24 Aralık 2011 Cumartesi

BEN RTÜK BAŞKANIYKEN..

Radyo Televizyon Üst Kurulu, 90’lı yılların ortalarından itibaren radyo ve televizyon kanallarına verdiği, -uyguladığı sansür niteliğindeki- cezalar ile dikkatleri üzerine çekti. RTÜK’ün görevi, işleyişi, kurumsal yapısı hakkında açıkçası kamuoyunun çok net ve sahih bilgi sahibi olmadığını söyleyebiliriz. RTÜK’ü daha yakından tanımak isteyenler için bir kitaba atıfta bulunacağım. 

2000–2005 yılları arasında RTÜK üyeliği, bu görevin ilk iki yılında da RTÜK başkanlığı görevinde bulunan eski başkan, gazeteci, Nuri Kayış, RTÜK’lü yıllarını kaleme aldı.[1] Yazar, “Ben RTÜK Başkanıyken” isimli kitabında RTÜK’ün kuruluş amacından çalışma şartlarına, işleyişinden kurumun yapısına kadar birçok konuda gözlem ve tespitlerini yer yer ironiye başvurarak anlatır.  

Kayış, RTÜK’ün kuruluş öyküsüne kısaca değinir. 1990’da özel radyo ve televizyon yayıncılığı mantar gibi çoğalır. 24 Nisan 1994’e kadar yayın yapan yüzlerce kanal kanuna göre suç işlemektedir. Kaçak yayının kontrol altına alınması için Meclis tarafından kabul edilen RTÜK Kanunu yürürlüğe girer. Bu kanuna dayanarak TBMM 9 RTÜK üyesini seçer. Yazar, RTÜK’ün kuruluşunu “Türkiye, nur topu gibi bir KİT’e daha kavuşmuştur” diye anlatır. RTÜK’ün asli iki önemli görevini açıklar: “Radyo ve televizyonların frekans planlarını yapmak, bu planlar gereğince ihaleleri gerçekleştirmek, yayın kargaşasına son vermek, kamuya ait bir değer olan frekansların bedelsiz kullanımını önleyerek devletin kasasına milyarlarca doların girmesini sağlamak. Diğeri de Radyo ve televizyon yayıncılığının, kanunda belirtilen yayın ilkeleri çerçevesinde olması için gerekli önlemleri almak, aksine davrananlara lisans iptaline kadar giden müeyyideleri uygulamak.”(s.8-9)

Kitaptan anlaşıldığı üzere RTÜK kuruluş amacına uygun olarak bir türlü yol al(a)mamıştır. Devletin bütçesine bir kaynak oluşturulmasına yönelik, planlan(1994-2005) 3 frekans ihalesi muhtelif sebeplerden yapılamamıştır. Yazar, RTÜK’ün diğer amacına kısmen uyulduğunu kitabında beyan eder.

        Eski Başkan, Radyo ve televizyon programlarını denetlerken kantarın topuzunu zaman zaman aştıklarını itiraf eder. “İmranlım bir yana, dünya bir yana” türküsünü yayınlayan bir radyo kanalına “İmralılım bir yana, dünya bir yana” şeklinde anlayıp Terörist başı Abdullah Öcalan’ı kastediyor diye yorumlayıp radyoyu altı ay kapatma cezası verdiklerini, durumun basına yansımasıyla hatalarını geri düzelttiklerini vurgular. (s.61) Başkanın bir televizyon programında konuşması yüzünden az kalsın konuştukları televizyona da kapatma cezası vereceklerini söyler. Bu durumun ayrıntısına kitapta değinir. Kurulda görüş farklılıkların çok yaşandığını, BBC ve Almanya’nın Sesi kanalının Türkçe yayınını hızlarını alamayarak kapatmak zorunda kaldıklarını belirtir. Daha sonra da bir diplomatik bir krize dönüşen durumun nasıl düzeltildiğini anlatır.

        Kayış, üyeler arasında kavganın, hakaretin, küfrün hiç eksik olmadığını “Kurulun Adana Adliyesi” nden geri kalır tarafı olmadığını söyler. RTÜK’ün Başkan ve üyelerine (9) makam odası olarak tahsis edilen dairelerin 160 metrekare olduğunu, DDK’dan Üst Kurul’a gönderilen bir yazıya göre; 9 üyenin 7’sinin yaklaşık iki yıllık görev süresince Kurul toplantılarına 17 ile 47 kez arasında katılmadıklarını beyan eder.(s.18)

RTÜK üyelerinin Mecliste partiler adına seçilmesinin siyasetin emrine girebilen bir yapı oluşturduğunu, anlatmaya çalışır. Siyasilerin iş bitirmek için kapılarını zaman zaman çaldıklarını, genellikle seçim bölgesindeki ceza alan televizyon ve radyo kanallarının cezasının kaldırılmasına yönelik geldiklerini anlatır. Bir vekil de kendisi hakkında olumsuz yayın yapan televizyon kanalını cezalandırmak için talep de bulunur. Böyle bir yetkilerinin olmadığını söyleyen başkana ısrar etmeye devam edince, milletvekili yüreğinden geçeni dışa vurur: “Meclis’te senin için verdiğim oydan dolayı pişmanım. Fena halde yanılmışım. Oyum haram zıkkım olsun…”(s.60)
 
Yazar, televizyonların şikâyet için adeta birbirleriyle yarıştıklarını, bazı televizyon kanallarının rakiplerinin açıklarını yakalayıp ihbar etmek için özel ekipler kurduğunu anlatır. Bu ekiplerin rakip kanalların yayınlarını banttan didik didik inceleyip kendilerince kanun ve yönetmenliğe aykırı olan kanalları RTÜK’e ihbar eder. Örneğin, ATV’nin böylesi bir yönteme başvurması yüzünden RTÜK İzleme ve Değerlendirme Dairesi uzmanları haftalarca inceleyip rapor haline getirmek için çalıştığını söyler.(s.26)

Kitap, belli bir kronoloji takip edilerek yazılan hatıralardan daha ziyade kayda değer, olay ve olgular üzerine tespitler içermektedir. Eseri okurken yer yer insanın “acaba Aziz Nesin’in hikâyelerini mi okuyoruz” diyesi geliyor. Buna birkaç örnek verebiliriz. Kurumda 14 memura karşılık, 75 şefin olduğunu, kurulun şoförlerinin 5’inin de şef kadrosunda olduğunu öğreniyoruz. RTÜK’ün görevlerinden biri de kuruma verilen yetkiye dayanarak TRT Genel Müdürü ve yönetim kurulu adaylarını belirlemeye çalışır. Eski başkan, aday adayların kendilerine dilekçeyle müracaat ettiğini belirtir. Anlaşıldığı kadarıyla koskoca TRT’yi yönetecek kişilerde fazla vasıf aranmıyor. Yurtdışında görev yapan akademisyenden F Tipi Cezaevi Müdürüne, TRT Trabzon Bölge Müdürlüğü ambar şefinden, PTT Genel Müdürlüğü müşavirine kadar TRT Genel Müdürlüğü’ne aday adayı olabiliyor.

Yazarın tespit ve gözlemleri kendi görev yaptığı -2000-2005 yılları arasını- kapsar. Kitaptan anlaşıldığı üzere görevlerini yerine getiren, sorumluluklarının farkında olan kurum yetkilileri olmakla birlikte ehil olmayan insanların fazlalığı dikkat çeker. Halkın önemli bir kesiminin RTÜK’ten daha fazla beklenti içerisine girdiğini, oysaki kanunun kuruma verdiği yetkilerin tasavvur edildiği gibi olmadığı hemen fark edilecektir. RTÜK’ün yapısına, işleyişine içerden bakmak isteyenler için “Ben RTÜK Başkanıyken”, önemli bir eser olarak değerlendirilebilir.
 
[1] Sedat Nuri Kayış, Ben RTÜK Başkanıyken, 157 sayfa, 1.Baskı, 2006, İstanbul, Remzi Kitabevi









22 Mayıs 2011 Pazar

İNGİLİZ İSTİHBARAT RAPORLARINDA: FİŞLENEN TÜRKİYE (1917–1919)

                                                                                                                                                               
İngiltere, her ne kadar -20. yüzyılda sömürgelerini kaybetse de- iki dünya savaşının da galipleri arasında olmayı başarmıştır. Bu yüzyılda, dili İngilizceyi de dünya dili haline getirmiştir. Soğuk Savaş yılları öncesi ve sonrasında dünya siyasetine yön veren büyük devletlerin başında İngiltere’nin geldiğini uzmanların dışındakiler bile rahatlıkla söyleyebilmektedir.

İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almıştır. İngilizler acaba mağlup ettiği Osmanlı’yı yakından ne kadar tanıyordu? İngiltere, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesine giden süreçte, devletin âli bekası için karar merciinde olan üniformalı, resmi, gayri-resmi, söz ve davranışları geniş halk kitlelerini etkileyecek insanları ne derece sağlıklı tahlil etmiştir? Bu ve buna benzer sorulara İngilizler doğru ya da doğruya yakın cevap verdiklerini düşünüyorlar. Buna yönelik gerek istihbarat çalışmaları gerekse Oryantalizm çizgisinde birkaç asır önce başlayan sayısız çalışmalar mevcuttur. İngiliz diplomasisinin söz konusu dönemle ilgili çok önemli bir çalışmasından Türk okuru geçtiğimiz yıllarda ancak haberdar olabildi.[1]

Akademisyen Bülent Özdemir’in başlıkta ismi zikredilen kitabı, İngiliz istihbaratının Osmanlı Devleti’ndeki birbirinden farklı konumda olan yüzlerce kişiyle ilgili biyografik iki istihbarat raporundan oluşur. İlki 1917’de hazırlanmıştır. Başta Padişah olmak üzere bazı hanedan üyeleri, birçok komutan, siyasetçi ve devlet adamı, gazeteci, yazar ve aydınlar hakkındadır. İkinci rapor 1919 yılına aittir. Buradaki isimler ilkinden farklı olarak, Osmanlı hinterlandındaki aşiret, cemaat reisleri, kanaat önderleridir.

      Kişiler hakkında hazırlanan biyografik bilgilerde isimleri, konumu, pozisyonu gibi maddi bilgilerin yanında psikolojik ve karakter tahlilleri de mevcuttur. Tahlillerde söz konusu kişilerin kişisel zaaflarından, korkularına; evhamlarından, dostluk ve düşmanlıklarına; siyasi görüşlerinden, özel yaşamına, ailevi sorunlarına kadar birçok alanda notlar tutulmuştur.

Fişlenen 465 kişi hakkında bazı değerlendirmeler yapılabilir. Öncelikle şu hususu –çevirmenin de vurguladığı gibi- belirtelim. Raporların yazıldığı zamanda Osmanlı Devleti’yle savaşan diğer İtilaf devletleri gibi İngiltere’nin de Osmanlı topraklarında bulunan bütün diplomatik temsilcilikleri ve misyonerlik merkezleri kapatılmıştır. Bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Bazı kişilerin yazıldığı dönemle ilgili olarak ikamet ettikleri yerler tam olarak belli değildir. Raporu hazırlayanlar bu özel durum sebebiyle olsa gerek, bazı bölümlerde temkinli, tahmini yorumlarda bulunmuşlardır.

        Biyografisi belirtilen kişilerin birkaç istisna dışında tamamı hayatta olan kişilerden oluşmaktadır. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Kazım (Karabekir) Paşa, Ziya (Gökalp), Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Şeyh Sait gibi önemli kişilerin raporlarda olmaması dikkat çekicidir. Bazı kişiler hakkında daha fazla, bazıları hakkında da çok yüzeysel bilgiler sunulmuştur. Burada şüphesiz bahse konu olan kişinin siyasî ağırlığı ve nüfuzu göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya 3 sayfa, okuyacağı gazeteyi bile İttihatçıların belirlediği Sultan Reşat’a ise sadece bir sayfa yer ayrılmıştır.

Biyografi kahramanlarının  İttihat ve Terakki ile ilişkilerine değinilir. Bahsedilen kişi eğer İttihatçı ise partideki konumu ve pozisyonu hakkında önemli bilgiler verilmektedir. Günümüzde maalesef İttihatçılık ve İttihatçılar acımazsızca eleştirilmektedir. İmparatorluğun son zamanlardaki bütün günahları İttihatçıların üzerine itilmektedir. Raporlarda da çok ciddi anlamda İttihatçılık doğal ve haklı olarak eleştirilmiştir. İttihatçılıların idealistliği ve züğürtlüğüyle ilgili Talat Paşa örneğinde verilen şu örnek yiğidin hakkının yiğide teslim edilmesi olarak görülebilir: “Hırsının temelinde kendi çıkarları değil kesinlikle vatansever duyguları var; çünkü pek çok fırsatlar eline geçmiş olmasına rağmen servet peşinde koşmadı.” (s.88) Sadrazam ve Enver Paşa’nın dışındaki Cemiyet üyesi yetkililerin basit, mütevazı bir yaşantısı olduğu söylenir. (s.41)

Belirtilen kişilerin soyu, etnik kökeni, memleketi, eğitim ve öğrenim durumu hakkında epey bilgi sunulur. Birinci bölümdeki 2OO’e yakın kilit mercideki isimden sadece 4 kişinin Anadolu doğumlu olması da çok şey anlatır. Bahse konu olanların etnik vurgusu ısrarla belirtilir. Özellikle İttihatçılıların bazılarının mason, Halide Edip ve Ahmet (Ağaoğlu) Yahudi, Talat Paşa’nın hem mason hem Çingene olduğu iddia edilir.[2]

Karakter özellikleri üzerine tahlillerde bulunurken şahsiyetli kişilerin dürüstlüğü ve sağlam karakterliliği üzerine vurgu yapılır. Olumsuz kanaat belirtilirken ahlaksızlığı, çapsızlığı, alkol düşkünlüğü, yolsuzluk ve rüşvetçi vs. gibi özelliklerini belirtmekten kaçılmaz. İthamlarla ilgili bazen somut örnekler mevcuttur. Diplomat ve şair Abdülhak Hamid (Tarhan)’ın viski düşkünü olduğu belirtilirken, çapkınlığına değinilmemiştir.[3] 

Ahlaksız olarak nitelendirilen kişilerin önemli bir kesimi gazeteci ve yazarlardır. Örneğin gazeteci Yunus (Nadi) hakkında şu not kaydedilmiştir: “Bir gazeteci ve siyasi bir dalevereci. Önce şantaj yaparak hayatını sürdürmekteydi sonra İttihat ve Terakki Partisi’ne katıldı ve özellikle bir Panislamist olarak gelişim gösterdi. Almanya yararına çalışmaktadır.”(s.91)[4]     

      Dönemin bazı komutanları hakkında yaygın kanaatin aksi görüşleri yansıtan bölümler de bulunmaktadır. Örneğin Balkan Savaşı’nda Yanya ve İşkodra’da halk ve askerin vermiş olduğu mücadele hâlâ dillere destandır. Yanya’nın Komutanı Vehip Paşa’nın Yanya’yı sattığını ifade ediyor rapor.

       Raporda Enver Paşa biyografisi bölümü de oldukça ilginçtir. Enver Paşa’nın yanında yaveri ve en az 4-5 Paşa olmadan bir yere gitmediğini belirtir. Şimdiye kadar suikasta uğramamasına şaşılır. Enver Paşa döneminde Ordu’da yapılan tasfiyeye olumlu yaklaşılır. Şu cümlelerle belirtilir: “Türkiye tarihinde ilk defa ordu içinde yeteneksiz ve yetersiz olanların temizlemek gibi bir cesareti göstermiştir.”(s.41)
Masasında Napolyon heykelinin bulunduğu söylenir. Edirne’nin tekrar Türklerin eline geçtiğinde, şehre ilk giren Fahri Paşa komutasındaki birliklerin şehre girmemeleri gerektiğini, Enver Paşa’nın talebi doğrultusunda kendisinin beklenildiği, Enver Paşa’nın şehrin ana giriş kapısından Napolyonvari şapkasıyla bir kahraman gibi girdiğini anlatır.  (s.43)

     İkinci bölümü oluşturan çoğunluğu aşiret reislerine yönelik biyografilerde söz konusu kişilerin hangi tarafta olduğu, bazılarına İngiliz safında olmaları için teklifler götürdüklerini belirtir. Reislerin büyük bir çoğunluğunun İngiliz tarafına yakın, Türklerden uzak olması önemli bir tespittir. Kendileriyle işbirliğine girenleri belirttiği gibi her halükarda Türklerle birlikte kader birliği yapanları da açıklar. Satın alınamayan Kürtlerden Ali Bati hakkında aynen şu ifade kullanılır: “Ali Bati bu durumda Türklerin aleyhinde çalışamayacak kadar Türklere bağlıdır.” (s.100) Türk taraftarı olmanın reel politikada kaybettirmesine rağmen bazı aşiret reislerinin son ana kadar Türklerle birlikte olma gayreti içinde olduğu gözlenir. Aşiret reisleri hakkında yargıda bulunurken bazen kaynak olarak da Bnb. Noel’e atıfta bulunulur. Tarihçi Orhan Koloğlu’nun da belirttiği gibi “Musul’u neden alamadık” iddialarını ileri sürenlerin söz konusu kitaptaki bu listeleri okumaları gerektiğini düşünüyorum.[5]     

     Biyografilerdeki isimler hakkında bazen daha keskin yargılar, bazen de oldukça temkinli ifadeler bulunmaktadır. Söz konusu İngiliz vatandaşlarının menfaatleri olunca araştırdıkları bilgiler daha sağlıklıdır. Örneğin devlet yönetiminde söz sahibi olanların bazılarından bahsederken Alman, Rus veyahut Fransız sempatisi özellikle vurgulanır. Osmanlı’ya esir düşen Fransız ve İngiliz askerlerine yönelik kötü muamele yapıldığına dair iddialarda sorumluluk merciindeki kişilerin ihmali ve sorumsuzluğu masaya yatırılmaktadır. Gayri Müslim vatandaş ve Ermenilerin mağduriyetlerine daha fazla itina gösterilmektedir. Tehcir ve Ermeni sorununda kötü niyetli ve ihmalkâr kişilere de değinilmektedir. 


      İngilizlerin bu tarz biyografiye yönelik istihbarat raporlarında aynı çizgide çalışmalar yaptığı bilinmektedir.[6] Bu çalışmalar da bazen subjektifliğe varan, hakikat ile çelişen bilgiler olabilir. Ama bilgilerin çoğunluğunun doğru, metodolojilerin de sağlam olduğunu söylemek durumundayız. Önsözde Özdemir’in de belirttiği gibi burada parçadan daha ziyade bütüne bakılmasının doğru olacağını düşünüyorum.


    Asırlar önce yaşayan Fransız Filozofu Bacon’un “Bilgi güçtür” sözüne inanmış, bu doğrultuda çalışan yabancı ve yerli bütün insanlara “işlerini” ciddiyetle yaptıklarından dolayı saygı gösterilmesi gerektiğine inanmaktayım.

        Bu çalışmalarda birçok yerde “cahil, yobaz ama dürüst”, “kapasitesi az, ancak dürüst” gibi yargılar göze çarpar. Bugün ülkemizde insanımızın büyük çoğunluğunun mahalle kahvelerinden, akademik çevrelere kadar kendi düşünce, ideoloji ve mensup olduğu “cemaat” ile karşı kampta gördükleri hakkındaki değerlendirmelerinin insaf ve hakkaniyetten uzak olduğu gözlenmektedir. Diğer taraftan Kelâm-ı kadim’in  “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” [7] ikazına bu yazıya konu olan “işlerini iyi yapanların” kulak vermesi ilgi çekicidir. Bu kulak vermenin moral değerlerden mi yoksa profesyonellikten mi kaynaklandığı bu yazının konusu değildir. 

   Böylesi güzel çalışmanın daha iyi anlaşılmasına yönelik bir eksiklik belirtilmezse yazının eksik kalacağını tahmin ediyorum. Bahse konu olan kişilerin en azından soyadı, doğum-ölüm tarihleri gibi açıklamalarda bulunularak İngiliz diplomatlarının yazdıklarının dışında bazı bilgilere başvurulabilirdi. Son olarak kitapla ilgili kabaca bir fikir vermesi için İzmir Valisi Rahmi Bey hakkındaki yazılan raporla yazıya son veriyorum:  

       “İzmir Valisi. Yaşı 42 civarında, Avrupa’ya adım atan Türk olan Gazi Evrenos’un soyundan gelen Selanikli köklü bir Türk ailesine mensup. Talat’ın çok yakın arkadaşı ama Rusya ve İngiltere ile savaşa girilmesinin kesinlikle karşısında. Savaş boyunca İzmir’deki İngiliz uyruklularına ve diğer yabancılara karşı tutumu gayet iyi. Etkili bir desteği olan güçlü bir adam, faydası dokunabilir. Yunan nefreti konusunda fanatik, söylemlerinde tamamen ifrat halinde. Ayrıca bizim açımızdan güvenilir değil. (her ne kadar düşünceleri, önderleriyle her zaman tam olarak bağdaşmasa da) Jön Türk Hareketiyle çok sıkı bağlantısı olduğu gerçek.”(s.77)


[1] Bülent Özdemir, İngiliz İstihbarat Raporlarında, Fişlenen Türkiye, 170 sayfa, 2.Baskı, 2008, İstanbul, Yeditepe Kitabevi.
[2] İttihatçılara yönelik bu kitapta da belirtildiği gibi mason ve sabetaycı, Talat Paşa’ya yönelik Çingene ithamları oldukça yaygındır. Talat Paşa’nın bir kadı oğlu olması bile Çingene kökenli iddiası olduğunu çürütüyor. İngiltere’nin bu kozu bilinçli bir şekilde, propaganda olarak kullandığını tarihçi Koloğlu bir eserinde şöyle anlatır.  ”İttihat ve Terakki’ye hiç Sebetaycılık damgası vurmayan İngilizler, İttihatçıların getirdiği Meşrutiyet’in, kendilerinin Mısır ve Hindistan’daki sömürgelerini etkileyeceğinden korkmuşlar, bu yüzden de İttihatçıların Manastır-Selanik eksenli gelişmesini bahane ederek, Sabetaycılık, dolayısıyla Yahudilik kampanyası başlatmışlardır. Yani İttihatçıların İslam dinine ihanetle suçlanmasını sağlayan İngilizlerdir. Oysa Filistin’i Yahudilere hediye eden de İngiltere’dir. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı’nın İstanbul’daki Büyükelçiye ”Abdülhamid’i unutun, İttihatçıları yerin dibine batırın!” talimatı verir.” (Orhan Koloğlu ile Söyleşiler: Bilimselden Medyatik’e Tarih,  Söyleşiyi yapan Barış Doster, s.183, 2009,  İstanbul, Destek Yayınevi) 
[3] Abdülhak Hamid’in yaşam tarzını özetleyecek küçük bir anekdotun buraya uygun düştüğünü düşünüyorum. Hamid’in cenazesinin mezarlığa defnedilmesinden sonra arkadaşları Hamid ile ilgili bazı anıları anlatır. Arkadaşlarından birisi “Merhum hayatta çok çekti” deyince, Akif’in:
”Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek.
 Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” mısralarını kendine şiar eylemiş merhum İbnülemin Mahmut Kemal (İnal) Bey o veciz sözü yapıştırır: “Hamid Bey, hayatta çok şey değil, üç şey çekti: Buldukça akşamları mey, sinesiye dilber,  hazineden para”( Taha Toros, Mazi Cenneti, s. 64, 2. baskı, 1998, İstanbul, İletişim Yayınları)
[4] 21 yıl sonra İngiliz diplomatların Cumhuriyet dönemindeki 94 Türk büyüğü hakkında hazırladığı biyografik raporda da Yunus Nadi’nin siyasi çizgisindeki tutarsızlıklar ana hatlarıyla bahsedildikten sonra yukarıdakiyle örtüşen şu yargıda bulunulur: “…Zekidir ve Türkiye’nin en önde gelen yazarıdır, fakat her yöne dönmeye hazırdır. Aşırı içer ve genel davranışları Türkleri bile tiksindiren ahlaksız biridir.” (Erdoğan Karakuş, İngiliz Belgelerinde II. Dünya Savaşı Öncesi Türk-İngiliz İlişkileri (1938–1939), 3. Basım, 2004, Ankara, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları (K-41,42)
[5] Koloğlu, yukarıda bahsi geçen eserde İngilizlerin köydeki aşiret reislerini bile tanıdığını, onu nasıl elde edip, yönlendireceğini bildiriyorsa, tabiî ki o bölgeye sahip olur, diyor. (s. 162)
[6] Bu kitabın dışında 2 biyografik istihbarat raporuyla karşılaşmıştım. İlki 4. dipnotta belirtilen kitap, diğerinin de künyesi şudur: (Uygur Kocabaşoğlu, Majestelerin Konsolosları, s.262-273, 2004, İstanbul, İletişim Yayınları)
[7] Maide suresi, 8'inci ayet
     


5 Mayıs 2011 Perşembe


  DR MECİT BARLAS’IN HATIRALARI

Dr. Mecit Barlas ismi her Gaziantepli için birbirinden farklılık arz eden çağrışımlar uyandırır. Günümüz gençlerinin önemli bir bölümü için pek çağrışım yapmayabilir. Muhtemelen şehrimizdeki “Dr. Mecit Barlas Pasajı ve Caddesi”ne bakarak “Galiba unvanında belirtildiği gibi doktordur ama bunun dışında hiçbir şey bilemiyorum” diyecek azımsanamayacak eğitimli ve eğitimsiz genç kitlesi vardır. Oysa birkaç kuşak önceye kadar Dr. Mecit Bey bu şehir için çok şey ifade ediyordu.

Özellikle de Antep Savaşı’ndaki Gazi şehrin mefluç olmuş, yaralılarının tedavisine yönelik hastaneye çevrilen Şeyh Fetullah Camiisi’ndeki Dr. Mecit Bey’in inanılmaz çalışmalarını biz unutsak dahi tarih unutmayacaktır. Bunun için yakılan birçok ağıt, türkü ve dile gelen şiirde kendisinden bahsedilmiştir.

Antep’in ilk doktorlarında olan Mecit Bey, kendi hayat hikâyesini yakınlarına, sevdiklerine muhakkak ki anlatmıştır. Doğal olarak bundan mahrum olanlar az değildir. Dar-ı dünyadan ayrıldığı 1969 yılından beri kendi hayat hikâyesini merak edip de öğrenmek ve bilmek isteyenler için sürpriz 2010 yılının Ocak ayında meydana geldi. Dr. Mecit Barlas, bir dönem hatırasını kalem aldığını, az da olsa günlük yazdığını, torunu Emre Barlas’ın hazırladığı “Dr. Mecit Barlas’ın Anıları” isimli kitabından öğrendik.[1]

Kitabın çok büyük bölümü hatıra tarzında yazılmıştır. Ancak çok küçük bölümleri ise günlük kategorisine girebilir. Söz konusu kitabın ışığı ve rehberliğinde Dr. Mecit Barlas şöyle anlatılabilir.

Mecit Bey, Medrese dersiamı ve rüştiye muallimi bir babanın oğlu olarak 1883’te Antep’te dünyaya gelir. Babasının medrese hocalığı dolayısıyla kendisi de aynı eğitimi alır. Medrese eğitimi ve Rüştiye’yi bitirdikten sonra İstanbul Tıbbiye Mektebi’ni okumak için İstanbul’a yol alır. Ayağındaki bir rahatsızlık dolayısıyla eğitimine zaman zaman ara vermek durumunda kalır. Bununla ilgili küçük bir örnek verilebilir. İstanbul Tıbbıye Mektebi’nin II. Meşrutiyet sonrası Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi’ne dönüşmesiyle, iskeleden mektebe kadar yürümesi gerektiğini, oysaki kendisinin topal ayağıyla buna zorlandığını şöyle anlatır: “arabayla gitmeye kesemin, yürümeye ayağımın tahammülü yoktu” (s.22)

Mecit Bey, niçin doktor olmak istediğini anılarında açıklar. Ayağının rahatsızlığı dolayısıyla karşılaştığı mesleği doktor olmayan, yarım doktorların tavrı ve 8-10 yaşlarındaki bir hatırası, cerrahlığa karşı kendisinde bir meyil uyandırdığını belirtir. Günümüzde daha fazla model ve idol sıkıntısı çeken çocuk ve gençlere yol göstermeye yönelik, Mecit Bey’in anlattığı bu anekdotu çok önemsiyorum. Şehrin dışındaki bir bostana doğru birkaç arkadaşıyla giderken yolda bir çanta bulur. Sözü Mecit Bey’e bırakalım: “Çantayı açar açmaz içinde pens, makas, eğri iğne gibi cerrahi aletler vardı. Yani küçük cep trosu idi. Çoçuklar bulduğum şeyi görmek için etrafımı sardılar. Ben biraz açıp onlara gösterdikten sonra koşuyordum, onlar beni takip ederek göstermemi istiyordu. Bu çantayı koynumda saklayarak eve getirdim ve geceyi sevinç içinde geçirdim. Ertesi sabah bu çanta için o zaman adet olduğu üzere tellal bağırmış. Meğer hükümet tabibi Müslüman doktora aitmiş. Hayvanla köye keşfe giderken düşürmüş. Babam da çantayı benden aldı, sahibine gönderdi. Fakat bende bu küçük vaka doktorluk, cerrahlığa meyil uyandırdı.” (s.19)

Balkan Savaşları Mecit Beyin, talebelik yıllarına tekabül eder. Bu dönemin şartları gereği Kandilli Cemile Sultan Köşkü ile Camcı Raif Paşa’nın taksimdeki evi hastaneye çevrilir. Mecit Bey, buralarda asistan olarak çalışır. Doktorluktan ilk kazancını da burada aldığını belirtir. 1914’te diplomasını alarak doktor olur.

Etfal Hastanesi’nde çalışmaya başlar. I. Dünya Savaşı başlayınca hastanenin bir harp hastanesine geldiğini beyan eder. Çanakkale Cephesi’nden birçok yaralının geldiğini, bunların tedavi edildiğini öğreniyoruz. Burada iki yıl çalıştıktan sonra eş zamanlı olarak Darülaceze’de de çalışır.

1918’de memleketi Antep’e dönen Mecit Bey, bir muayenehane açar. Arka arkaya savaşlarda yenilen Osmanlı Devletinin kabul etmek zorunda kaldığı mütareke döneminde, şehir İngilizler tarafından işgal edilir. İngiliz İşgal altındaki şehirden manzaraları ve Antepli vatanseverlerin yaptıklarını kitapta uzunca anlatır. Bilindiği üzre İngilizler şehri daha sonra Fransızlara teslim eder.

Antep Savaşı’nda dışarıdan ciddi bir yardım almayan şehir, yokluk, açlık ve bütün yoksulluğuna rağmen Fransızlarla mücadele eder. Tarihe II. Plevne Savunması olarak geçen bu savaşta Dr. Mecit Bey ve arkadaşlarının gayretleri, fedakâr çalışmalarını tarih bugün iftiharla yazmaktadır. Dr. Mecit Bey, asıl şöhretini bu dönemde alır. İlacın, teknik alet adavetin yok denilecek kadar olduğu bir dönemde yaralıların tedavisini, yüzlerce ameliyatı nasıl yaptığını kendi satırlarından şöyle anlatır: “…Yaralının bir kısmı bombardımandan yaralanan kadın ve çocuktu; bir kısmı da cephede yaralanan askerdi. Bu bir fecaatti, yürekler acısıydı. Yaralılar tedavi için vasıta ve ilaç yoktu. Bin bela ile tentürdiyot tedarik ediyorduk. Gaz bezi yoktu. Oradan buradan, tülbent topluyorduk. Pamuk olarak hidrofil pamuk pek azdı. Adi pamukları kaynatıp, sıkıp kullanıyorduk. Alet olarak kendi hususi cerrahi aletlerimi kullanıyordum. Bu şerait altında mecruhları tedavi ediyordum. Asepsi ve antisepsi kaidelerini hakkiyle tatbik imkânı yoktu. Noksan vasıtalarla kranyotomi yapıyor ve beyin mecruhlarını tedavi ediyordum. Bu hastaların mühim bir kısmı iyi oluyordu. Camii içinde mektebin bir kısmı yaralı ile dolmuştu. Bir aralık yaralılar buralara sığmadı. Abdullah Efendi’nin evini de işgal ederek mecruh yatırdık. Söylemezzade Dr. İbrahim Bey merhum da benimle birlikte gayretle çalışıyordu. Sıhhiye müdürü Şahabettin Bey de hastaneye gelir, yaralıları tedavi ederdi.” (s.39)[2]  

Mecit Bey, Antep şehrinin teslim olması sonrası geçici olarak –Fransızların sözünün geçtiği dönemde- mutasarrufluk yapar. Nedendir bilinmez 1927’de Gazi şehrinin varlık-yokluk yıllarındaki bütün hizmetlerine rağmen cezalandırılır. Kendisi kamu kuruluşunda çalışmamasına rağmen Devlet hizmetlerinden el çektirilir. Milli Mücadele’nin aleyhinde bulunması, Fransızlara mutasarrıflık yapması, Fransızların Antep’i terk ederken kendisinin de onlarla beraber firar ettiği gibi suçlarla itham edilir. Hakkında Heyeti Mahsusa kararı çıkartılır. Barlas, manevi leke olarak gördüğü bu duruma çok üzülür. Hukukçu Ağabeyi Sait Bey bu durumu tashih etmek için Ankara’da çok uğraşır. Nihayetinde karar düzeltilir.

Siyaset ateşinin kendisini yakmaya çalışmasına rağmen Mecit Bey, siyasetten uzak yaşamayacaktır. Barlas ailesi uzun yıllar Gaziantep’te CHP’li olarak tanınacaktır. Birkaç kez CHP lideri İsmet Paşa seçim çalışmaları için geldiği Gaziantep’te Mecit Bey’lerde kalır. Yazar, parti içi mücadeleleri de anlatmaktan geri durmaz. 60 İhtilaline giden süreçte 57 Seçimlerinin Gaziantep ölçeğindeki kavga oldukça büyüktür. Demokratlara göre Halk partililer, Halk Partililere göre Demokratlar seçimde hile yapmıştır. Seçim sonrası Gaziantep’teki sıcak ve gerilimli günler ileriki yılların habercisidir. Mecit Bey, bu süreci hatıralarına serpiştirir. Yalnız burada çok küçük bir ayrıntıyı ıskalamak istemiyorum. 57 Seçim sonuçlarının açığa çıkmasıyla birlikte Demokrat Partililerin Halk Partililerin evlerinin önünde uzun süre davul çaldırdığını yazar. İhtilal ve sonrasında Demokrat Partililere yapılan eziyet, zulüm ve baskıların sebebi sorgulandığında bunun gibi tavırların da göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekteyim.[3]

Mecit Bey’in Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gaziantep Türk Ocağı Şubesi ve Trahomla Mücadele Derneği Reisliği yaptığını da okur kitap sayesinde öğrenmiş olur.

Kitapta aile fertlerinin, yakın akrabalarının ciddi hastalıkları ve ölüm süreci genişçe yer tutar. Doktor olarak meslek hayatında yapmış olduğu ciddi bir hatayı anlatmadan geçmez. Yakın akrabası genç bir kadının kürtaj ameliyatı yaparken bir anlık gaflet sonucu narkoza gerek yoktur düşüncesiyle bayıltılmadan ameliyata başlanır. Ama sonuç istenmeyen şekilde biter. Kadın ameliyattan kalkamaz. Yazar bu duruma çok üzülür sayfalarca bunu anlatır.

 Ayrıca doktorluk sürecince kazandığı para, edindiği gayri-menkulleri teker teker belirtir. Bir doktorun hangi şartlar altında ne kadar para kazandığıyla ilgili fikir sahibi olunabilecek kadar örnekler verir.

Yazar, Çocukluğundaki Antep ile 50’li yılların başındaki Gaziantep’i kıyaslamaya çalışır. O zamanki şehrin nüfusunun 80.000 olduğunu söyler. Ermenilerin yaklaşık nüfusun dörtte birini oluşturduğunu, Ermenilere ait 20’ye yakın ilk mektebin olduğunu, Türklerin önemli bir kesiminin askerlikten kaçmak için Medreseye yazıldığını, eşraf ve bey çocuklarının okumadıklarını, hovardalık ve avcılık ile vakitlerini öldürdüklerini belirtir. İstanbul’da birkaç ailenin çocuklarının okuduğunu, ulaşım imkânları ve Cumhuriyetle birlikte okuma oranlarının arttığını vurgular. 1951 yılının başında yazdığı satırlarda Cumhuriyet’in bütün dinamik hamlelerine rağmen Osmanlı Devleti’nden kalan okulların dışında sadece 3 ilkokul yapıldığını, şehri süsleyecek bir Hükümet Konağı’nın daha yapılamadığına hayıflanır.
Not: Bu yazı Kırkayak Dergisi’nin Aralık 2011 tarihli, 3. sayısında yayınlanmıştır.


[1] Hazırlayan: Emre Barlas, “Dr. Mecit Barlas’ın Anıları” 122 sayfa, Ocak 2010, İstanbul, Cinius Yayınları
[2] Rahmetli babam anlatırdı. Antep harbinde Mecit Beyin hizmetinde çalışan okuryazar da olmayan birisi, ileriki senelerde hastaları ameliyat edebileceğini, çünkü kendisinde Mecit Beyin “laportu” [raporu] olduğunu iddia edecektir. Okuma yazma bilen Halil Efendi [Prof. Dr. Halil Saygılı’nın dedesi] raporu okumak ister. Mecit Bey, bahsekonu kişinin hayvanların yara ve bereleri için ameliyat benzeri işlemler yapmaya muktedir olduğunu yazmıştır…
[3] Yassıada Duruşmalarına merhum Menderes’in avukatı olarak katılan, daha sonra aktif politikada görev alan Ferruh Bozbeyli, hatıralarında bu konuya değinir. CHP’nin 27 Mayıs sonrası yaptıklarını eleştirdikten sonra DP’nin de kazandığı her seçim sonrası “Halk Partisi’ni eze eze, bastıra bastıra yendik.” gibi bir yaklaşım içerisine girdiğini, örneğin DP’nin ilk iktidara geldiği gün olan 14 Mayıs’ı adeta bayram olarak kutladıklarını, bazı mahalle isimlerine 14 Mayıs ismi verdiklerini, bu gibi politikaların ihtilale giden süreçte CHP’lileri kışkırttığını beyan eder. Ferruh Bozbeyli, Hazırlayanlar: İhsan Dağı, Fatih Uğur, 231 sayfa, Haziran 2009, İstanbul, Timaş Yayınları)




             



1 Mayıs 2011 Pazar


SAVAŞ ORTASINDAKİ BİR BİLİM İNSANIN FEDAKÂR ÇALIŞMALARI



Bulgaristan’ın yetiştirdiği önemli siyaset ve bilim insanı Prof. Dr. Bogdan Filov’un çok önemli bir eseri Türkçeye geçtiğimiz yıl çevrildi. “Rumeli’nin Esaret Günleri” ismiyle yayınlanan kitabı, Bulgar tarihi ve folkloru üzerine uzman olan –sınırlı sayıdaki- çevirmen ve akademisyenlerimizden Doç. Dr. Hüseyin Mevsim çevirmiştir.[1]   

Prof. Dr. Bogdan Filov’u Türk okuru bu kitap sayesinde yakından tanıma fırsatı elde etmiş oldu.[2] Arkeolog eğitimi alan Bogdan Filov’un, akademik hayatı oldukça başarılıdır. Doktora eğitimini Almanya’da tamamladıktan sonra 1906’da Sofya Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde görevlendirilir. Daha sonra bu müzenin müdürü olarak (1911–1920) görev yapar. Arkeoloji Enstitü Müdürlüğü, Sofya Üniversitesi öğretim üyeliği, Rektörlüğü, Bulgar Bilimler Akademisi Başkanlığı görevlerinde bulunur.

Siyasi yaşamında Milli Eğitim Bakanlığı, bazı bakanlıklar ve Başbakanlık yapmıştır. II. Dünya Savaşı yıllarında başında bulunduğu kabine Nazi Almanya’sının baskısı altında ABD ve İngiltere’ye savaş açarak Savaşa katılır. Bilindiği üzre Bulgaristan mağlup devlet arasındadır. 1940–44 yılları arasında görev alan bakanlarla birlikte 2 Şubat 1945’te yeni iktidar tarafından kurşuna dizilir. Mal varlığı ve Ordinaryüs Profesörlük dışında bütün akademik unvanları alınır 90’lı yılların başına kadar akademik ve siyasi hayattan silinir. 1996’da Yargıtay tarafından aklanır.

FİLOV’UN GÜNLÜKLERİ

Bogdan Filov'un objektifinden Edirne Selimiye Camii 2 Nisan 1913

Bogdan Filov, Bulgar Ulusal Arkeoloji Müzesi sıfatıyla I. ve II. Balkan ile I. Dünya Savaşı yıllarında Doğu Trakya, Ege ve Vardar Makedonya’sını kapsayan bölgelere geziler yapar. Bilimsel gezi tertip edilen yerlerin çoğunluğu Bulgaristan’a yeni katılan, kotarılan bölgelerdir. Buralardaki eserleri yerinde incelemek, gerekli gördüklerini Ulusal Arkeoloji Müzesine getirmektir, Filov’un amacı. Yazar, 1912–1916 yılları arasında yaptığı bu bilimsel gezilerde günlük tutar.

Kitabın omurgasını söz konusu dönemdeki Filov’un günlükleri oluşturur. Yazarın yetkililere sunduğu raporlar ile çektiği bazı fotoğraflar bulunmaktadır. Ayrıca Filov ve günlüklerinin daha iyi anlaşılmasına yönelik çevirmen-akademisyen Hüseyin Mevsim’in “Bulgar Bilim ve Sanat Adamı Bogdan Filov ve Günlükleri” isimli sunuş yazısı addedilecek yazısı da bulunmaktadır.  

Bilimsel geziler dört bölüm halindedir. Trakya Günlükleri 22 Ekim–23 Kasım 1912 ile 16 Aralık–26 Nisan 1913 arasındaki Balkan Savaşları’na tekabül eder. Üçüncüsü Makedonya ve Trakya gezisi oluşturur. 12 Temmuz–12 Ağustos 1915 arasındadır. Son gezi de Makedonya bölgesine olup 12 Temmuz- 12 Eylül 1916 arasına denk gelir. Bu dönem de I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllardır. 

I. Dünya Savaşı döneminde yazılmış olan günlükler daha az olmakla birlikte Balkan Savaşı sırasında yazılan bölümlerden daha geniş yer ayrılmıştır. Çevreyle ilgili tasvirler daha çoktur. Bu bölümde yerleşim birimlerinin nüfusu ve insanların uğraş alanından bahseder. Türklerin buralardan arındırıldıktan sonraki virane kalmış yerleri hakkında tespitlerde bulunur. Yazar, Osmanlı Padişahlarından Sultan Murat Hüdavendigar’ın Türbesi’ni de ziyaret eder. Türbede bulunan örtüden dekorasyona kadar her şeyin günümüze ait olduğunu, 500 yıllık türbenin tarihi dokusuyla uyumsuzluğuna dikkat çeker.  

Bu günlükler hakkında bazı değerlendirmelerde bulunulabilir. Günlüklerden öğrendiğimize göre yazar, tarihi eserleri incelerken yerine göre fotoğrafını çekmekte, bazen eserlerin kopyasını almaktadır. Adeta bölgedeki tarihi eserlerin envanterini çıkarmaya çalışmaktadır. Savaş sırasında yağmalanan, hor kullanılarak yıkılan ve tahrip edilen tarihi eserlerin ezici çoğunluğuna ulaşmaya çalışır. Filov, tahribatın engellenmesine yönelik nüfuzunu kullanır. Yetkililere sunduğu raporlarda bunu açıkça ifade eder. Gördüğü her tarihi eser hakkında ayrıntıya girmeden bazı teknik bilgiler verir.

Ulusal Arkeoloji Müzesi’ne materyal toplarken bazen önemli gördüklerini parayla satın alır. Özellikle de Türklerden kalan tarihi eserleri söz konusu müzeye taşımaya yönelik çırpınır. Tarihi eser kategorisine girecek materyaller arasında hiçbir ayrıma gitmez. Taşınabilen değerli ve önemli gördüğü halı, heykel, yazma eserler, silah vb. gibi her türlü eseri müze için toplar.

Söz konusu dönem dünyada milliyetçiliğin sözü geçtiği, Balkan Milliyetçiliğinin renk ve tonunun saldırgan ve fanatizm koktuğu yıllardır. Kara propagandaya en fazla müracaat edilen dönemlerden biridir. Filov’un yazdıklarının bütününe bakıldığında akademik soğukkanlılığını hiç elden bırakmadığı hemen fark edilir.[3] Sanat tarihçileri için mümbit bir coğrafya olan bölgelerde Traklara, Romalılara, Bizanslılara ve Osmanlı Türklerine ait dini ve mimari abidelere hep aynı gözle bakar. Sanat değeri taşıyan eserlerin etnik, dini kimliğini ayırt etme yoluna gitmez.

Sanat değeri taşıyan dini ve mimari eserlerin sadece birisinin dahi başına kötü şey gelmesine gönlü razı değildir. Bu eserlerin nadan eline düşmemesi için, yağmalanmaması için didinip durur. Eserlere yönelik şuursuz davrananları özellikle de resmi Bulgar çevrelerini eleştirmekten geri durmaz. Örneğin tarihi Osmanlı halılarının bazı konsolos yetkililerince sıradan bir halı gibi bile kullanılmadığını, bunların üzerine ayakları çamur biçimde girildiğini, bazı yetkililerin masalarının altına çifter çifter konulduğunu bu şekilde bir yaklaşımın tehlikeli olduğunu raporda beyan eder. Öbür taraftan Edirne Selimiye Camii’nin korunması için -Bulgar Ordularının Edirne’ye girmeden önce- Bulgar Genelkurmay Başkanlığı nezdinde girişimde bulunur. Önemli belgeler içeren camiinin kütüphanesinin korunması, yağmaya uğramaması, yakılıp yıkılmaması için yetkililerce hemen kapatılıp kayıt altına alınmasını önermiştir. Bu ve buna benzer talepleri yetkililerce göz önünde bulundurulmuştur.

Akademisyen Filov, camilerin Kiliseye çevrilmesine şiddetle karşı çıkar. Mimarî açıdan önemli olan camilerin devlet malı edilip Türklerin kullanmalarına izin verilmesini ve ziyarete de açık olmasını istemektedir.

Osmanlı Devleti’ne ait tarihi, dini ve mimari eserlerin bazılarının yok olup gitmemiş ise bunda Filov gibi insanların fedakâr tutum ve gayretleri inkâr edilemez. Diğer taraftan bu günlükler aynı zamanda söz konusu eserlerin Bulgarlarca aşırıldığını göstermektedir. Tabii ki bunun hesabı savaş sırasında sorulamamıştır.

Balkan felaketi öncesine kadar bazı Osmanlı aydınları, Bulgaristan’ı küçük gören bir yaklaşım içerisindedir. “Sütçü Bulgarlar” bir şeyden anlamaz tarzında yaklaşılır. Oysaki Filov gibi insanların adanmışlık duygusuyla çalışmaları bireysel olarak yorumlanabilir. Yazarın teklif ve önerileri daha üst makamlarca hep ciddiye alınmıştır. Savaşın ortasında bunu hesap eden bir ülkenin şüphesiz küçümsenmemesi gerekir.   

Kitabın vermek istediği en önemli mesajlardan biri de; adanmışlık duygusuyla hareket eden insanlar tarih yazmaya devam etmektedir. Bogdan da bu kategoride değerlendirilebilir. Yazarın savaş ortasında yaptığı bu geziler çok zor şartlar altında gerçekleşmiştir. Filov, yeri gelir tren garında soğukta tir tir bekleyerek sabahı beklemektedir. Yeri gelir 20’ye yakın askerle aynı odada kalarak uyumaktadır. Salgın hastalıkların bölge nüfusunu erittiği bir dönemde, yağmur çamur demeden, uykusuz kalarak bu çalışmaları yapmıştır Bogdan. Çevirmen Mevsim’in de belirttiği gibi bütün bunlara rağmen heyecanından bir şey kaybetmemiştir. Günlükler bizlere bir şeyi daha söylemektedir. Filov’un böylesi çalışma ahlakı ileriki yıllarda akademik hayatında başarılı geçeceğini de vaat etmektedir.  

Bilim ve akademik hayatın erişilebileceği en yükseklere kadar çıkan Bogdan, siyasî yaşamı hiç beklenmeyen ve istenmeyen bir şekilde son bulmuştur. Farklı alanlarda başarılı olmuş kişiler siyasette de çok başarılı olurlar önermesinin her zaman aynı sonucu doğurmadığına da Bogdan’ın ömrü çok güzel bir örnektir. Burada kastettiğim yanlış anlaşılmasın. Yazarın siyasî yaşamı başarısızdır demiyorum. Siyasi hayata atılmasıydı, böylesi bir sonla ömrü bitmeyebilirdi anlamında söylüyorum.

Son olarak Bulgar Bilim ve Siyaset Adamı Bogdan Filov’un (1883-1945) günlüklerinin bir özeti sayılabilecek çok önemli bir alıntıyla satırlarıma son veriyorum. Filov, Edirne’de 5 Nisan 1913 tarihli günlüğüne şu cümleleri yazacaktır:

“Bu sabah kütüphanenin ve halıların listesini yapmak için Selimiye’ye (Camii) gidecektik, ama Binbaşı Mitov yine gelmedi. Bir Fayton alarak Beyazıt Camisi’ne gittik ve karşılığında belge düzenleyerek buradan küçük halıların dördünü ve iki eski Kuran-ı Kerim’i aldık. Türkler hiç itiraz etmedi. Hatta biri, büyük Kuran-ı Kerim’i faytona kadar taşıdığından dolayı bahşiş bile koparttı. Akşam da Popstoilov, herhangi bir olay çıkmadan, kilitleri kendisinde bulunan Eski Cami’den güzel Kuran-ı Kerim’i almış. Öğleden sonra Selimiye’nin Kütüphanesi 44 adet süslemeli elyazması seçtik, bunların listesini yaptık ve hemen depomuza taşıdık.” (s.86)


Not: Bu yazı Türk Yurdu Dergisi'nin Nisan 2012 tarihli, 296. sayısında yayınlanmıştır.

[1] Bogdan Filov, “Rumeli’nin Esaret Günleri”, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: Hüseyin Mevsim, 144 sayfa, 2010, İstanbul, Timaş Yayınevi
[2] Kitabın Türkiye’de yayınlanmasından önce bahse konu olan günlükler hakkında bir makale yayınlanmıştı. Hüseyin Mevsim, “Bulgar Bilim ve Siyaset Adamı Bogdan Filov’un (1883–1945) Balkan Savaşları’nda Tuttuğu Trakya Günlükleri” Toplumsal Tarih Dergisi, sayfa 26–32 arası, sayı 180, Aralık 2008, İstanbul
[3] Günlüklerde tarafgirlik olarak yorumlanacak sadece bir cümle vardır: “Höyüğün tepesinde 1913 yılındaki savaşta öldürülen üç askerimiz gömülmüştür.”(s.110)

18 Aralık 1912. Selanik Ayasofya Kilisesi. Soldaki şadırvan bugün yoktur, avluda ulusal giysileriyle üç Yunan asker dikkat çekmektedir. 




17 Nisan 2011 Pazar


FOTOĞRAFLAR 2. DÜNYA SAVAŞI’NI ANLATIYOR 

Geçtiğimiz haftalarda, 2005 yılında Türkçeye çevrilen, Nick Yapp’ın hazırladığı “Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi” isimli 10 ciltlik çalışmasının ilk üç cildini okuyup bir yazı kaleme almıştım.[1] Diğer ciltlerini inceleyip herhangi bir yazı hazırlamayı düşünmüyordum; ancak ileriki günlerde 4. ve 5. cildini inceleyince fikrimi değiştirdim. Özellikle de “İkinci Dünya Savaşı”nı konu alan, 5. ciltten çok şeyler öğrendim.

20 yüzyılın her on yıllık diliminin bir cilde sığdırıldığı, fotoğraf albümünün 5. cildi olan “1940’lar” isimli çalışma 1940–1950 yılları arasını kapsar.[2] Bahse konu olan çalışma Türkçe, İngilizce ve Fransızcadan oluşmaktadır. Buradaki fotoğrafların hemen hemen hepsi II. Dünya Savaşı ve özellikle de cephe gerisine yöneliktir. Bunun dışındaki fotoğraflar ise yine savaş ile doğrudan olmasa da dolaylı bir ilişkisi vardır.

Fotoğraf albümünün bu cildinde bulunan fotoğraflar hakkında mütevazı bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum. II. Dünya Savaşı’nın yakın bir zamanda çıkacağını birçok devlet sezmiştir. Bu durumun farkında olan ülkeler hazırlıklarına çok önceden başlamıştır. Bilindiği üzre her iki dünya savaşında da Amerika sonradan savaşa katılmıştır. Gerçek gücünü düşmana göstermemeye çalışmıştır. Elindeki atom bombasını saklayarak işlerin kötüye gittiğini anladığı an, savaşa müdahale etmiştir. Fotoğraflarda bu iki durum açık ve net olarak görülür.

İngiltere II. Dünya Savaşı’nı kazanmak için elindeki bütün gücü seferber etmesini bilmiştir. Yine fotoğraflardan anlaşılacağı gibi İngiltere’de kadınlar tarihte ilk kez askere çağrılmıştır. Kadınların çalışmaları ve fedakârlıkları göz doldurmaktadır. Gerek askeri mühimmat gerekse cephe gerisindeki çalışmalarıyla ilgili onlarca fotoğraf bulunmaktadır. Yapılan sığınaklar ve bu sığınakların kullanılmasına yönelik halkın bilinçlendirilmesi dikkat çeker. Öbür taraftan atık maddeler geri dönüşüm yoluyla askeri malzemeye, oyuncak fabrikaları dahi silah fabrikasına çevrilmiştir. Sinema sanatçıları propaganda’nın aracı olmuştur. Hitler’in zulmüne uğrayan Yahudiler acılarının paylaşılmasına yönelik Yahudi yönetmenlerden istifade etmesini İngiltere ve ABD bilmiştir. Editör savaşta en çok işçiler ile aktörlerin işlerinin yoğun olduğunu belirtir. Bombalanan İngiltere’nin bir şehrinin bir caddesinin hemen sonrasında ressam Ethel Gabain’in bu sahneyi fırça ile resme dökerkenki tavrı bunu çok güzel açıklar. (s.100)

3 Nisan 2011 Pazar

ASİ’DEN GAZİ’YE KARİKATÜRLERDE ATATÜRK (1919–1938)

    

   Okuma alışkanlığının erken yaşlarda çocuk ve öğrencilere nasıl kazandırılacağını bizlere şair, akademisyen ve yazarların çocukluk hayatını anlattığı bazı söyleşi ve hatıra kitapları çok güzel anlatır.[1] Özellikle de taşrada çocukluğu geçen önemli sayıdaki yazarın anılarını dikkate aldığımızda, uğraş alanlarının darlığı, etkinliklerin yok denilecek kadar sınırlı olduğu çevrede kitaba sarıldıklarını ve kitabı bir daha ellerinden bırakmadıklarını yazarlar beyan eder. Yazarlar, kitaplar sayesinde ulaşılamayan dünyaya gedik açtıklarını belirtir. Buradan hareketle hayallerindeki ülke ve dünyanın önemli şehir, fikir ve devlet adamı, sanatçıları ile arkadaşlık ve dostluk kurduklarını söyler. Tabi söylemeyi unutmayalım söz konusu dönemler daha her eve televizyonun girmediği yıllardır. Her türlü iletişim araçlarının, oyun ve vakit öldürme aracı olarak kullanıldığı günümüzde o yazarların böylesi bir çocukluk geçirmesi söz konusu olsaydı acaba yine de kitap okuma alışkanlığını kazanabilir miydi? sorusunu zaman zaman kendimize sorduğumuzda tereddütsüz evet cevabını veremeyiz herhalde.[2]

     Görselliğin ön plana çıktığı, herkesin koşturmaca seline kendini attığı günümüzde kitaplar ve okurlar da bundan nasibini aldı. Nüfusa göre basılan kitap sayısında eğitim seviyesi artmasına rağmen oldukça düşüşler yaşandı. Kitapevleri özellikle de Anadolu’dan teker teker kovuldu. Hal böyle olunca ister istemez okur profili de değişti. Kitap okumanın öneminin farkında olan ama bir türlü okuma alışkanlığı kazanamamış Türkiye’de ciddi bir okur adayı kitlesi olduğunu düşünüyorum. Bunların kitap ile yollarının kesişmesi için başta yazar ve yayıncılara önemli görevler düşüyor. Kitapların ilgi çekici, albenili hale getirmeye yönelik görsel unsurları isabetli bir şekilde kullanması gerekir. Böylesi bir yaklaşımla kitabın isminden, kapak resmine kadar ciddi emek harcandığında bahse konu olan bu okur adaylarının en azından bazılarını kitapla buluşacaklarını tahmin ediyorum.

İstiklâl Savaşı’nın önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Mustafa Kemal Paşa ve icraatları hakkında Türk toplumunun bildikleri tabiri caizse devede kulak mesabesindedir. Neredeyse ortalama bir vatandaş bile Paşa’yı heykelleri dışında pek bir fazla bilmeyecek durumdadır.[3] Ciddi eğitim almış, belli formasyondan geçmiş eğitimlilerimizin çok önemli bir kesimi dahi ilkokul seviyesindeki “Atatürk, ülkemizi düşmanlardan kurtardı” sözünün dışında maalesef bir şey söyleyemiyor.


Mustafa Kemal Paşa, hakkında araştırma, inceleme, biyografi, söyleşi, hatıra vs. alanlarda hakkında binlerce makale ve kitap yazılmıştır. Ülkemizde karikatüristlerin diliyle Mustafa Kemal Paşa’yı okumak isteyenlere salık verilebilecek kaynak eser yok denilecek kadar azdır. Bu alanda yayınlanmış, çok önemli bir boşluğu dolduracağını umut ettiğim bir esere sözü getirmek istiyorum. Yazar, İsmail Şen’in ilk olarak 2003’te yayınladığı “Asi’den Gazi’ye Karikatürlerde Atatürk: 1919–1938” isimli çalışması hakkında bu yazıda bazı değerlendirmelerde bulunacağım.[4]

Kitapta Mustafa Kemal Paşa’nın 1919 ile 1938 yılları arasında muhtelif gazete ve dergilerde yayımlanan 245 karikatürü bulunmaktadır. Şen, bu çalışmayı yapmak için dönemin özellikle de mizah dergilerinin tamamına ulaşmaya çalışır. 31 süreli yayın taranarak hazırlanan eserde bazı dergilerin hiçbir sayısına, bazılarının da çok önemli sayılarına ulaşamadığını belirtir. 

Her karikatürün künyesi verilir. Bazı karikatürler imzasız çıkar. Karikatürlerin yanında genişçe açıklamalar mevcuttur. Ayrıca karikatürler hakkında geniş değerlendirmelerde bulunulmaktadır. Bunun yanında yayınlanan mizah dergileri, karikatüristler ve karikatürlere konu olan biyografiler ile dönemin olay kavramları hakkında doyurucu bilgiler sunulmaktadır.


Karikatürlerin ezici bir çoğunluğu İstanbul’da yayınlanmıştır. Çok önemli bir bölümü de Milli Mücadele ve akabindeki Cumhuriyet’in ilk yıllarına tekabül eder. Paşa’ya ait ilk karikatür Aka Gündüz tarafından çizilip 10 Ocak 1920’de Alay’da yayınlanır. Son karikatür ise Türkiye İran dostluğu üzerine Akbaba’da 1934’te çıkar. Atatürk’ün vefatı sonrası da Atatürksüz Cumhuriyet’e yönelik iki karikatür bulunmaktadır.

Karikatürist ve dergilerin kahir ekseriyeti Milli Mücadele lehine saf tutmuştur. Refik Halid’in Aydede’sinde Milli Mücadele’nin aleyhinde bir tavır takınılmaktadır. İbrenin tersine dönmesiyle birlikte Aydede dergisinin de Milli Mücadele taraftarı bir çizgiye kaydığı gözlerden kaçmaz. Karikatürlerde İstiklal Savaşı’nın lideri Mustafa Kemal Paşa tam bir kahramandır. Paşa karikatürlerde yerine göre diş çeker, şut çeker, kulak çeker, kılıç biler, düşmanı tekmeler, harman döver, sakal tıraşı eder, boks ve güreş yapar. Düşmanın boyunun ölçüsünü alır. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Milli Mücadele’nin kazanılmasına yönelik işgal altındaki İstanbul’da çıkarılan gazete ve dergilerin gayretleri çok önemlidir. 

Örneğin Sedat Simavi’nin çıkarmış olduğu Güleryüz Dergisi’nin 5 Mayıs 1921 tarihli ilk sayısının kapağında çizilen karikatürde paşa oldukça karizmatiktir. Karikatürün altında yazılan şu dörtlük, halkı Milli Mücadele etrafında kenetlemeye bir çağrıdır:

“Nabzında bir iman vuran kanınla
Bu ziya görmeyen ufka yükseldin
Bilmem ki semadan yüksek alnınla
Güneşin doğduğu yerden mi geldin.” (s.48)

     Karikatürlerde özellikle de galibiyet sonrası zafer sarhoşluğu oldukça fazladır. Yunan yenilgisi hakkında iğneleme çok yoğundur. Karikatürlerin yıllara ve olaylara göre dağılımı çok dağınıktır. Milli Mücadele ve sonrası yıllara ait oldukça fazla karikatür vardır. Cumhuriyet’in kurulup inkılâpların yerleşmesine yönelik epey karikatür bulunmaktadır. Bilindiği üzre Paşa’nın ilk kez 1926’da heykeli dikilir. Bununla ilgili de bir karikatür vardır. Paşa’nın karikatürüyle birlikte karikatürlerdeki Mustafa Kemal Paşa artık resme doğru yol alır. Partiler üstü, dış olaylarla ilgili konulara göre karikatüristlerin konuğu olur. Tek Adam olduğu reel politikada ispatlandıktan sonra her geçen yıl karikatürler azalır. 30 sonrası sadece 4 karikatür vardır. Yazar bu durumu sorgulamaya çalışır. Özelikle de harf Devrimi sonrası basın yayın organlarının ciddi tiraj kaybına uğraması sonrası birçok gazete ve dergi kapıya kilit vurduğunu, bundan en çok da mizah dergilerin yara aldığını söyler. 


      Kahraman Gazi, bilindiği gibi ileriki yıllarda bir tabu haline gelir. Kişiliği ve fikirleri hakkında çok açık bir şekilde vasiyeti olarak yorumlanabilecek “Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” sözü bazı kesimlerce görmezlikten gelindi. Böylesi bir yanlış Atatürk ve Atatürkçülük algısının ilk izleri sayılabilecek birkaç karikatür vardır. Mustafa Kemal’in artık dokunulmazlık zırhına büründüğünü ima eden bir karikatür mevcuttur.(s.211) 5 Mart 1924 tarihli Karagöz dergisinde Mustafa Kemal Paşa’nın muhtemelen mecliste yaptığı bir konuşmayı eline alan Karagöz aynen şunları söylemektedir: “Müsaade et, ağzını öpeyim paşam. Ben muskaya aldırmam ama, bu nutkunu muska yapıp boynumda taşıyacağım.-muskanın üzerinde “Nutuk” yazmaktadır.-“ (s.228)

      İç politikayla ilgili oldukça fazla karikatür bulunmaktadır. Lozan’ın ve Cumhuriyet’in bir an önce neticelenmesi beklenmektedir. Karikatürlerde sık vurgulanan bazı kavramlar da şöyledir. Cumhuriyet bebeğe, fidana; işgal altındaki İzmir üzüme benzetilmiştir. Hıristiyan ileri gelenleri ve Kral Konstantin’eye çorbacı denilmektedir.

      Karikatürlerde Atatürk’e yönelik doğrudan eleştiri yok denilecek kadar azdır. Olan eleştirilerde de stratejik olarak zamanlama anlamında bazı eleştiriler vardır. Atatürk’ün çevresine yönelik de çok küçük ama önemli eleştiriler de mevcuttur. Ratip Tahir imzalı 1 Ekim 1924’te Akbaba’da yayımlanan bir karikatür zaferi istismar edenleri çok güzel işaret eder. Karikatür Dumlupınar Zaferi’nin yıl dönümü münasebetiyle çizilmiştir. Ortada Mustafa Kemal Paşa altında “zaferi kazandıran”, sağında Karabekir Paşa ve bazı Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından bazılarının altında “zaferi kazananlar”, solunda da tam olarak ikisinin kim olduğu belli olmayan, diğer ikisinin de kim olduğunu anlayamadığım, 4 kişinin altında da “zaferden kazananlar” şeklinde yazar. (s.234) [5]

     Yazarın da belirttiği gibi okuma yazma oranın çok düşük olduğu bir dönemde Milli Mücadele’nin zafer haberlerini bekleyen vatanseverlere, mücadelenin kazanılmasına yönelik kamuoyu oluşturmada karikatürler çok önemli bir görevi yerine getirmiştir. Öbür taraftan Karikatürler eşliğinde Mustafa Kemal Paşa ve özellikle de Cumhuriyet’in ilk on yılı hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için eserin vazgeçilmez önemde olduğu kanaatindeyim.


[1] Bu konuda istifade ettiğim derli toplu bir kaynağı tavsiye edebilirim. (Mehmet Nuri Yardım, Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları, 316 sayfa, 4. Baskı, 2003, İstanbul, Nesil Yayınları)
[2] Prof. İlber Ortaylı, bir konuşmasında öğrencilerin ders yüklerinin fazlalığı ve sınav şartlarının her geçen gün ağırlaşması hakkında düşüncelerini beyan ederken ilginç bir örnek vermişti. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni 50–60 yıl önce dereceyle kazanan ve bitiren merhum Necmettin Erbakan ve Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi politika ve devlet adamlarının dahi bugünün şartlarında bu üniversiteleri muhtemelen kazanamayacağını iddia etmişti.
[3] Heykeller üzerinden bilgi sahibi olmada bazen karışıklıklar olabiliyor. Atatürk heykelleri ile ilgili güzel bir hikâyeyi burada anlatmadan geçemeyeceğim. Bilindiği üzre Kırşehir’de ünlü sanatçı Şemsi Yastıman’ın elinde sazlı bir heykeli mevcuttur. Gariban, vatandaşın birisi bu heykeli ilk kez gördüğünde oldukça şaşırır, şu ilginç yorumu yapar: “Allah Allah Atatürk saz da mı çalarmış? Bunu vallahi bilmiyordum.”
[4] İsmail Şen, Asi’den Gazi’ye Karikatürlerde Atatürk: 1919–1938: Atatürk’ün Yaşadığı Dönemde Yayınlanan Karikatürlerinden Yansıyan Tarih, 383 sayfa, 2. baskı, 2010, İstanbul, Sarnıç Yayınları, www.sarnic.com.tr
[5] Yakup Kadri’nin hatıralarında bu mealde eleştiriler mevcuttur. Bu konuda yazar Kadri şöyle bir yorumda bulunur: “Kurtuluş Savaşımız sona erer ermez ön safta, orta safta, arka safta mücadeleye karışmış olanlar aralarında, zafer ganimetlerini paylaşma kavgalarını andırır bir şeref, derece ve makam rekabetine girişmişlerdir. Eğer bu rekabetler siyasi çekişmeler sınırını aşarak, yukarıda adı geçen kumandanlar arasında, bir askeri çatışma halini alsaydı- ki, Atatürk Büyük Nutuk’unda bir an gelip böyle bir tehlikenin belirmeye başladığını ifade eder- Türk Devleti bir “Tevaif-i Mülük” parçalanması akıbetine uğrayabilirdi. (Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, s.77, 3. Basım, 1999 İstanbul, İletişim Yayınları)
[6] Yazar İsmail Sarnıç’ın kurduğu, www.karikaturlerdeataturk.com isimli siteden söz konusu karikatürlerden 41’ine ulaşılabilir.