış açısından çok farklı bir duruşu vardır.
Böylesi yaklaşımı da sürekli eleştirir. Çok iyi eğitim almış, yurt dışı
tecrübesi olan küçümsenemeyecek sayıda kalifiye insanımız olmasına rağmen
bunların memleketini ve insanını tanımadıklarını söyler.(s.37)[4] Yazar diplomasız, güngörmüş insanlardan duyduğu arifçe sözleri kayıt altına
alır. Amcası Esat Paşa’nın seyisinden 10 yaşında duyduğu “Tükürük ağızdan çıktıktan sonra pis olur” sözünü hiç unutmaz. Halkın
aklından, bilgisinden daha ziyade tecrübe ve sezgisine önem verir.
Menderes’in milyonlarca insan
-özelikle de taşra ve köylüler- tarafından efsane hale getirilişini
anlamlandırırken 57 seçimleri sonrasında bir köylüden dinlediği tespite hak
verir: “Eskiden çarığım yırtıktı,
çorabım yoktu, elbisem partaldı, hayvanımın kemikleri çıkmıştı, arabam kırıktı,
pulluğum yoktu, şimdi o günlere bakarak çok iyi görünüyorum. Ama hiçbiri benim
sayılmaz beyim, hepsi Ziraat Bankası’nın”.[5]
Koca koca rütbeleriyle
makamları dolduran insanların irtica ile mücadele namına yaptığı yanlışlıklar
kolay kolay unutulmayacak mahiyette olup muhtemelen uzun süre hafızalardan
silinmeyecektir. Yobaz ile samimi Müslümanın ayrımı noktasında aslında çok
basirete gerek yoktur. Yazar bu konuya yaklaşırken samimi, ihlaslı insanları rencide
etmez. Özgürlüğün tanımı ve sınırlarını çizdiği şu tespite kim katılmaz ki: ”Özgürlük,
kendinden utanmanın, insandan utanmanın, topluluktan çekinmenin, Allahtan
korkmanın ortamında uygarlıktır. Bunların olmadığı yerde, özgürlük, en korkunç
insanlık hastalığı anlamı kazanabilir.” Kitabı okurken sık sık insanın aklına
şu düşünce gelmiyor değil. “Keşke Türk
soluna Taşkent’in düşünceleri mayasını verseydi. Kim bilir Türk siyaseti belki
bu kadar kutuplaşmayabilirdi”
Genelde Doğu ve Müslüman âlemini, özelde
Osmanlı ve Türk insanını anlamaya yönelik Batılı seyyah, misyoner, politikacı,
diplomat, gazeteci, aktivistin eserlerinde karşılaştığımız sağlıklı, nitelikli
tespitlere Kazım Taşkent’in kitabında da karşılaşmaktayız. Bunlardan birkaçını
numunelik olarak şöyle sıralayabiliriz:
·
Doğulunun bir konuda
üstünlüğü kabul edilebilirse, o artık her konuda kendini üstün görmeye başlar.
·
Doğulu eleştirirken
düşüncenin, yönetirken duyguların adamıdır.
Muhalif iken en parlak fikirlerin savunucusu, iktidara geçince de
kişisel isteklerinin takipçisi kesilir.
·
Batıda fedakârlığın en
güzel örneklerini sorumluluk taşıyanlar verirler. Doğu’da ise fedakârlık sade
vatandaştan, yoksun halktan beklenir.
·
Okumamış Doğulu gözüyle
görür, kafasıyla düşünür ve yüreği ile inanır. Doğulunun okumuşu ise, kafasıyla
görür, gözüyle düşünür ve midesiyle inanır.
·
Benim memleketimde Doğuyu
sevmezler, ama saygı gösterirler. Batıyı severler fakat gereken saygıyı
göstermezler.
Kitapta özellikle Doğu-Batı insanı ve
zihniyeti, bizim insanımızın zaafları ve kötü alışkanlıklarından önemli bir
kısmının hâlâ geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Bazı tespitlerin de yazıldığı
dönem itibariyle doğru olan, ama bugün şekil ve nitelik değiştirdiğini
söyleyebiliriz. 70’li yılların başında bir tespitinde şunu söyler: “Bu ülkenin fakir çocukları ideolojik ve
siyasi kavgalarında, zengin çocukları da trafik kavgasında hayatını kaybetmektedir.”
Diğer taraftan yazarın tespit ve gözlemlerindeki yargılardaki genellemeler de
dikkat çekmektedir. Örneğin; “Doğulu hisseder, Batılı düşünür;
Batılı düşünür, Doğulu konuşur; Batılı konuşur, Doğulu ya susar ya bağırır.” gibi bazı genellemeler oldukça
fazladır. Söz konusu genellemeler de yer yer oryantalist ruh kendisini
gösterir. Bu yargıların keskin olması bu şablonun dışındaki insanlar hakkında acımasız
hükümlere davetiye çıkarma anlamı taşıyabilir. Her ne kadar yazarın kitabı
yazarken ki amacı “Bizden adam olmaz,
biz toplum olarak ağzımızla kuş tutsak dahi bir yerlere gelemeyiz..” gibi
yaklaşımlar olmasa da kitabı okuyanların aklına milletimizin toplumsal
özgüvenini zedeleyecek fikirler gelebilir. [6]
DEĞERLENDİRME
Özellikle Doğu-Batı insanın benzer ve farklılıkları, bizim insanımızın
zaafları, güçlü yanları, hakkında gözlem ve tespitleri hem ilginç hem de
yerindedir. 20 yüzyılın başında gerek toplumsal olarak yaşadığımız sıkıntılar
ve trajediler, gerek kendisinin yaşadığı bireysel sıkıntıların kendisini
olgunlaştırdığı satır aralarından fark edilmektedir. Aynı zamanda kendisini
yenileme, geliştirme, birbirinden farklı meslek grubundaki insanlar ile teşriki
mesaide bulunması, öbür yandan yurt dışında öğrenim görmesi, yabancı birçok
dostunun bulunması, Doğu-Batı insanı ve zihniyeti üzerine çok kafa yorması gibi
etkenler üst üste binince çok sağlıklı tespit ve gözlemlerden oluşan kitap
oluşmuştur.
Yazarın günlüğünün 1 Nisan 1973 tarihli sayfasına yazdığı satırlar, hem
kendisinin özgeçmişi ve hem de kitabın bir hülasası sayılabilecek niteliktedir.
Beri yandan da anlatılan sadece kendi hikâyesi olmasa gerekir. Osmanlı
Devleti’nin son çırpınışlarını, yıkılan imparatorluğun küllerinden bir devlet
çıkartan nesillerin acı, yokluk ve başarıları şeklinde de okuyabiliriz:
“Doğuşumdan Meşrutiyet’e kadar geçen on
altı yıllık hayatımda, kıskanılacak, özlenecek ya da acınacak bir yanım olmadı.
Ufak bir memur çocuğu idim. Sonra eğitimimi bitirdim. Meşrutiyet’in
fırtınaları, Balkan Harbi faciaları içinde yükseköğrenimime başladım. Birinci
Dünya Savaşı’nda ölüm kol geziyordu, canlı kaldım. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra
memleketime ve bana dünya cennetinin kapıları açıldı. Atatürk’ün ölümüne kadar
hepimiz yollardaydık, bir şeyler yapıyorduk. Sonra bir sis ve İkinci Dünya
Savaşı’nın karanlıkları, korkulu geceler, açlık korkusu… İkinci Dünya Savaşı da
bitti. Arkasından dertler, dertler ve şimdi Atatürk’ün ilk gösterdiği amaca
varmak için yol arıyoruz.” (s. 25)
Son olarak her ne kadar kitabın türü hatıra kategorisinde belirtilmiş
olsa da hatıradan çok daha fazlasını ifade ettiği söylenebilir. İlgili
kişilerin okuduğunda emsallerinden daha fazla istifade edeceği, çok ciddi bir
eser olarak değerlendirilebilir.
Not 1: Kitaptaki aforizmalardan hoşuma giden, orijinallik belirtisi
olanları arşivime kaydettim. Yaklaşık 35 sayfa tutarındaki bu vecizeleri okumak
isteyenlerle paylaşmak isterim. Talep edenler e-posta adresime ikizkuyu@yahoo.com bir mesajla ulaşırlarsa söz konusu
kitabın beyni sayılan bölümleri gönderebilirim.
Not 2: Bu yazı Türk Yurdu dergisinin şubat 2013 tarihli, 306. sayısında
yayımlanmıştır.
[1] Kazım
Taşkent, “Yaşadığım Günler”, 302
sayfa, 3.Baskı, 2008, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları
[2] Şeker
Fabrikaları eski Genel Müdürlerinden -gazeteci Nuriye Akman ile Yazar Ali
Ural’ın babası- Kemal Ural’ın kitabı da bu kitap türünde olup tadı damağımda
kalan güzel bir eser olarak zikredebilirim. (Kemal Ural, Küçük Şey Yoktur, Şule
Yayınları)
[3] Kitapta
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1931 Ocak ayının son haftasındaki Cumhuriyet Halk
Partisi’nin İzmir il kongresindeki yaptığı konuşmadan bir bölüm bulunmaktadır.
Parti kongrelerinde buz gibi hakikat ifade eden bu tarz konuşmalar ile
ülkemizde pek karşılaşılmaz. Dolayısıyla Atatürk’ün konuşmasından bir sayfalık
bölümü buraya alıntılamak istiyorum.
“Noksanlarımız, mesela, yarım yüzyıllık bir
ihmalin sonucu olsaydı belki bu kadar düşünmezdik; fakat biliyorsunuz ki bunlar
yüzyılların biriktirdiği noksanlıklardır, bu noksanları neslimiz, hatta bizden
sonraki gelecek kuşaklar uzun yıllar ve çok çalışarak ancak
tamamlayabileceklerdir. Başka türlü düşünmek hayalcilik olur. Biz memleketi
birkaç yılda cennete çevirmek hülyasına kapılmış değiliz. Yapacağımız şeyler
hakkında kamuoyu aldatıcı vaatlerde bulunmamayı ilke olarak benimsemişizdir.
Memleketi imar edeceğiz dediğimiz zaman, bilinmelidir ki, yapabileceğimiz her
şeyi yapacağız. Ama memleketi imar yolunda çalışırken, vatandaşları en hafif
yükümlülükler altında bırakacak da değiliz. Bunun tam karşıtı olarak, bütün
vatandaşlar, gerektiğinde ağır yükümlülüklere ve her türlü fedakârlığa
katlanmak zorunda kalacaklardır. Çünkü yapılması gereken şeyleri şu ya da bu
kişiler değil, hep beraber yapacağız. Benim anlayışıma göre: Vatandaşların şunu
isterim, bunu isterim demeleri; şunu, bunu yapmaya mecburum anlamına da gelir.
Toplum, maddi ve manevi ve mali olanaklarını bu uğurda kullanmadıkça, amacımıza
varamayız.
Arkadaşlardan tekrar
tekrar rica edeceğim. Kamuoyuna daima gerçeği söylemek görevimiz olsun.
Sözlerimiz, herkesin hoşuna gidecek sözler değil, milleti yükseltecek gerçekler
olmalıdır. Türk kamuoyunu, gerçekleri içine sindirecek ve onlara doğal olarak
sahip çıkacak bir olgunluğa eriştirmeliyiz. Toplum, şuradan buradan gelecek
günlük fikirlere, yalancı ve aldatıcı telkinlere kapılmamayı huy haline
getirmelidir. Önce başarmamız gereken, bütün atılımların üstünde tutulması
gereken çaba bu olmalıdır.
Arkadaşlar, amacımız gün
kazanmak değildir; bütün hayatımızı gerçek hedeflere yöneltecek, millete, günün
birinde, eliyle tutabileceği maddi eserler verebilmektir. Şimdiye kadar, zaman,
tarih, olaylar, izlediğimiz bu yolda bizi aldatmamıştır. Bu yol üzerinde, her
gün daha çok aydınlanarak hedefe doğru yürüyeceğiz. Bizimle birlikte beraber
yürümek istemeyenlere bir şey diyemeyeceğiz. Onlar da istedikleri gibi hareket
ederler. Bize karşı çıkmaları bizi asla üzmez, belki uyarır, bizi daha dikkatli
yapar. Yalnız, bizi geriye götürecek olanların seçecekleri yöne asla
katlanamayız. Bunu kanunlara dayalı olarak yapıyorlarsa, o kanunları
değiştiririz. Gerekirse ve başka çaremiz kalmazsa, bu yolda her şeyin üstüne
çıkarak, amacımıza doğru ilerlemekte asla duraksamayız.” (s.262)
[4] Birkaç yıl
yurtdışında -özellikle de ABD ve Avrupa ülkelerinde- bulunan kadim bir dostum,
buradaki gözlemlerini anlatırken Türkler hakkında Kazım Taşkent ile aynı
paralelde tespitte bulunmuştu. “Uzun
zamandır dışarıda yaşayan sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitim durumu düşük olan
vatandaşlarımız Türk televizyon kanallarının dışındakileri izlemiyor. Bunun
karşısındaki durumlara sahip olan aydınlarımız da bulunduğu ülkenin veya
yabancı kanalların dışında bir Türk televizyon kanalı izlemiyor.”
[5] O dönemin muhalefet liderlerinden Osman Bölükbaşı
da Demokrat Parti dönemine ilişkin eleştirisini bir cümlede özetleyerek şu
şekilde belirtir: ‘Köye çeşme getirdiler
amma adalet, müsavat ve hürriyet çeşmelerini kuruttular” Fatih Artvinli, Seraba
Harcanmış Bir Ömür: Osman Bölükbaşı, 111 sayfa, 1.baskı, 2007, İstanbul, Kitap Yayınevi,
www.kitapyayinevi.com
[6] Tolstoy Diriliş romanında genellemelerin bizleri
yanlışlara götüreceğini unutulmayacak bir benzetme ile anlatır: “Çok yaygın bir yanlış inanış vardır. Her insanın belirli bir özellikleri olduğu
söylenir. Sözgelimi, biri için iyidir, kötü huyludur, aptaldır, çalışkandır,
tembeldir, vb. denir. Oysa hiç de böyle değildir. Bir insanın çoğunlukla iyi, çoğunlukla
akıllı, çoğunlukla çalışkan olduğunu, ya da bunun tersini söyleyebiliriz. Ama
bir insan için iyidir ya da akıllıdır, bir başkası için de kötüdür ya da
aptaldır dersek yanlış olur. Gelgelelim hep böyle ayırırız insanları. Çok
yanlış bir davranıştır bu. İnsanlar nehirlere benzerler: Hepsinden aynı su
akar, ama her nehir kâh daralır, hızlı akar, kâh genişler durgun akar, kâh
tertemizdir, kâh bulanık, kâh soğuk, kâh ılık. İnsanlar da öyledirler. Her
insanda kişioğlunun genel özelliklerinin özü vardır. Bazen bunlar, bazen
ötekiler çıkar üste. İyi ya da kötü olur. Bazı insanlarda bu değişiklik pek
belirgindir, kesindir. Nehlüdof.” (Lev
Tolstoy, Diriliş, Çev: Ergin Altay, s.208, 5. Baskı, 2009, İstanbul, İletişim
Yayınları)