1 Haziran 2010 Salı

PROF. İSKENDER PALA'NIN SUBAYLIK ANILARI

                           
        Ülkemizin divan edebiyatı alanındaki otoriteleri denilince şüphesiz çoğumuzun aklına ilk gelen isim: “Prof. Dr. İskender Pala”dır. Pala, akademisyen kimliğinin yanında divan edebiyatının varlığını ve güzelliklerini geniş okur-yazar kitlelere yaymayı kendisine misyon eylemiş bir yazardır. İlhamını divan edebiyatından aldığı onlarca kitabın müellifidir. Yine birçok okuyucunun bilmediği üzere ömrünün azımsanamayacak kısmını bahriye subayı olarak geçirir. Öğretmen, subay ve akademisyen kimliğinin üçünü bir arada yürütürken 15 yıllık mecburi hizmetinin bitmesine sadece birkaç ay kala ordudan atılır.

        Geçtiğimiz haftalarda İskender Pala’nın, askeriyedeki yıllarını anlattığı “İki Darbe Arasında: İlginç Zamanlarda” isimli hatırası yayımlandı.[1] Bahse konu olan kitapla ilgili anladıklarımı ve düşüncelerimi bana ayrılan sütuna sığacak kadar; dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

        Kitap ile ilgili keskin yargımı yazının sonuna kadar saklamayı bir türlü başaramadım. Hemen itiraf edeyim. Eser, şimdiye kadar okuduğum Türk yazarların hatıraları içerisinde beni en çok etkileyen kitaplardan biridir.[2]

        Pala, 1982 yılında Deniz Kuvvetler Komutanlığı’na öğretmen ve subay kadrosuyla atanır. Akademik yaşamının başlangıcı askeriye öncesine dayanır. 28 Şubat öncesi emekliliğine birkaç ay kala ordudan atılır. Yazar, 28 Şubat dönemini kapsayan zaman diliminde YAŞ kararlarıyla İrticacı oldukları gerekçesiyle ordudan atılan 3000 subay ve astsubayın mağduriyetini kendi hatıraları ekseninde anlatmaya çalışır. Pala, kişisel yaşamının en büyük mağduriyeti olan bu durumunu açıklamaya, subaylık sınavı için müracaat ettiği günden başlar. Bu sürece gelene kadarki yaşadığı sistemli baskı, yıldırma ve tecritleri edebî dilinin keskinliğini de kullanarak ustaca anlatır.

        Yazar, askeri yaşamı boyunca görevini hiç ihmal etmediğini, üniformasına bir leke değdirmediğini; bunları yaparken namazlarını kılmaya çalıştığını, eşinin başörtüsü, kızının imam hatip lisesi yüzünden adının tarikatçılığa bulaştığını, hiçbir tarikat, mezhep ve ideolojinin taraftarlığını yapmadığını söyler. Fikre, dine, kitaba, araştırmaya, kültüre, bilime karşı gördüğü bağnazlıkları anlata anlata bitiremez.  Bunların birkaçından kısaca bahsetmek istiyorum. Subay sınavlarının birinde mülakat komisyonunda görev alır. Bazı subayların aday öğrencilere sorduğu sorular vicdan sahiplerini rahatsız edecek durumdadır. “Bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün Nutku var. Denize düştün, tek elle yüzeceksin, önce hangisini atarsın”(s.50) Atatürkçülük adına genç kuşaklara Atatürk düşmanlığının da tohumları sayılabilecek bazı teşebbüslerde bulunulduğunu anlatır. Milli Eğitim Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu’na ait bazı kitapların yakıldığını iddia eder.(s.81–2) Masasının üzerindeki Osmanlıca metinleri görüp “Kur’an okuyor” yaygarası çıkaranlar dahi olduğunu belirtir. Şehit cenazelerinde subayların cenaze namazı kılmadığını, Pala gibi cenaze namazı kılanlara da kötü gözle bakıldığını, daha sonraki yıllarda da emirle şehitlerin cenaze namazlarına katılındığını vurgular. Edebiyat doktoru unvanını kullanmaması için direnen komutandan tutun da tuvaletin temizliğinden sorumlu olduğunda Dr. Pala diye yazan komutanına kadar onlarca hukuksuzluk örneği verir. 

        Sadece inançları ve dünya görüşü için değil entelektüel donanımı ve akademik dolgunluğu sayesinde çalıştığı yerlerde hak ettiği ilgi ve takdiri görmediğine anlattıklarından şahit oluyoruz. Örneğin ordudan disiplinsizlik yüzünden atıldığını anlatırken şu makul örneği veriyor: “Her şey bir yana, eğer disiplinsiz olsaydım kırk yaşında elli kitabın sahibi olabilir miydim?” (s.200) Bunun yanında bilgi birikiminden istifade etmeye çalışan Kuvvet Komutanı koltuğundaki komutana kadar birçok kişinin kendisiyle irtibata geçtiğini belirtir. Örneğin yurtdışına gidecek olan üst rütbeli komutanların bazılarının daha önce kendisinden gideceği ülkenin tarihiyle ilgili çeşitli raporlar istediklerinden bahseder. Kardak krizinin hemen öncesinde bu konu hakkında acilen araştırma yapması istenir. Özel izinle ulaştığı belgelerle Türkiye’nin yakın tarihi hakkında bildiğimizin dışında bir tarih olduğunu beyan eder.

İskender Pala’nın ideolojik bir önyargısının olmadığını; cemaatler, partiler, fikirler üstü bir bakış açısına sahip olduğunu düşünüyorum. Öbür taraftan ordudan disiplinsizlik sonucu atılanların en azından hatırı sayılır kısmının cemaatlerle organik ve inorganik bağı olduğu da bir gerçektir. Oy kullandığı partiden, alışveriş yaptığı dükkâna, evleneceği kızdan, okuyacağı gazeteye kadar kendi inisiyatifi olmadan üstten gelen emirle karar veren bireylerin(!) olduğu dönemdeyiz. Bu şekilde bir bakış açısına sahip bir askerin şeyhim mi komutanım mı sorusuna cevap olarak ikinci şıkkı vermeyenler için bu cevap, kişinin bindiği dalı kesmesi anlamına gelir. YAŞ kararları eleştirilirken olaya biraz da bu pencereden bakılması gerektiğine inanıyorum. Bizim safiyane düşüncemize göre, Şeyh Edibali ve müritleri gibi yöneticilere, subaylara hiçbir kimsenin diyeceği yoktur.[3] İskender Bey, kimlerin ordudan uzaklaştırılacağıyla ilgili bahsederken bir subayın yabancı bir kadın ile evlenmesinin ordudan atılması için yeterli gerekçe olduğunu söyler. Bunu da laik bir ordunun muhafazakâr tutumu şeklinde yorumlayabiliriz.


Pala’nın anılarının son kısmı Türkiye’deki cemaatlerin de ağır bir eleştirisi olarak okunabilir. Büyük söylemlerin sahiplerinin ne kadar kof ve çıkarcı davranışlar sergileyebildikleri derin bir hayal kırıklığı yarattığı anılarda okunabilir. Tabii İskender Hoca’nın arabaya sigorta yaptırmanın dine aykırı olduğu gibi telkinlere kolayca inanacak kadar saf yürekli olmasının daha sonra yaşayacağı hayal kırıklığının ana nedeni olduğunu ifade etmeliyiz. Diğer taraftan yazarın kendi özeleştirileri de yabana atılır gibi değildir. Mesela ordudan uzaklaştırılıncaya kadar asla değiştirmedikleri eşinin ve kızının giyim tarzını daha sonra kendiliklerinden değiştirdiklerini söylüyor. Fikrimizce insanlara belli bir dozun üzerinde sürekli bir baskı uygulamak, muhataplarda tutulan yolun hiçbir arızası bulunmayan ve gözden geçirilmesi ihtiyacı olmayan bir tercih olduğu şeklinde “mistik” bir gerekçeyi temellendiriyor. Kişinin karakter zaafı gösterip kendisi aksine inandığı halde, bütün doğru bildiklerini toplum önünde lanetlemesi gibi şahsiyet parçalanması dışında hepimizin ihtiyacı olan özeleştirinin kapısı böylelikle kapatılmış oluyor. Mağduriyet duygusu bitip tükenmeyen nefret ve saplantıların da tohumlarını beyin ve ruhlarda böylelikle ekiliyor.. Divan Edebiyatı Profesörü kendisine derin ve sistemli haksızlık yapıldığını ifşa ederken, ordumuza ve askerimize saygı ve bağlılığını açık bir şekilde yerlerde beyan etmektedir. Tabii mağduriyete uğradığını düşünenlerin hepsinden İskender Pala olgunluğu ve özeni beklemek de gerçekçi değildir. Bu çerçevede basına yansıdığı kadarıyla vaktiyle irtica suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırılanların bir kısmının mağduriyet hıncıyla kuruma düşmanlık ve nefret ifadeleri görülebilir. Bu tarz haksız ve aşırı tepkisel davranışlar da sadece “işte bunlar böyledir” kolaycılığı ve basitliği ile yorumlanmamalıdır. Mağdur edilmişlik hissinin hangi yıkıcı tepkileri doğuracağı da göz önüne alınmalıdır..   

        Ordudan emekli olmasına birkaç ay kala atılmasına rağmen eğer bugün bir ordu kadar okuyucusu varsa bunu sadece belli cemaatlerle dirsek temasında bulunmasına bağlamak kesinlikle yanlıştır diye düşünüyorum. Öbür taraftan Pala gibi kolunda altın bilezik olanların[4] sayısının her geçen bu topraklarda artması gerektiğine inanıyorum. Akademisyen ve yazar İskender Pala’nın zamanı nasıl verimli kullandığıyla ilgili bir alıntıyı sunmak istiyorum: (28 Yaşındayken, “Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü” isimli eserini nasıl hazırladığını anlatıyor) “Nihayet yazıya dökme devresinde, hiç misafir kabul etmeden ve hiç misafirliğe gitmeden, hiçbir tatil gününde sokağa çıkmadan ve her gün üniformayı soyunur soyunmaz kapandığım odamdan gece saat ikilerde, üçlerde uykulu gözlerle çıkmak şartıyla tam 365 gün her hafta sonu ve gece yazdım, yazdım, yazdım… Henüz bilgisayar hayatımıza girmemişti. Kaç düzine kalem tükettiğimi bilmiyorum. Yazıyordum, siliyordum, düzeltiyordum, beğenmezsem yeniden yazıyordum. Galiba bu benim için askerlik hayatımın sıkıntılarından bir kurtuluş, yanlış seçim sonucu girdiğim üniformanın içinden çıkış rehberim olmuştu.”(s.73)
        
         Sonuç olarak İskender Pala’nın subaylık anıları karakter sahibi, kaliteli, çalışkan ve dürüst bir şahsiyetin her şeye rağmen ayakta nasıl kaldığının da hikâyesidir. Sağcılık hastalığının ne demek olduğunu, ordudan namaz kılanların niçin hepsinin atılmadığını merak edenler için dahi bu anılar okunmayı hak ediyor..

        (Türk Yurdu Dergisi, Sayı:274, Haziran 2010)




[1] İskender Pala, İki Darbe Arasında, 265 sayfa, 3. baskı, Şubat 2010,  İstanbul, Kapı Yayınları, http://www.kapiyayinlari.com/
[2] Bu alanda en çok etkilendiğim, hoşuma giden birkaç eserin isimlerini sıralayabilirim: Mitat Enç- Bitmeyen Gece, Ş. Süreyya Aydemir- Suyu Arayan Adam, Refik Halid Karay-Bir Ömür Boyunca

[3] Yıllar önce Tarık Buğra’nın “Osmancık” romanında okumuştum. Osman Beyin kayınpederi aynı zamanda şeyhi olan “Şeyh Edebali”dir. Bahse konu olan olay ne kadar tarihi gerçektir bilmiyorum ama Şeyh Edebali’nin yaklaşımı oldukça mantıklı ve makuldür. Osman Bey devlet adamı oluncaya kadar kayınpederinin elini öper, zamanla devlet büyüdükçe Osman Bey devlet adamı oldukça Edebali elini ısrarla öptürmemeye çalışır. “Eğer elimi öpersen, devleti yönetmede ben etkin duruma yükselirim. Oysaki benim devlet yönetmede hiçbir bilgi ve becerim yoktur.” mealinde açıklamalarıyla Osman beyi uyarır. Hangi kaynakta okuduğumu tam olarak hatırlamıyorum. Aynı bu mealde Fatih Sultan Mehmet de hocasının elini öpmeye kalkar. Akşemseddin şiddetle aynı gerekçeyle karşı çıkar.
[4] Çocukluğumuzdan itibaren büyüklerimizden iyi bir mesleğin ömür boyu kola takılan altın bir bilezik olduğunu dinlemişimdir. Bu minvalde konuyla ilgili basit bir öykücüğü de anlatmak durumundayım. Haramiler kervanlara saldırı düzenleyip olağan soygunlarını yapar. Adamların üzerindeki değerli ne kadar mücevher, altın, para vs. alıp giderken arif birisi hırsıza seslenir: “Sen beni bugün soydun. Benim kolumda altın bileziğim var. Kaybettiğim bu parayı, serveti yarın, öbür gün tekrar kazanırım.” Bunun üzerine hırsız tekrar adamın yanına gelir. Hemen kolunu yoklar. Kolunda olmayan altın bileziğin hesabını sorar. Adam da kendisine mecazi olarak bu durumu anlatır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder