30 Mart 2010 Salı

        

OSMANLI-İNGİLİZ İLİŞKİLERİNİN FOTOĞRAFI: 1908–1910


        Son iki hatta üç asırdır dünya siyaset arenasına yön veren büyük devletlerin başında şüphesiz İngiltere gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin ömrünün son yüzyılında yaşadığı ciddi ve kangrenleşmiş sorunların çözümünde denklemin dışında kal(a)mayan bir ülkedir İngiltere. Daha önceki yıllarda akademik, ciddi bir çalışmayı okurken[1] 1900 yılında Osmanlı Devleti’nde İngiltere’ye ait 66 Konsolosluk olduğu ve bu konsoloslukların etkin şekilde çalıştıkları bilgisiyle ilk kez karşılaştığımda çok şaşırmış hatta irkilmiştim. İngiltere’nin bu coğrafyaya ne kadar vakıf, bu coğrafyada ne kadar söz sahibi olduğu bir vakıa iken Osmanlı Devleti’nin her geçen gün takatten düştüğü, sonunun geldiği süreçte İngiltere ile ilişkileri hep önemini korumuştur. Bahse konu olan dönem ile ilgili bir esere atıfta bulunacağım.

        Genç akademisyen Önder Kocatürk’ün ”Balkanlar’dan Ortadoğu’ya Osmanlı-İngiliz İlişkileri: 1908–1910” isimli akademik çalışması geçtiğimiz aylarda yayınlanmıştı.[2] Kocatürk, Osmanlı Devleti-İngiltere ilişkilerinin İkinci Meşrutiyet’in hemen öncesinden I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıllara kadar olan dönemini araştırır. Eser, yazarın üç kitaplık bir seri olarak düşündüğü çalışmanın ilkidir. Çalışmanın sınırları Meşrutiyet arifesinde İngiliz Hükümeti’nin Makedonya Meselesi’ne ilişkin olarak yayınladığı genelge, Reval Mülakatı, ile başlayıp 1910 yılına ait gelişmelerle sonlanmaktadır.

        Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Her bölüm kendi içinde özerklik ifade etmektedir. 1908–1910 yılları arasında imparatorluğun yaşadığı en önemli gelişmeler karşısında İngiltere’nin rolü masaya yatırılmıştır. Bunun yanında zaman zaman küçük çaplı diplomatik krizlerin de yaşandığı dönemdir. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İki ülke arasındaki hâkimiyet mücadelesinin kesiştiği noktalar hiç de az değildir. Osmanlı’nın kendi sorunlarıyla ilgili çözümlerde İngiltere’yi bazen arabulucu, bazen hakem rolünde görüyoruz. İngiltere siyasî nüfuzunu kullanırken bazı konularda tarafsız davranmış, bazı durumlarda Osmanlı’yı teskin etmiş, bazen -Girit meselesinde Yunanistan’ı açıktan desteklediği gibi- Osmanlı’nın aleyhinde kararlar almaktan da çekinmemiştir. Öbür taraftan İngiltere’nin Osmanlı Devleti’yle yaşadığı küçük ve orta ölçekteki olaylar da hiç az değildir. Bütün bu durumlarda İngiltere’nin tutumu gayet tutarlı gözükmektedir. Bunlarla birlikte kârlı çıkan taraf çoğu zaman İngiltere olur. Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in ardından çözülmesi gereken sorunlarda İngiltere’den daha fazla yardım bekleyen kesimler hayal kırıklığına uğramıştır. Örneğin Meşrutiyet’e ilk başta destek veren İngiltere’nin daha sonra kendi sömürge ülkelerindeki halklara kötü model olacağı korkusuyla desteğini yavaş yavaş çekmesi dikkatlerden kaçmayacaktır. Osmanlı’nın İngiltere’yle ikili ilişkilerinde ve başka birçok olayda zararlı çıkmasına rağmen yaşanılan gerilimlerde zaman zaman iyimser bir hava esmiştir. İngiliz Büyükelçisi O’Conor’ın ölümüyle birliktelikte görülen dostane görüntünün uzun ömürlü olmadığı gibi diğer iyimser görüntüler de uzun süreli olmamıştır. İngiltere’den beklenilen anlayışın görülmemesi sonucu faturanın çoğunluğu hep Osmanlı tarafına kesilmiştir. Bütün bunlara rağmen İngiltere ile ipler koparılmamıştır.

DEĞERLENDİRME

         Akademisyen Kocatürk’ün eserinin uzun bir emeğin mahsulü olduğu, yazarın çeşitli arşivlerde özellikle de Başbakanlık Arşivinde uzun yıllar toz yuttuğu hemen dikkat çekmektedir. Eserin özellikle de genç kuşaklarca daha iyi anlaşılabilmesi için dilinde sadeleştirme ve günümüz Türkçesine uyarlama yoluna gidildiğini belirtmek durumundayız. Çalışmanın yoğunluğunu arşiv belgeleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla kitabın özgünlüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. İngiltere-Osmanlı Devleti ilişkilerinin bahse konu olan dönem itibariyle azımsanamayacak bir kısmının gün yüzüne çıktığını belirtmemiz umarım çok iddialı bir yargı değildir.

        (Erzurum Gazetesi, 30 Mart 2010)


   









[1] Uygur Kocabaşoğlu, Majestelerin Konsolosları, s.158-9, 2004, İstanbul, İletişim Yayınları (Edvard Herstlet, Foregn Office List:1900, Londra, Harrison ve Sons , 1900, s.39.41)
[2] Önder Kocatürk, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya    Osmanlı-İngiliz İlişkileri: (1908–1910), 485 sayfa, Ekim 2009, İstanbul, Iq Yayınları

28 Mart 2010 Pazar

        

AYDINLARIN VE YAZARLARIN ÇOCUKLARI; ÇOCUKLARININ GÖZÜYLE EBEVEYNLERİ


       Bu hafta Muradiye dergisi ve “Ailemiz Özel Sayısı” hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Muraş Öğretim Kurumları ile Muradiye Vakfı’nın Türk kültürüne katkı amacıyla çıkardığı “Muradiye Dergisi”  üç ayda bir yayınlanmaktadır. Genel Yayın Yönetmenliğini Pervin Ayşe Yaşa’nın yaptığı dergi 20. sayıya ulaşmaktadır.[1] Üç ayda bir yayımlanan derginin her sayısı birbirinden farklı ve özel konularıyla gündeme gelmektedir. Derginin eski sayılarını okuma fırsatım olmadı. Bu sayısını göz önünde bulundurduğumuzda hacimce büyük, içerik olarak da dolgun yazı ve kalemlerden oluşması hemen dikkat çekmektedir. Derginin görselleri ise daha iyi anlaşılmasına yönelik çok güzel renk katmaktadır.

        “Ailemiz Özel Sayısı” beş bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde Babalar ve Kızları, ikinci bölümde Babalar ve Oğulları, üçüncü bölümde Anneler ve Kızları, dördüncü bölümde “Anneler ve Oğulları” son bölümde ise çoğunluğu uzman akademisyen ve yazarların aile, okul, öğrenci vs. gibi alanlarda yazmış olduğu makaleler bulunmaktadır.

        272 sayfalık dergide fotoğraf, mülakat, şiir, karikatür, yazı ve makaleler arasındaki denge iyi kurulmuş. Bahsedeceğim öngörüm ne kadar doğrudur bilmiyorum. Tecessüsü zayıf olanların dahi derginin görsellerini karıştıracağını tahmin ediyorum. Onlarca yazı ve yazarın tamamından maalesef bahsedemeyeceğim. Ancak birkaçına değinebileceğim.

        Ümit Meriç ile fikir işçisi Cemil Meriç hakkında yapılan mülakatta daha çok baba kız arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş. Kızı ilkokul üçüncü sınıftayken Cemil Bey kör olunca Ümit Hanım babasının ölümüne kadar kendisine kitap okur. Bu durumu şöyle anlatır: “Dokuz on yaşlarında başlayan bu okumalar babamın vefatına kadar devam etti. Yüz binlerce sayfa okudum sanırım. Fakat bu fikrî bir idmanın yanında bazı fizikî rahatsızlıklara sebep oldu. Düşünebiliyor musunuz, günde on saat nefes alıp vermeyi burun deliklerinizden yapmıyorsunuz, ağzınızdan yapıyorsunuz. Normal bir nefes alışverişini sadece uykuda yapıyordum, çünkü onun dışında sürekli babama okuyordum. Tabii okurken burun kapanıyor. Sürekli okuduğunuz için ağızdan da sağlıklı bir nefes alıp verme olmayınca ciğere doğru dürüst oksijen gitmiyor. Göğsüm tahta gibi olurdu ve ağrırdı. Ben nefes borumu, içimde parke döşenmiş gibi hissederdim.”(s.14) Tabi söylemeye gerek yoktur, baba Meriç’e yapılan bu okumaların faydasını Ümit Hanım yaşamının ileriki yıllarında görecektir.

Ahmet Güner Sayar’ın “Türk kimliğini ayakta tutacak her unsura dikkatle eğilmiştir”  dediği rahmetli Süheyl Ünver’i de kızı Gülbün Mesara Hanım anlatmaya çalışmış. Türk milletinin genelinde olan zaaf Süheyl Bey’de yoktur. Mesara Hanımın anlattığına göre rahmetli ”az konuşur, çok yazar”mış. Süheyl Beyin birkaç vecizesi çok çarpıcıdır: “Mazimizi tekrarlamaktan ziyade ondan hız almaya çalışmalıyız”, “Hayatta her türlü hırsımı yendim, öğrenme hırsımı bir türlü yenemedim.”

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Mimar Turgut Cansever’i de mimar kızı Emine Öğün anlatmış. Emine Hanımın anlattığına göre, Turgut Bey, mimarlık bayrağını üç çocuğu ve bir damadına teslim etmiş.

Hüseyin Hatemi, babası Ali Asgar Beyi anlatırken babaannesinin mani ve şiir repertuarının genişliği çok dikkat çekmektedir.

Gazeteci-yazar Mehmet Nuri Yardım, ayakkabı tamircisi babasını anlatmış. Atalarımızın söylediği “Üç gün erken kalkan bir gün yol alır.” sözünü kendisine şiar eylemiş Nasri bey. M.Nuri Bey, uzun yıllar babasıyla birlikte kahvaltı yapamadığını söyler.

        İttihatçıların Maliye nazırlarından Cavid (Yalçın) bey, oğlu Şiar’ın doğduğu günden itibaren günü gününe oğlu adına günlük tutar. Bu günlükler daha sonra kitap halini alır. Bilindiği üzere Cavid Bey, Atatürk’e suikast davasından idam edilir. Editör, günlüklerden bir seçkiyi dergiye koymuş. Kendi adıma söyleyeyim, bu günlükleri okurken çok ama çok duygulandım. Cavid beyin şu satırları buram buram edebiyat kokmaktadır: “…Doğmadan evvel dokuz ay seni Mesih bekler gibi bekledik… Siyasette sensiz geçmiş olan çorak günlere şimdi ne kadar acıyarak bakıyorum… Senin hafızanda hiçbir iz bırakmayacak olan bu senenin bütün ayrıntılarını bu deftere kaydettim. Buna dindarane bir itikad ile riayet ettim… Ekseriya yatağımda, bazen senin yanında, istikbalin meçhul perdelerini yırtarak, hayatının mukadderatını okumak istiyorum.”

        Bu paragrafta bahsedeceğim yerleri dergide okurken bir yazarın “Hayallerinize dikkat ediniz, gerçekleşebilir” sözünün doğruluğuna bir kez daha şahit oldum. Çiçeği burnunda bir baba olarak yavrumla ilgili epey hayal de kurmuş oldum.

Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Türkiye’nin ünlü piyanistlerinden Prof. Ergican Saydam’ı kızı Mezzosoprano Ezgi Saydam anlatmış. Ezgi Hanım, babasının işine tutkunluğunu anlatırken küçük bir örnek verir. Bir konser öncesi başparmağı davul gibi olmasına rağmen konserine yine de çıktığını ve seyirciye de hissettirmediğini söyler.(s.54) Ezgi Hanım’ın anlattığına göre, dedesi Arif Bey çocuklarının okuması ve müzisyen olması için çok çırpınmış, çocuklarının mürüvvetini de görmüş. Bir subay olarak çocuklarının hepsini yurtdışında okutmuş. Bunu da bir memur maaşıyla nasıl yaptığını Allahın bir mucizesi olarak gördüğünü söylermiş yakınlarına. Arif Beyin ufkunun genişliğini bir fotoğraf çok güzel şekilde anlatır. Fotoğraf tahmini olarak 30lu yılların ortalarını göstermektedir. Ergican Bey ve diğer üç büyük abisinin tahmini yaşları 8 ile 13 arasındadır. Ergican Beyin dışındakilerin her birinin ellerinde birer keman vardır ve her biri önlerinde duran nota defterlerine bakmaktadır. Ve fotoğrafın altında aynen şunlar yazmaktadır:
 “Erdoğan Saydam Keman Sanatçısı, Tıp Doktoru (1921–1982)
 Prof. Erçivan Saydam, (1923) Kompozisyon ve Teori Hocası
Ermukan Saydam (1927) Keman sanatçısı, besteci ve felsefeci
Babam Prof. Ergican Saydam (1929) Piyanist ve hukukçu (Sandalyeden objektife bakan)

        Vatikan Büyükelçisi Felsefe Profesörü Kenan Gürsoy, annesi Kainat Hanımı kendisiyle yapılan mülakatta anlatmaya çalışır. Kenan beyin anlattığı küçük bir anekdot karşısında dünyadan ve geçmişinden haberi olmayan aydınımıza bakanların irkileceğini tasavvur ediyorum. Öbür taraftan Gürsoy gibi beyinlerin diplomatik makamlara gelmesi de sevindirici bir gelişmedir. Kenan Bey bir entelektüel grubuyla Kahire’ye gider. Buraya kadar gelmişken Kahire Mevlevihanesi’ne de gideyim, der. Mevlevihanenin yerini yanındakilere sorar, ilk kez bir şey duymuş gibi bakarlar. Daha sonra Türk yetkililere sorar, onlardan da olumsuz yanıt alır. Tolon Camii bahçesindeki Müslümanlara sorar. Onlar da bilmez. Çözüme bu satırları okuyanların hepsinin sancı duyacağı şekilde ulaşır. Cep telefonuyla, Lyon’da yaşayan bir Fransız arkadaşına Mevlevihanenin yerini sorar. Arkadaşı kendisinin bulunduğu yeri sorduktan sonra kendisine tarif eder: “Şimdi o yolu takip et. Soldan ikinci sokağa ışıklardan sonra dön, yüz metre ileride göreceksin.” Öbür taraftan aynı Mevlevihane’nin restorasyonunun da İtalyan mimar Fanfani tarafından büyük bir özenle yapıldığını söyler.

Yazar Emine Işınsu, öğretmen-yazar annesi Halide Nusret Zorlutuna’yı anlatmış. Zorlutuna’nın “Benim Küçük Dostlarım” eserinden alıntı yapmış editör.

 Okunulan kitap, dergi, gazete vesairenin daha derindeki başka birçok esere yol açması gerektiğini düşünüyorum. Bir derginin editörünün yaptığı alıntıların okuyucuda o eseri okumaya yönelik tecessüsler uyandırması gerekir. Bu anlamda editör Pervin Hanımı başarılı buluyorum. Bir baba ve öğretmen olarak Cavid Yalçın’ın oğlu hakkındaki günlüklerden oluşan “Şiar’ın Defteri” ile H. Nusret Zorlutuna’nın “Benim Küçük Dostlarım” isimli eserini alıp okumaya karar verdim.

 (Erzurum Gazetesi, 30 Mart 2010)





[1]  Muradiye Dergisi, 272 sayfa, Güz 2009, Yıl 5, Sayı 20, Telefon: 312 358 80 94

9 Mart 2010 Salı

         SIRADIŞI BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ: SOL AYAĞIM


       İrlandalı şair, ressam ve aynı zamanda bir yazar olan Christy Brown’un, kendi hayat hikâyesini anlattığı “Sol Ayağım” adlı otobiyografik romanı 22 yaşındayken yayınlanır. Kendisi öldükten sonra da hayat hikâyesinin filme uyarlanmasıyla Brown’ı canlandıran Daniel Day-Lewis’e en iyi aktör, annesini canlandıran Brenda Fricker’e ise en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar ödülünü kazandırır. Film sayesinde de dünyada adını çok duyuran bu eser, ülkemizde Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim çağındaki öğrencilere okutulmasını uygun gördüğü 100 temel eser arasındadır. Müellifini ve yaşadıklarını merak duygusuyla okumaya başladığımızda insanın isterse neler yapabileceğini, başarıda sınır tanımayacağını anlatan bu eseri[1] sizlere anlatmaya çalışacağım. 

        Yazar, İrlanda’nın başkenti Dublinli bir yapı ustasının yirmi iki, hayatta kalan on üç çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Dünyaya gelir gelmesine ama kendisindeki anormallikleri, 4 aylıkken, ilk olarak annesi fark eder. Parmakları bükülü, kolları arkaya sarkık, sürekli iki yana sallanarak sık sık kasılır, başı sağa-sola, geriye-öne doğru kayıp gider. Sırtına ve kafasına destek olunmadığı takdirde düşer. Konuşmaya başlaması gereken dönemde konuşamaz, sadece mırıldanır, homurdanır. Sol ayağının dışında hareket ve konuşma yetileri aktif olarak çalışmayan ortopedik özürlü, kendisini muayene eden doktorlara göre de aynı zamanda zihinsel özürlüdür. Brown’un annesi çocuğu hakkındaki doktorların bu tespitine kesinlikle katılmaz. Bunu ispatlamak, doktorlara meydan okumak için çocuğundaki cevheri ortaya çıkarmaya çalışır. Nihayetinde -Allah’ın kullarına uyguladığı şaşmaz hayat formüllerinden biri olan- emeklerinin karşılığını alır.

        Brown, yaşamı boyunca tekerlekli iskemleye muhtaç olması, kendisini küküm olarak görmesi, kendisine acıma duygusuyla bakılması, zaman zaman eziklik ve ezilmişlik psikolojisini yaşamasına neden olur. Aklı ermeye başladıktan sonra kardeş, akran ve arkadaşlarıyla her ne kadar birlikte vakit geçirmeye çalışsa da kuşaktaşlarının aldığı heyecan ve tadı alamaması kendisini çok üzer. Can sıkıntısı ve böyle bir yaşam umudunu yıkar. Büyüdükçe tanrının bile kendisinden uzaklaştığını belirtir. Hatta bir ara intihar etmeyi bile düşünür. Agresiflik kendisinde ilk göze çarpan kişilik özelliklerindendir. Gergin enerjisini, içinden fışkıran gerginlik ve asabiyetini harcamasına olanak verecek bir şeyler arar. Kendisini bazen yamuk olarak addeder bazen sinirleri kırık bir cam parçası kadar keskin ve telgraf telleri kadar gerilmiş, sinirli, sessiz, koca bir yaratık olarak görür. Aynalardan nefret etmeye başlar, bir keresinde sinirlenip aynayı kırar. Sol ayağı sayesinde hayata tutunmaya başlar. Günlerden bir gün canı sıkıldığı bir zaman tesadüfen tebeşiri keşfeder. İşte bundan sonra bir el kendisini başarı merdivenlerinde tutarak zirveye çıkması için ikna eder. Tebeşirle yerleri karalamaya çalışır. Derken kalem ile harfleri yazmaya başlar. Arkası çorap söküğü gibi gelmeye başlar, cümleleri yazarak öğrenmeye çalışır. Akabinde okumasını geliştirir. Bununla da yetinmez, resim yapmaya tutulur, bunu tutku haline getirir. Ergenlikten gençliğe adım attığı dönemlerde okuduğu kitaplardan da esinlenerek hikâyeler yazmaya başlar. Kendisinin tedavi edilerek bu özürlerinin en azından bir kısmının ortadan kaldırılarak daha rahat yaşayabilmesi için ebeveynleri, özellikle de annesi, - denizde yüzme bilmeyip ama boğulmayacağına inanan kişi gibi- çırpınır.

        Yazarın aile üyeleri dindar Hıristiyan’lardır. Kitabın birçok yerinde bunun izleri vardır. Brown, kardeş ve arkadaşlarıyla gittiği bir piknikte ağaçlardan yemiş çalmak isteyen kardeşlerinden birine,  hırsızlık yapmanın yedinci emre göre yasak olduğunu söyleyerek, vazgeçmesini belirtir. Yazarın fiziki şartlarından dolayı ayine gidemediği için radyodan Noel arifesinde Kimmage Manor’daki Holy Ghost Fathers’dan ayinler dinlemeyi, erken yaşta tanrıya dua etmeyi öğrenir. Anne çocuklarının durumunun düzelmesi için tanrıya çok yalvarır. Brown’u bir umut ışığı görmek pahasına da olsa İrlanda’dan uçakla Fransa’da Tarbes şehrindeki Lordes Manastırına bile gönderir. Burada şifa hamamına girer, kendisinden daha kötü durumda olan yüzlerce özürlüyü görünce haline şöyle şükreder: “hepsini görüyordum; bacaksız, kolsuz, kör…Yeni yükselen güneş altında yaşayan ölü gibi yatanlar..Victor Hugo’nun romanındaki mucizeler meydanı gibiydi. Onların yanında kendimi çok küçük ve önemsiz hissettim.”(s.83) Buradan daha sonra Grotta yeraltı mağarasına gider. Burada yapılması gereken ayinden sonra da Rosary Meydanı ve Bazalika’da Avrupa’nın birçok yerinden gelen Hristiyanlarla birlikte toplanıp, çeşitli dualar edilir, ilahiler söylenir.

        Yazar, bebekken hayır için çekilen bir filmde oynar. Yıllar sonra Doktor Collis filmde kardeşinin sırtında gördüğü küçük Brown’u araştırır ve bulur. Beyin felci hastalığı geçirenlerde çeşitli tedavilerin geliştiğini, isterlerse yardımcı olacağını belirtir. Brown ailesi kabul eder. Bu gelişme yazarın yaşamının ikinci dönüm noktasıdır. Daha sonra Doktor Collis’in arkadaşı Louis Warnants, Brown’u muayene etmeye evlerine evine gelir. Kendisine çeşitli alıştırmalar yaptırır, kendisini izler, kendisinin yapmakta zorlandığı şeyleri not alır. Bu tedavilerden sonra Dr. Collis, Brown’u annesiyle birlikte Londra’da beyin felci konusunda uzman olan yengesine götürür. Buradaki uzman doktor kendisini muayene ettikten sonra sol ayağını kullanmamasını özellikle ister. Tabi söylemeye gerek yoktur. Brown’un her şeyi olan bu organını bundan sonra kullanmaması kabul edilecek gibi değildir. Doktor ikna etmek için şunları söyler: “Evet, zor olduğunu biliyorum. Bu çok büyük bir fedakârlık. Ama tek yolu bu, başka çıkış yolu yok. Sol ayağını kullanmaya devam edersen eğer bir gün büyük bir sanatçı veya yazar olsan bile, iyileşmemiş biri olarak kalırsın. Asla yürüyemez, konuşamaz veya ellerini kullanamazsın ve bütün bunları yapamadan herhangi bir yerde normal bir yaşam süremezsin. Yani her şey kendine hâkim olmanla ilgili, sol ayağını tekrar asla kullanmayacağına söz verir misin?” Bunu kabulde zorlanan yazarı ikna etmek yine doktora düşer. Brown’u nasıl ikna ettiğini kitabında şöyle açıklar: “Bana ayağımı kullanmamın hapsedilmiş zihnimin kendini ifade etmesine olanak sağlayıp, manevi olarak iyi gelse bile, fiziksel olarak iyi olmadığını çünkü sol ayağımı kullanırken vücudumun diğer kısımlarında büyük bir baskı oluşturduğu ve manevi gerginliği azaltsa da sakat olan kaslarımın durumunu kötüleştirdiğini söyledi. Sol ayağımı kullandığım sürece ellerimi kullanmak, aklımın ucuna gelmeyecekti. Ayağımı kullanmayı bıraktığım anda, vücudumun geri kalan kısmına yoğunlaşabilecektim.” Londra ve Dublin’de yapılan fizyoterapi etkinlikleri sonuç vermeye başlar. Bu arada doktoru aynı zamanda bir yazardır. Kendisine yazma konusunda rehberlik etmeye çalışır. Yazdığı hikâyelerde nelere dikkat etmesi gerektiğini ve daha sonra da bu kitabı yazmasını önerecek kişidir. Konuşma terapisi uygulanmaya çalışılır. Brown, konuşmanın ne kadar önemli olduğunu, yazmanın onun yerini tutamayacağını ifade etmeye çalışır: “Konuşmak benim çabalarım arasında, insanlarla sıradan ilişkiler kurmamda her zaman en büyük engel olmuştur. Bana en acı veren engelim olmuştur; çünkü konuşma olmaksızın insan kaybolmuş gibidir, milyonlarca şey söylemek yerine bir kelime bile edemez. Yazmam gayet iyiydi, fakat sadece yazılı kelimelerle anlatılamayan, ‘hissettirilemeyen’ bazı duygular vardır. Yazmak ölümsüz olabilir ama sesin yaptığı gibi iki insan arasındaki boşluğu doldurmada bir köprü oluşturamaz ve keşke dünyadaki en iyi kitabı yazmak yerine bir arkadaşımla bir sıkı bir tartışma veya bir kızla birkaç dakikalık sohbet yapabilsem.”(s.138) Konuşma terapisi düzenli bir şekilde uygulanır. Bunun için uygulanması gereken egzersizleri yapmaya çalışır. Sonuçlar iç açıcıdır. Kendisindeki özgüven duygusu yükselmeye başlayınca hem hayattan daha çok tat almaya hem de daha başarılı olmaya çalışır. Klinikteki doktorların çalışmalarından sonra kendisine özel öğretmen tutulmaya başlanır. Bu öğretmenler Bertrand Russel’in felsefesinden, Thompson ve Yeats’ın şiirlerine, Latince öğretmekten, geometri ve matematiğe kadar çok geniş bir yelpazede kültür sahibi olmasına vesile olacak konuları aktarırlar.

        Bu zamana kadarki yaşantısının en mesut anlarını, kitabın da final sahnesi, “Onun İçin Kırmızı Güller” bölümü oluşturur. İrlanda-Amerika Beyin Felci Hastaları Derneği, hastalar yararına Burl Ives’in de katıldığı bir konser tertip eder. Ives, şarkılarını söyledikten Derneğin başkanı olan Dr. Collis, konuşma yapmak için kürsüye gelir, cebindeki kâğıdı çıkarır ve şunları söyler: “Konuşma yapmayacağım. Hiçbir şey rica etmeyeceğim. Sadece beyin felciyle sakatlanmış birinin duygularını sizlere gösterecek bir şey okuyacağım. Sol ayağıyla İşte Christy Brown’ın otobiyografisinin ilk bölümüdür.” diyerek bir yandan da eliyle yazarı gösterir. Bu kitabın ilk bölümünü konser salonunda Dr Collis okur. Yazar bunları dinlerken bir yandan o dönemlerdeki yaşadığı sıkıntıları hatırlayarak hüzünlenir diğer yandan da kat ettiği başarı kendisini oldukça mutlu eder. Annesi sevinç gözyaşları döker.  Doktor, omzundan tutarak ayağa kalkmasına yardım eder. Salondaki insanlar bu başarının kahramanı merak ederek alkışlar. Seyircilerden biri çiçeği Brown’a vermeye çalışınca Dr. Collis, çiçeği seyircinin elinden alır ve annenin hak ettiğini düşünerek anneye verir. Bu etkinliği Brown ve ailesi hayatlarının en bahtiyar günü olarak addederler. 

                                           DEĞERLENDİRME

        Eser, İrlanda edebiyatına ismini yazdırmış bulunan yazarın 22 yaşına kadarki hayat hikâyesinden oluşur. Beyin felci geçiren, ortopedik özürlü birinin yaşadığı ruhsal sıkıntıları ve bunlardan nasıl kurtulup, başarılı biri haline gelmesini ustalıkla anlatır. Yazarın edebî dilinin çok kuvvetli olmadığını söylersem herhalde yazara haksızlık etmiş olmam diye düşünüyorum. Bu arada yazarın genç yaşta yazdığı ilk eser olması, bundan sonra sağlık şartlarının biraz düzelmesiyle, bilgi birikimini daha sonraki yıllarda daha da arttığını tahmin ederek yazmış olduğu ”Günlerin İçinden”, “Yaz Üzerinde Gölge”, “Vahşi Zambaklar”, “Parlak Meslek” isimli kitaplarının daha edebi kıvamda olduğunu tahmin ediyorum.

        C. Brown’un şartlarına rağmen şiir antolojilerine girecek, İrlanda edebiyatçılarının arasında yerini tutacak kadar başarılı olmasında kendisinin çok zeki, çalışkan ve cesur olması(Çocuk yaşlarda iken arkadaşlarıyla birlikte gittiği piknikte dereye yüzmek için atılması ve yüzmeye çalışmasını buna örnek gösterebiliriz.), ailesinin özellikle de annesinin çalışkan, azimli ve dindar biri olarak çocuğunun bir gün sağlıklı hale geleceğine olan inancı, ablasının evin bütün yükünü omuzlayarak annesinin evde yapması gereken işlerinin çok büyük bir bölümünü yapması ve annesinin de zamanın büyük bölümünü Brown’a ayırması, mesleklerine âşık olan doktorların Brown’u tedavi etmesi gibi birçok faktör sıralayabiliriz. 

        Sosyo-ekonomik durumu alt seviyede olan, oldukça kalabalık bir ailede doğan, beyni ve sol ayağının dışında hiçbir organı tam olarak çalışmayan, beyin felci geçiren, ortopedik özürlü birinin hayata tutunmasının ve başarılı bir ressam, şair ve yazar haline gelmesinin öyküsünü merak edecek, öğretmen, öğrenci, özürlü yakınları ya da her an özürlü adayı olduğunun farkında olan herkese bu kitabı tavsiye ediyorum.

        Diğer taraftan bu ülkenin sağlıklı gençlerine dahi, kendi aydınları tarafından bile olsa, kendine güven duygusunu zedeleyecek, parçalayacak zehirli iğnelerin yapıldığı bir dönemde, başarılı insanların hayat hikâyelerinin anlatıldığı -Sol Ayağım gibi- biyografileri okuyan öğrenci ve gençlerin özgüveni elde edeceğini düşünüyorum. 

        (Erzurum Gazetesi, 9 Mart 2010)










[1] Christy Brown, Sol Ayağım, Çeviren: Kaan Mutlu, III.Baskı, 160 s., 2006, İstanbul, Nokta Kitapları

5 Mart 2010 Cuma

SEYYAHLARA SORDUK: ERZURUM’U NASIL BİLİRSİNİZ?

        Ülkemizde kültürün, sanatın ve kitabın nabzının en yoğun şekilde attığı yer, yeni ve eski başkentlerimiz Ankara ve İstanbul’dur. Bu gerçeğe aklı başında kimsenin karşı koyamayacağını iddia edebiliriz. Bazı çevrelerin buradan hareketle durumu abartıp Anadolu’daki kültür, sanat çalışmalarını ve etkinliklerini ısrarla görmezlikten geldiği de hakikattir. Kitaplar üzerine yazmaya karar kılmamdaki önemli saiklerin başında; piyasada görünmeyen, kitapevinin vitrinlerinden daha ziyade arka raflarda bulunan ya da saklanan, kıyıda köşede kalmış, edebî değerini her zaman koruyacak, kronik toplumsal sıkıntılarımızın çözümü için acı reçeteler öneren eserleri ve bu eserlerin sahiplerini gündeme getirmekti. Bu amacım doğrultusunda okuduğum kitaplardan bazılarını mütevazı imkânlarım ölçüsünde, karınca-kararınca gündeme getirmeye çalışıyorum.

        Geçtiğimiz haftalarda Erzurum Vakfı’nın kültürel yayınlarına bir yenisi daha eklendi. Hanifi Hancı’nın hazırladığı “Seyyahların Gözüyle Erzurum: (1254–1937)” isimli eser hakkında anladıklarımı bana tanınan sütuna sığacak kadar yazmak istiyorum.[1]

        Bu satırların müdavimlerinin bildiği üzere özellikle yabancıların yazdığı seyahatname ve hatıralara karşı ilgim oldukça fazladır. Eser ve müellifini tanımıyordum. Önyargılarımla işbirliği yapınca kitabı okumadan, kitabın yerel basındaki tanıtımındaki Erzurum’a seyahat etmiş 17 yazarın eserlerinden derlenerek hazırlandığıyla ilgili haberi okuyunca, kendi kendime “Bahse konu olan seyyahların eserlerinin Erzurum ile ilgili bölümlerinin basit bir derlemesiyle oluşmuş bir kitaptır.” dedim. Yazar ve eseri hakkında da “sıradan”, “orta halli bir yazar ve eserdir” diye düşünüyordum. Oysaki kitabı okumaya başlayınca gördüm ki her sayfasının neredeyse her satırı önceki yargılarıma atılan tokattı. “Seyyahların Gözüyle Erzurum” bu alanda okuduğum en güzel kitaplardan biridir. Yazar, emekli edebiyat öğretmen Hanifi Hancı’nın bildiğim kadarıyla akademik bir üniforması yoktur ve bu eser ilk kitabıdır. Eseri okuduktan sonra Sayın Hancı’nın onlarca yıldır “Oryantalizm”, “Doğu-batı mücadelesi”, “Batının ülkemize ve milletimize bakışı nasıldır? ”, “milletimizin kronik hastalıkları ve çözümleri nelerdir? ” gibi konu ve sorulara çalıştığını, bu alanda kafa yorduğunu çok rahatlıkla tahmin edebiliriz.

        Eser, 1254 ile 1937 yılları arasında muhtelif tarih ve statüde Erzurum’da bulunmuş büyük çoğunluğu yabancı seyyahların yazmış olduğu seyahatnamelerin ve hatıraların Erzurum ile ilgili bölümlerinin ve bu bölümlerin tahlillerinden meydana gelir. Kitabın kahramanları olan 17 seyyahın isimleri: Wilhelm Von Rubruk, Marco Polo, İbn-i Battûta, Clavijo, Tavernier, Evliya Çelebi, Tournefort, Victor Fontanıer, Robert Curzon, W.R. Holmes, Theophyle Deyrolle, Fred Burnaby, Charles S. Ryan, Hennry Fınnıs Blosse Lynch, Aleksandr Puşkin, Ahmet Refik Altınay ve İsmail Habip Sevük.

         Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Kitabın giriş kısmını oluşturan, yazarın “Seyahat ve Seyahatname Kültürü Hakkında Bir Değerlendirme” isimli 15 sayfalık enfes yazısını daha doğrusu makalesini iki kez okuduğumu belirteyim. Bu kısımda seyahatnamelerin bizler için gerekliliğini ve batının zihin dünyasını açıklamaya yönelik vazgeçilmez kaynaklar olduğunu, yazar ustaca anlatır. Kitabı okumaya fırsatı olmayanların en azından girişteki bahsettiğim bu yazıyı okumalarını içtenlikle tavsiye ediyorum. Yazar, hakkımızda yazılan bu anlamdaki yazıların tamamı gerçek dışıdır, şeklinde yaklaşımın zararlı olduğunu vurgular. Bizler için bu eserlerin ne kadar elzem olduğunu şu satırları ile ifade etmeye çalışır: “…Zira yabancı seyyahların eserleri sosyal tarihimiz için son derece önemli kaynaklardır. Zaten seyahatnamelerden, hatıralardan, biyografi ve otobiyografilerden, günlüklerden, mektuplardan destek almayan bir sosyal tarih yazmak olanaksızdır. Bilhassa on altıncı ve on yedinci asırlarda yurdumuza gelen yabancı seyyahların o dönemlerin tanınmış tüccarları, bilginleri, diplomatları, şairleri olduklarını, Türkçe dâhil pek çok doğu dillerini çok iyi bildiklerini unutmamalıyız… Osmanlı Döneminde, bütün doğulu toplumlarda olduğu gibi bizde de geleneksel olarak bilgi; çoğu kez, şu ya da bu nedenle, yazıya geçirilmesini kendi çıkarlarına aykırı bulan veya bazı durumlarda yayılmasını zararlı sayan bir grubun inisiyatifindedir. Dolayısıyla hayati önem taşısa da bilgiye ulaşmak çok zordur. İşte bu nedenle yabancı seyyahların hakkımızda yazdıkları bilgilerin bizim belgelerimizde olmaması, belki de onların dikkate almamız gereken en önemli tarafıdır. Ayrıca yaşadığımız toplumda önemsemediğimiz, ama bizi içten çürüten bazı gerçeklerinde de bu seyahatnamelerden çıkarılabileceğini; bu eserlerdeki küçük ayrıntıların dahi bazen bize çok önemli bakış açıları kazandırabileceğini, bu bakış açılarının unuttuğumuz veya çeşitli nedenlerden dolayı ihmal ettiğimiz ya da korktuğumuz birtakım gerçeklerle bizi yüzleştirebileceğini hatırdan çıkarmamalıyız.(s.17/1s) Özellikle de yabancı seyyahların yazdığı seyahatnamelerin revize edilerek, şerh konularak okunması gerektiğini anlatmaya çalışır yazar.

        Seyyahların Erzurum ile ilgili anlattıklarının ortak noktası olarak şunlardan bahsedebiliriz. Bahse konu olan tarihlerde Erzurum’un stratejik konumu, özellikle ticaret yolları üzerinde olması hep vurgulanmıştır. Erzurum’u bu öneminden dolayı Tavernier, “İstanbul-İsfahan yolu üzerindeki son Türkiye kenti.”, Evliya Çelebi “Saadet diyarı, sağlam kale.”, İsmail Habip Sevük “Anadolu’nun hem kilidi hem anahtarı.” diye nitelemiştir. Gezginler, Erzurum’un iklimi, karı ve soğuğu hakkında da hemfikirdirler. Öte yandan birçok meyve ve sebzenin yetiştiği verimli bir ova olduğunu; kaplıcalardan istifade edildiğini, orman yönünden oldukça fukara olduğunu, madenciliğin de diğer yerlere göre yoğun olduğunu birçok seyyah belirtmiştir.

        Seyyahlar farklı tarihlerde seyahat ettikleri için devrin siyasi olayları da seyahatnamelerde birbirinden farklılık göstermektedir. Seyahatnamelerde vurgulanan konuların ve bakış açılarının farklılık göstermesinin başka sebepleri olarak seyyahların dini, milleti, dünya görüşü, sosyal statüsü, vicdanı sorumluluğunun farklı olması gibi birçok etken sayılabilir. Tüm bunlardan dolayıdır ki seyyahların eserleri birbirlerinden farklı gözlem ve tespitler içermektedir.

        Kitapta altını çizdiğim, önemli gördüğüm bazı noktaları paylaşmak istiyorum. 1291’de Erzurum’u ziyaret eden Marco Polo’nun Anadolu’dan bahsederken Türkiye demesi ilginçtir. Clavıjo’nun 1403’te Erzurum’a yaptığı gezide önemli tarihi yapılardan bahsederken daha önceki yıllarda yapılan Çifte Minareli Medrese ile Yakutiye Medresesi’nden bahsetmemiştir. Yazar, seyyahların içerisinde en çok  (36 sayfa) Evliya Çelebi’ye yer ayırmıştır. Erzurum halkının ibadete düşkün olduğunu vurgular Çelebi.(s.77) Bayburt’ta kerestecilik yapanların Çoruh Nehri’ni kullanarak taşıma işini bedavaya getirdiklerini söyler. Tournefort, Erzurum’daki Ermenilerin çalışkanlığından bahsederken en varlıklı Ermenilerin dahi kendilerine veya başkalarına ait ipek balyalarını kurtarmak için boğazlarına kadar suya girdiklerini, buna karşılık Türklerin bu kadar gayretli olmadığını, sorumluluktan kaçtığını belirtir.(s.104) Fontanier, 1827’de Erzurum’da bulunan saat kulesinden bahsederken Anadolu’da sadece saat kulesini Erzurum’da gördüğünü belirtir. Bu durumu Erzurum, Anadolu’nun gelişmiş şehirlerindendir şeklinde yorumlayabiliriz. Bu kitaptaki bazı seyyahların söylediği ve benim okuduğum birçok yerde karşılaştığım olay da halkın gördüğü her Frenk’i hekim sanması, hastalığına çözüm bulması için yardım çağrısında bulunması. 1828 -1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Erzurum’da bulunan Puşkin, şehirde dolaşmaya çıktığında dilinden şikâyet eden birçok kişiden adeta sıkıldığını belirtir. Öbür taraftan da bazı seyyahların anlattığı gibi saatleri arızalananların gördüğü her yabancıya bu saatin tamirinden kesinlikle anlarmış gibi saatini uzatması da ilginçtir. Hanifi Bey, bu olguyu ve yabancıların bunlara karşı tavrını çok güzel açıklar: “Her Avrupalıyı, her konunun tamam bilicisi olarak algılayan bu anlayışın yanlışlığı ortadadır. Ancak, yenilmiş bir medeniyetin çocukları olarak, Batı karşısında Osmanlı toplumunun nasıl bir ezilmişlik duygusuyla tavır aldığını göstermesi açısından bu yanlış algılama çok önemlidir. Çünkü ezilmişlik duygusunun tahrip ettiği toplum psikolojisinin yıkıcı etkileri daha sonra da artarak devam edecektir.”(s.199)

        Theophyle Deyrolle, 1869’da Anadolu’da yaptığı yolculuğunu anlatırken yolların gayet güvenli olduğunu vurgular. Bu konuda Batının propagandaya yönelik çalışmalarına karşı çıkar:“..tabancamın kurşunlarını, köylere girerken ekseriye tehlikeli hücumlar yapan köpeklere kullanmıştım. Anadolu’da katliamlar, haydutluklar uydurma bir masaldan başka bir şey değildir.” (s.177) Gümüşhane’de madenleri işletenlerin Rumlar olduğunu söyler. Curzon, Erzurum ovasında 171 çeşit kuşun yaşadığını belirtir. Bunların teker teker isimlerini sayar.(s.161) Kitaptaki seyahatnamelerden Puşkin’in Erzurum Yolculuğu eserinin dışındakileri okumamıştım. Bunların içerisinde en çok hoşuma gideni de Fred Burnaby  “At Sırtında Anadolu” isimli eseridir. 93 Harbi arifesinde Anadolu’da bulunan Burnaby’in gözlemleri daha rafinedir. Kendisi Batıda söylenen “Hristiyanların kazığa oturtulduklarını, Ermenistan’ın bütün yollarında kancaya takılı solucanlar gibi sallandırıldıklarını vs.” iddialarının doğruluğu hakkındaki merakıyla Anadolu’yu gezmeye koyulur ve Batıdaki gazetelerin iddialarının propaganda olduğunu fark eder. Burnaby, 93 Harbi öncesi olacak savaşı koklamaktadır. Adeta başımıza geleceklerin habercisidir: “…Rusya’yla girilecek bir savaşta aynı uygulama sürdürülürse padişahın Anadolu’daki ordusu çok geçmeden mühimmatsız kalacaktı.”(s.194) Rusların Erzurum’daki faaliyetleri hakkında tafsilatlı açıklamalarda bulunur. Bununla beraber Erzurum Valisi Kurt İsmail Paşa’nın görüşleri de seyahatnamede yer bulur. Paşamızın da basiret gözünün tıkalı olduğunu anlıyoruz. Paşa Ruslarla bir savaşın çıkacağına inanmamaktadır.(s.201) Yazar, İstanbul’dan uzaklaştıkça merkezi otoritenin azaldığını söyler. Taşrada karşılaştığı Ermeni delikanlıların inek ve öküzlerin sırtında pazara gittiğini, mandaların kız alınırken takas aracı olarak kullanıldığını beyan eder. (s.204)

        Kurtuluş Savaşı öncesi görevi icabı bu bölgeleri gezen Ahmet Refik Altınay, savaş sonrası yerle yeksan olmuş Erzurum’u anlatır. Erzurum’u yaralanmış bir kahramana benzetir. Diğer yerli seyyah da İsmail Habip Sevük’tür. Sevük, 1937’de birçok Anadolu şehrini gezer. Sevük’ün edebî dilinin çok güçlü olduğunu gecikmeden söylemeliyim. Şehrin ayakta değil de yatakta olduğunu, son yüzyılda Rusya’yla yapılan savaşların şehre faturasını şöyle açıklar: “Doksan yılda Ruslarla dört kez savaştığımız bu toprak, hâlâ bu vuruşmalara ait ‘kızıl hatıraların’ izleriyle doludur”(s.255). Sevük, Erzurumluların savaş yıllarında vatan için hep önde koştuğunu, fedakârlık yaptığını ama savaş sonrası hep unutulduğunu şöyle anlatır: “…Şark tarafından ne vakit bir harp patlarsa devlet hemen bağırırdı: ‘Aman kahraman Erzurum! ’ Amana zamana lüzum yok; mademki kahramandır, balını yapan arı gibi o da kahramanlığını yapacak. Kahraman her harpte yapacağını yaptı ve devlet her harp bitiminde kahramanını unuttu. Kan akıtmak, Erzurum en önde; imar etmek, Erzurum çok uzakta. Vatana olan borcun hiçbir vakit sonu olmaz; fakat bu serhat beldesi vatana borcundan ziyade vatandan alacaklıdır.(s.250)

DEĞERLENDİRME

        1254 -1937 yılları arasında şehri ziyaret eden seçilmiş 17 seyyahın Erzurum’la ilgili gezi notlarını ve gözlemlerini içerir eser. Fotoğraf, gravür ve haritalarla desteklenen eserin uzun bir emeğin mahsulü olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, seyahatnamelerden alıntılanan her bölümü satır satır masaya yatırarak irdelemeye çalışmıştır. Özellikle yabancıların ülkemizi ve toplumumuzu anlatan tespitlerinin arka planını yansıtmaya özen göstermiştir. Bunları yaparken fikri donanımın dolgunluğu hemen dikkat çekmektedir. Hanifi Hancı gibi aydınlarımızın varlığı bu topraklardaki siyasî ömrümüzün uzunluğuyla doğru orantılıdır diye düşünüyorum. Son olarak sağlık içinde verimli çalışmalar sürdürmesi dileyerek satırlarıma son veriyorum.

        (Erzurum Gazetesi, 5 Mart 2010)





[1] Hanifi Hancı, Seyyahların Gözüyle Erzurum, 267 sayfa,I.basım, 2009, İstanbul,Er-Vak Yayınları

2 Mart 2010 Salı

MEDAR-I İFTİHAR TARİHÇİMİZ: “HALİL İNALCIK”

        Özellikle 90’lı yıllardan sonra milli futbol takımımızın ve Galatasaray’ın yabancı takımlar ile oynadığı maçlarda, taraftarların “Avrupa Avrupa duy sesimizi, Bu gelen Türklerin ayak sesleri! ” tezahüratını duyan birçok kişi bu sözleri yadırgamıştı ve yadırgamaya da devam ediyor. Hâlbuki bu durum, neredeyse yüzyıllardır başarıya susamış, dünya arenasında amiyane tabirle adam yerine konulmayan Türklerin; uluslararası alandaki mütevazı başarılarının abartılı bir sevinci olarak yorumlanabilir. Ülkenin bazı aydınlarının[1] bile samimi duygular ile dile getirdiği, gençlerimize enjekte ettiği “bizden adam olmaz” yıllarının artık geride kaldığını belirtebiliriz. “Galatasaray”ın UEFA şampiyonu olması, Türkiye Milli Futbol Takımının dünya 3.sü olması, Orhan Pamuk’un Nobel edebiyat ödülünü alması, “Nuri Bilge Ceylan”ın yönettiği filmlerin ardı sıra dünya çapında ödüller alması,[2] “Kemal Karpat”, “Şerif Mardin”, “Fuat Sezgin”, “Halil İnalcık” gibi akademisyenlerimizin her birinin yaşayan sosyal bilimciler arasında dünyada otorite haline gelmesi, şüphesiz yukarıda anlatmaya çalıştığım onlarca hatta yüzlerce yıldır ülkemiz insanlarının üzerine çöken özgüvensizlik bulutunun kısmen dağı(tı)lmaya başlanması şeklinde tefsir edilebilir. Şu an benim aklıma gelenler bunlar. Bu başarı listesini tabi ki daha da uzatmamız mümkündür.

        Yukarıda bahsettiğimiz medar-ı iftiharlarımızdan Halil İnalcık’a sözü getirmek istiyorum. Gazeteci Emine Çaykara’nın İnalcık Hoca ile yaptığı söyleşilerden oluşan, 2005’te yayımlanan, “Tarihçilerin Kutbu: Halil İnalcık Kitabı” isimli eseri[3] referans alarak birkaç satır yazmaya çalışacağım.

        Kitabın konusu her ne kadar Halil İnalcık’ın yaşamı olsa da kitabın yazarı, söyleşiyi gerçekleştiren Emine Çaykara hakkında da kendisini tanımayanlar için birkaç cümle söyleyebiliriz. Çaykara, profesyonel Fransızca rehberlikten Fransızca tercüme çalışmalarına, dergiciliğin neredeyse tüm birimlerinden yazarlığa kadar birçok alanda kendisini ifade etmeye çalışan çok yönlü bir aydınımızdır. Çaykara, 5 telif eseri, 5 de çeviri eseri Türkçemize kazandırmıştır. Bu kitabın dışında da nehir söyleşisi dizisinde daha önceki yıllarda yayımlanan “Oktay Sinanoğlu Kitabı: Türk Aynıştaynı” ve “Muhibbe Darga Kitabı: Arkeoloji’nin Delikanlısı”  adlı kitapları bulunmaktadır.

        Eser; Önsöz, Halil İnalcık Bibliyografyası, Albüm, Yaşamöyküsü, Ad Dizini dışında 11 bölümden oluşmaktadır. Kitapta hocanın çocukluğu, öğrencilik yılları, ailesi, kendisini tarihçi olmaya sevk eden amiller, yurtdışındaki okul ve araştırma yılları, tarihte gezinti olarak muhtelif olay ve olgular hakkında çarpıcı, dolgun bilgiler, dünya tarihçilerinin özellikle de Osmanlı tarihine bakışı hakkında ilginç malumat, öğrencilerinin diliyle “Halil İnalcık” hakkında doyurucu bilgiler sunulmaktadır.

        Hoca’nın dünyada akademik kariyerinin yükselmesine ve otorite haline gelmesine rağmen 1973’te yazdığı bir kitabının, 7 dile çevrildikten sonra ancak 2003’te Türkiye’de yayımlandığını öğreniyoruz.(s.160) Dünya çapında sözü geçen araştırmacı ve akademisyen olmak isteyenlere de nasihatte bulunur. 3 batı dilindeki yazıları okuyamayan bir araştırmacının tam bir bilimsel araştırma yapamayacağını vurgular. Örneğin Bernard Lewis’in üç doğu dilini (Türkçe, Arapça ve Farsça) mükemmel bilip kullandığını belirtir.(s.157) Lewis ile dostluğunun çok iyi olduğunu öğreniyoruz. İnalcık, Lewis ile yaptığı bir şakalaşmayı anlatır. Kanunî, şeyhülislamı Ebusuud Efendi’yle aynı yaşta olduğu için ona “Sinde sindaşım, dünyada yoldaşım, ahrette kardeşim.” dermiş. Lewis de Kanunî’nin sözünü tekrarlayarak “yaşta yaştaşım, ahrette kardaşım” deyince İnalcık Hoca “Valla güzel, yaşta yaşıtız, ama ahrette cennette mi yoksa cehennemde mi beraber olacağız?” demiş. (s.159) İnalcık şöhretli tarihçi olmasını Osmanlı arşivlerine borçlu olduğunu söyler. 

        Halil Bey, Yunanlı tarihçilerin Osmanlı yönetimine karşı önyargı yüklü olduğunu, hiçbir Yunanlı tarihçinin Osmanlı devri hakkında müspet şeyler söylemeyeceğini vurgular.(s.251) Yunanlıların kendilerini Bizans’ın varisi olarak gördüğünü, sıradan bir Yunanlı ile konuşulduğu takdirde “Megali İdea”, Bizans’ı ihya etmek”, İstanbul patrikliğinde Bizans’tan beri devamlılık ve evrensellik iddialarını duyabileceğimizi söyler.(s.179) 
   
        Halil Hoca 32 yıl çalıştıktan sonra 1972’de Ankara Üniversitesi DTCF’den emekli olur. Daha sonra Amerika Chicago Üniversitesi tarih bölümünde çalışmaya başlar. Burada da 21 yıl çalıştıktan sonra Türkiye’ye döner. 1993 yılından itibaren de Bilkent Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eder. Galiba 2004 yılında öğretmenliğe noktayı koyar. Akademik çalışmalarını makale yazarak, konferans ve panellere katılarak halen devam ettirmektedir. 64 yıl akademide öğretmenlik yapan, 94 yaşına rağmen halen çalışan İnalcık Hocayı ideallerinin zinde ve diri tuttuğunu söyleyebiliriz. Eski öğrencisi Prof.Dr. Mihail Maxim, hocanın bu yaşta tarih çalışmalarına devam etmesini şöyle yorumlamaktadır: “…Biz tarihçilerin beyni, tarihi canlandıran bir cihaza bağlı ve daima çalışıyor…Yaş itibariyle bazı şeyleri unutabiliriz ama I. Murad’ın ne yaptığını, eski tarihleri hiç unutmuyoruz. Hoca da öyle, Osmanlı tarihinin olaylarını, resimlerini unutmuyor. Halil Bey’in ansiklopedik bir ufku vardır, rönesans insanları böyleydi, Nicolai Yorga aynı tipteydi. Hiç durmadan arı gibi bir şeyler yazıyor, tarihi yazarken sadece kendine ait olan tarlayla uğraşmıyor; eski Yunan, Grek-Roma kültürü ile de ilgileniyor.”(s.510)

DEĞERLENDİRME

        İnsanlarımızın büyük çoğunluğunun her geçen gün emeklilik hesabı yaptığı bir dönemde, zamanını verimli kullanarak bir insan ömrüne onlarca ömür sığdıran insanlara gıpta etmişimdir. Özellikle de günümüz gençlerinin ve öğrencilerinin model sıkıntısı çektiği böylesi dönemlerde, 94 yaşında hâlâ okuyan, yazan, konferans veren, sempozyuma katılan Halil İnalcık gibi beyinlerimizin yaşamında, ders ve ibret almak isteyen herkese veriler olduğunu düşünmekteyim. Son olarak Hoca’ya Allah uzun ömürler versin diyerek satırlarımı noktalıyorum.
        (Erzurum Gazetesi, 2 Mart 2010)




[1] Bizden adam olmaz” tezini sık sık işleyen yazarlardan birkaçını sıralayabiliriz: Aziz Nesin, Çetin Altan, Demirtaş Ceyhun vs.
[2] 2008 Cannes Film Festivali’nde “Üç Maymun” filmiyle “En İyi Yönetmen Ödülü”nü alan Nuri Bilge Ceylan’ın, ödül töreninde yaptığı teşekkür konuşmasındaki  “Bu ödülü birisine adamak istiyorum: Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme…” sözlerini de başarıya susamış toplumun itirafı olarak yorumlayabiliriz.
[3] Emine Çaykara, “Tarihçilerin Kutbu: Halil İnalcık Kitabı”, 614 sayfa, 4.basım, 2005, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, www.iskultur.com.tr