1 Eylül 2010 Çarşamba

DEVRİN BAZI MHP’Lİ VE ÜLKÜCÜLERİNİN ANILARINDA 12 EYLUL ÖNCESİ VE SONRASI

20. yüzyıla damgasını vuran Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, çok sayıdaki ülkenin kaderini doğrudan etkilemiştir. Bu savaşlar dünya savaşlar tarihinde hem önemi hem de acımasız yüzüyle yerini almıştır. Dünya siyasî arenasında dengeler alt-üst olmuş, birçok ülke tarih sahnesinden silinmiş, birçok ülkenin haritasında ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığın yaşadığı tahribat ve trajedi insanları daha fazla düşündürmeye sevk etmiştir. Ve bu sonuç az da olsa meyvelerini vermiştir. Savaşların sayısını ve hızını azaltmaya ve yavaşlatmaya yönelik Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi kuruluşlar kurulmuştur. Dünya siyasetine iki aktif oyuncu ABD ve SSCB yön vermeye başlamış, siyaset bilimine “Soğuk Savaş Dönemi” olarak geçen bu dönemde dünya iki kutba ayrılmıştır. SSCB ve ABD’nin oluşturduğu dünya görüşleri; siyasi, ekonomik ve teknolojik güç; ülkelerin iç ve dış siyasetini etkilemiştir.

Soğuk Savaş Dönemini en şiddetli yaşayan ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Türkiye ile Rusya’nın son üç yüz yıldır yaptığı onlarca savaş ortada iken, SSCB’nin yeni rejimini hareket alanındaki bütün ülkelere yaymaya çalıştığı, bitişik komşusu Türkiye’den alenen Boğazlar, Kars ve Ardahan’ı altın tepside istediği bir dönemde Türkiye’nin başının ağrımaması mümkün mü? Soğuk Savaşı her an ensesinde hisseden Türkiye, gelişmelerden çok etkilenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî yaşamının en önemli kilometre taşını kuşkusuz 12 Eylül darbesi oluşturmaktadır. 12 Eylül’e giden süreç ve sonrası ülkeye, ülke insanına getirdiği ve ondan götürdüğüyle derinlemesine masaya yatırılmamıştır. Meselenin abartıldığı düşünülebilir fakat, aradan 30 yıl geçmesine rağmen neredeyse her fikir akımının her partinin her toplumsal sınıfın farklı bir 12 Eylül zihniyeti algılaması vardır. Kamuoyunda daha çok söz sahibi olanların, gazetelerde ve televizyonlarda köşe başlarını tutmuş gazeteci ve yazarların bakış açısına göre 12 Eylül öncesi ve sonrası topluma verilmeye, anlatılmaya çalışılıyor. Acaba çoğunluğunu 68 kuşağı solcuların oluşturduğu bu insanların anlattıklarının ne kadarı yanlış, ne kadarı yalan, ne kadarı duygusal, her şeyden daha önemlisi de ne kadarı doğru ve objektif? Bu dönemin sağlıklı olarak inceleme, değerlendirme ve yorumlanmasının yapılması için 12 Eylül’ün en büyük mağdurlarından ülkücülerin de sözlerine, düşüncelerine kulak verilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde hakikatin bir veya birçok parçası eksik kalmış olacaktır.

 Bu dönemde sağda ve solda mücadele eden, gençlik yıllarını toplumsal sorunlara kafa yorarak geçiren, neredeyse hayatlarını bitiren idealist insanların bazıları, geçmişini ve siyasî fikrini sorgulama ihtiyacı duymuştur. Bahse konu olan tefekkür birçok hatıra, günlük, araştırma kitabını doğurmuştur. Bu eserlerin çoğunluğunun solculara ait olduğunu ama son yıllarda Türk milliyetçisi ve ülkücü aydınların konuyla ilgili eserlerinde artış olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yazıda Ülkücü Hareket’te muhtelif konumlarda yer almış akademisyen Turan Güven’in “İnsan Gelecekte Yaşar”, siyasetçi Yaşar Okuyan’ın ”O Yıllar”  tutuklu ve mâhkum Oğuzhan Cengiz’in “Kapıaltı” ve  “Yanıkkale” isimli günlüklerini incelemeye çalışacağım. Bu eserlerden yola çıkarak genellemeler yapmak çok sağlıklı olmayabilir. Ama milliyetçi camia içerisinde farklı konumlarda bulunmuş bu yazarlar, bizi bazı sonuçlara ulaştırabilir.

İNSAN GELECEKTE YAŞAR[1] 

Prof. Turan Güven, eserin hangi kategoriye gireceğini ve ne amaçla yazıldığını Önsöz’de şöyle anlatır: “Kitapta küçük bir hayat hikâyesi, hatırat, felsefe, psikoloji ve temiz bir aşk var; ama hiçbiri tek başına değil… Beşinin karışımı ve birbiri içine girmesiyle ortaya bu mütevazı kitap çıktı. Çok iddialı değilim; ama hayatımın bir ülkücü tiplemesine vurgu yaptığını düşünüyorum. Çünkü bu camiada, benim hayatımın benzerini yaşamış on binlerce insan var. Karşılaştığı küçük ve basit engellerle dünyası yıkılan gençlerin bu kitaptan alacağı dersler olacaktır…”(s.17) Eser, Güven’in çocukluğundan, akademisyenlik hayatına başladığı zamana kadarki dönemi kapsar. Yazarın yolu Ülkücü Hareket’le Ankara’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda okurken kesişir. 68 Kuşağının ülkücü önderlerinden olan Güven, Ankara Ülkü Ocakları Birliği’nin kurucularından olup, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı, Üniversite, Akademi ve Yüksek Okul Asistanları Derneği’nin Genel Başkanlığı, Ülkücü Öğretmenler ve Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Kendisini ülkücü olmaya iten saikler, solun üniversitedeki boykotları, solla olan mücadeleleri, heyecanları, kavgaları, hayal kırıklıkları, başarı ve başarısızlıkları, MHP, Alparslan Türkeş ve Ülkücülük ve milliyetçilikle ilgili ilginç tespitleri kitabın omurgasını oluşmaktadır.

Yazar, kitapta toplumsal olaylardan, siyasi mücadelelerden bahsederken, yaşadığı saf ve tertemiz aşk özelde kendisinin ama genelde bir neslin hikâyesidir. Ancak herkes yazar kadar şanslı değildir. Bu aşk ne kadar sancılı olsa da vuslatla sonuçlanması, birbirine hâlâ aşık olmaları, günümüzün karmaşıklığı içinde okuyucuların yüreğine su serpmektedir.

 Ülkücülerin çoğunluğunun taşra kökenli ve ekonomik durumu zayıf ailelerin çocukları olduğu bu kitapta da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Güven, 1967’de Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na ilk geldiğinde, yurtta yemeklerdeki kullanılan sığır etini görünce şaşırır ve “Dana eti yenir mi?” diye sorar. Aslında çatışmanın sebeplerinin başında da bunun yattığını söyler yazar; solun içerisinde de fakir-fukara çocukları olmakla birlikte işçi ve emekçi olmayan, tuzu kuru birçok insanın olduğunu belirtir. Anadolu’nun muhtelif yerlerinden kalkıp okumaya gelen bu ülkücülerin solun ideolojik yaklaşımıyla rahatsız edilmesi, zamanla kendilerine doğrudan tacizin gelmesi; okullara alınmama vb. etkenlerle nefsi müdafaaya başladıklarını vurgular. 68 Kuşağı’na mensup solcuların yazdığı birçok eserde, kendilerinin de nefsi müdafaaya başladıklarını vurgular. Güven, solun örgütlenmesinin 5-10 yıl daha erken yapıldığını, Fransa’da 1968’in mayısında çıkan öğrenci olaylarının onlarca ülkeye sıçraması ve birkaç ay sonra da Türkiye’ye sıçraması sonucunda ülkede öğrenci olaylarının tırmanmaya başladığını belirtir. MHP ve Ülkü Ocakları’nın mücadeleye başladığı tarihi göz önünde alındığında Güven’in tespitinin doğruluğu dikkat çekmektedir.

1967’de okullarda ayrışmanın, ideolojik kamplaşmanın bu boyutta olmadığını belirtir yazar. Kitapta hatıralarıyla örtüşen birçok fotoğraf kullanılmıştır. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun hazırlık bölümünde okurken(1967) arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğraf bulunmaktadır. Fotoğrafın altında arkadaşlarını teker teker isimlerini yazarken çok önemli bir ayrıntıyı bizlere vurgular: “Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’nde okurken henüz iki kampa ayrılıp vuruşmaya başlamadığımız dönemde arkadaşlarla mutlu bir anımız… Ertan Önal (Bir yıl sonra beni öldürmek için can düşmanım haline gelecek)”(s.176) Yazar bahsettiği bu arkadaşının daha sonra elinde bomba ile binalarının damına çıkarak kendisini tehdit ettikten sonra bombanın elinde patlaması sonucu kolunu kaybettiğini söyler.(s.220)

Yazar, Lenin’in kalpaklı fotoğraflarının okul kantinlerine asılmaya başladığı dönemlerde, Dekanlığın kıyıda köşede kalmış bir panosuna esir Türklerin uğradığı zulüm ve işkenceleri belgeleyen bazı resimler astıklarını, panoda bunların sadece yarım saat kaldığını, komünistlerce paramparça edildiğini söyler. Fen Fakültesinin kantinine okul hayatı boyunca sadece iki kez girebildiğini belirtir. Daha sonraki dönemlerde de okul solcu öğrenciler tarafından işgal edilecektir. Okuma haklarının ellerinden alınmasına karşı haklarını savunmak için Cumhurbaşkanı, Emniyet Müdürü, Rektör ve Dekan başta olmak üzere çalmadık kapı bırakmadıklarını belirtir.(s.380) Devlet otoritesinin ciddi anlamda zaafa uğradığını, kamu düzenini tesis etmesi gereken devletin kurum ve kuruluşlarının tatile çıktığını söylerken durumun vahametini şu cümlelerle anlatmaya çalışır: “Ülkede bir siyasal otorite boşluğu vardı. Sanki devlet sokaklardan ve üniversitelerden silinmiş gibiydi; sağır bir devlet vardı karşımızda; ne komünizmin ayak seslerini, ne de mazlumların göğe yükselen feryatlarını duyabiliyordu… Devlet, gözünün önünde olup bitenlere sessiz kalıyor ve bir kenarda bizim yok oluşumuzu seyrediyordu.”(s.298)

Basın ve TRT’nin kendilerinin mağduriyetine sahip çıkmak bir yana ülkücüleri halka “öcü” gibi gösterdiğini, bol bol fişleme yaptığını ifade eder. Üniversitelerde devlet otoritesinin bitmesine, üniversitedeki bazı etkili solcu ve sola sempati duyan öğretim üyelerinin çanak tuttuklarını belirtir. Her geçen gün olayların daha büyüdüğünü ve çatışmanın farklı bir boyut aldığını Turan Bey şöyle ifade eder: “Etrafın toz duman olduğu bir zamanda vuruşan taraflardan biriydik. Tabiri caizse taş devrini, demir devrini ve delikli demir devrini hızlı bir şekilde yaşadık. Önce taşlar ve sopalarla, sonra demir çubuklarla, en son aşamada da silahlar ve bombalarla birbirimize girdik…”(s.13) Kişiliği gereği, canı yanmadan kimsenin canını yakmadığını, kimseye sistemli ve bilinçli bir düşmanlık yapmadığını anlatır. (s.221)

Yazarın birçok kez tutuklanıp, nezarette ve cezaevinde kaldığını, ölümü her an enselerinde hissettiklerini yazdıklarından anlıyoruz. Sol kaynaklara göre sağcılar, 12 Mart Muhtırası ve devamında hiçbir sıkıntı yaşamamış, balyozu sadece sol yemiştir. Güven’in eserine göre Ülkücüler, 12 Eylül’deki kadar ezilmediklerini ama bu dönemde sol daha fazla hırpalanmıştır. Bunu söylerken özellikle de sol adına en çok sesi çıkan yer altı solunun kamu otoritesini yıpratmak ve yıkmaya yönelik vebalinin göz ardı edilmemesi gerekir.

Yazar, solun daha doğrusu komünistlerin Türkiye’ye Rus ve Çin gözlüğüyle baktıklarını, yerli olmadıklarını; Ülkücülerin ise yerli ve milli olmakla birlikte güncel olmadığını; komünistlerin ise yerli ve milli olmamakla birlikte güncel olduğunu ifade eder. Güven, bu eserinde gençliğini ve fikir yolculuğunu ciddi bir şekilde sorgulamaktadır. Ülkücülerin kuzeyden Türkiye’ye karşı komünizmin gelmemesi için büyük sivil mücadele verdiğini ama Amerikan emperyalizmine karşı çok ciddi çıkışlarının olmadığını belirtir. Ülkede Amerikancı ve Anti-Amerikancı bir geleneğin olduğunu ama milliyetçiler olarak Amerika aleyhinde bir şeyler söylenmediğini, söylendiği takdirde NATO’nun varlığı tehlikeye düşer, bu da Rusya’nın işine gelir gibi bir mantığın kendilerinde hâkim olduğunu, açıktan açığa hiç kimsenin Amerikancıyım, demediğini belirtirken hiçbir fikir akımının “Ne Amerika Ne Rusya, Bağımsız Türkiye” sloganını kullanmadığını ifade eder.(s.214) Oysaki bu sloganın çok benzer versiyonu olan “Ne Amerika Ne Rusya Her şey Türk İçin, Türkiye İçin” sloganını, Ülkücülerin yetmişlerin ortalarından itibaren söylediğini unutmamak gerekir.

O YILLAR[2] 

İkinci olarak Yaşar Okuyan’ın geçtiğimiz aylarda yayımlanan “O Yıllar” kitabını ele alacağız. Birçok partide faal olarak görev yapan, 2 dönem milletvekilliği, bir dönem bakanlık yapan Okuyan, şüphesiz en renkli, en sıkıntılı ve en heyecanlı günlerini MHP çatısı altında yaşamıştır. Babadan CHP’li bir evde dünyaya gelen Okuyan, dedesi ve dayısının Türkeş ile yakın dostluğu sayesinde Ülkücü Hareket ile çok erken yaşlarda tanışmış; 1971’de 21 yaşındayken partinin Genel İdare Kurulu’na girmiştir. 1977’den 12 Eylül 1980’e kadar MHP Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapan Okuyan, Darbede MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasından idamdan yargılanan kişilerin arasındadır. Mamak Cezaevi ve Dil Okulu’nda tutuklu kalmıştır.

Okuyan’ın hatıraları gerek Türkeş ile olan yakın ilişkileri, gerek 68–80 arasında partideki faal görevinden dolayı, ihtilalın MHP’nin yöneticilerine etkisini anlama açısından Okuyan’ın hatıraları önem arz etmektedir. Kitap üç bölüme ayrılabilir. İlk bölüm Alparslan Türkeş ve ülkücü hareketle tanıştığı günlerden cezaevi günlerinden sonraki döneme kadar olan olayları kapsar. İkinci bölümde cezaevinden bir yakın akrabasına yazmış olduğu (40) mektuplar yer almaktadır. Üçüncü bölüm ise muhtelif belgelerden oluşmaktadır. Bunların bir kısmı kendisiyle ilgili, bir kısmı da o dönemle ilgili belgelerdir. İhtilal sonrası Genelkurmay Başkanlığı’nca hazırlanan  ”12 Eylül 1980 Sonrası Tedbirleri ve Türkiye’mizin Yakın Geleceği Üzerine Bir Rapor Denemesi” isimli çalışmayı irdeleyerek 12 Eylül’ü sorgulamaya çalışmıştır.

MHP, ülkücüler ve Alparslan Türkeş hakkında yapılan çalışmalarda karşılaşılmayan veya üzerinde durulmayan bazı konulara Okuyan’ın eseri açıklık getirmiştir. Örneğin bazı ülkücü ve MHP’lilerin Menzil tarikatıyla bağlarının ihtilal sonrası döneme tekabül ettiği bilinir. Yazar, kitapta bu konuda Türkeş ve bazı parti yöneticilerinin karışık tavrını dile getirir. (s.143–4)  Türkeş’in Musevi cemaatinin ileri gelenleriyle sık sık bir araya geldiğini, gerek demeçlerinde gerekse kendinin dilinden hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni ve Yahudiler hakkında düşmanlık ve infial ima eden bir cümleyi duymadığını belirtir.[3] 77 Seçimlerinde partiye yardım eden işadamlarının isim ve yardım miktarları açıklanmış, bunların arasında Üzeyir Garih gibilerin de yer aldığı görülmüştür(s.66) Bilindiği üzere CKMP’nin MHP adını aldığı Adana kongresinde(1969) sadece parti adı değişmekle kalmayıp, partiye yön veren ideolojik renk ve doz da değişmiştir. Bu kongreden sonra emekli askerlerin önemli bir kısmı ve aşırı Türkçü grup partiden ayrılmıştır. İstanbul’dan Adana’daki kongreye gelen kişilerin arasında Okuyan da vardır. Türkçü grup ile sopalı ciddi kavgaların hem kongre salonunda hem de İstanbul’a gidene kadar yapıldığını söyler. Olayların sadece küçük bir tasfiye olmadığını, kavgaların ve mücadelenin ciddi boyutlara ulaştığını belirtir.

Yazar, birtakım ajanların partiye sızdığını bunları deşifre etmek için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini belirtir. Bazı gazete ve dergilerin kendisi gibi birçok arkadaşını hedef gösterdiğini, kendisine yönelik tehditlerin artması sonucu emniyetin kendisine koruma polisi verdiğini söyler. İdeolojik kavganın hangi boyutlara ulaştığıyla ilgili küçük bir örnek verir. Solcu kardeşi Arif ile uzun yıllar konuşmadığını, kardeşinin soyadını değiştirdiğini, babaları öldükten sonra ve Berlin Duvarının yıkılmasına yakın barıştıklarını açıklar.(s.149)

1980 öncesi siyasi cepheleşmenin, siyasetteki tıkanıklığın had safhada olduğu dönemde diyalog kapılarının açılmasına yönelik birtakım teşebbüsler olmuştur. Bunlardan birisini de kitaptan öğreniyoruz. Okuyan, Türkeş ve Ecevit’i bayram ziyaretinde bir araya getirip basın aracılığıyla birtakım mesajlar vermek düşüncesiyle önerisini MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak ile zamanın CHP’li Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’a açar. Türkeş, Dalokay ve Sazak buna olumlu bakar, Ecevit’e haber gönderilir, ama Ecevit “Bu bizi sıkıntıya sokar. Ben bunu örgüte anlatamam.” der. (s.76)

Okuyan, İhtilal sonrası “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda” idam ile yargılanır. Bu süre zarfındaki cezaevi günleri kitabın ilgi çekici bölümlerini oluşturmaktadır. Özellikle de Mamak Askeri Cezaevi’nde ülkücülere yapılan işkencelerden Okuyan da nasibini alır. 8 yaşındaki çocuğunun ve eşinin karşısında zorla İstiklal Marşı ve Andımız okumaktan tutun da tuvaletleri 29 gün boyunca sırf başka malzeme olmaksızın elleriyle temizlemelerine kadar; her türlü hakaret, küfür ve manevi işkenceden bahseder. Ülkücülerin yaşadığı derin hayal kırıklığını Okuyan da yaşar. Yakın akrabasına göndermiş olduğu mektuplarda cezaevindeki günlük ve rutin olaylar, ihtilalın Ülkücü ve MHP’lilere acımasız tavrı geniş yer tutar. “Görüldü” onayından geçen mektuplarda bütün ayrıntılarıyla olmasa da cezaevindeki olumsuz ve hukuk dışı uygulamalardan bahseder. Bu arada kendilerinin idamdan yargılanmasına rağmen idam edilmeyeceklerine dair inancını hep koruduğunu söyler.

Yanıkkale’nin yazarı Oğuzhan Cengiz, milliyetçi-muhafazakâr çizgideki bir babanın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Soğuk Savaş yıllarının gençleri öğüttüğü ölüm değirmenlerinin yaşandığı 68–80 yılları arasında ülkücü olarak çatışmaların ortasında kendini bulur. Ülkücü kimliğiyle birçok olaya karıştığı için cezaevine konulur. Cezaevinden bir süre sonra birkaç arkadaşıyla birlikte firar eder, yaklaşık olarak 20 ay kaçak gezer. Daha sonra, ihtilalden birkaç ay önce babasının da isteğiyle teslim olur. İstanbul, Edirne ve Malatya cezaevinde toplam 11 yıl yatar. Cezaevi sonrası yarım kalan yaşamına kaldığı yerden devam eder. Önce askerliğini yapar, sonra evlenir. Ticaret ile meşgul olur. 1997–2000 yılları arasında MHP İstanbul İl yönetiminde bulunur. Bugün yayıncı ve yazar olarak çalışmalarına devam etmektedir. Cengiz, cezaevi yıllarında günlük tutan nadir ülkücülerdendir. Cezaevi yöneticileri günlüklerin bir kısmına el koyar; kurtarabildiklerini “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” isminde birkaç yıl kadar önce yayımlar. 

YANIKKALE[4] 

Cengiz’in günü gününe tuttuğu günlükler 1 Ocak 1982’den Edirne Cezaevi’nden ayrıldığı 2 Haziran 1982 gününe kadar devam eder. Halkın Edirne Kapalı Cezaevi’ne yürekleri yakan anlamındaki “Yanıkkale” ismini kitabına başlık olarak koyar. Bu kitapta topladığı günlüklerin daha çok deneme tadında olduğunu söyleyebiliriz. Mahkûmun zihin dünyasını oluşturan “cezaevi, siyasî mahkûm, af, özgürlük, sayım, volta, ziyaretçi, mektup” gibi kavramlar üzerindeki duygu ve düşüncelerini anlatır. Örneğin ziyaretçisi gelmeyen mahkûmun oldukça gergin ve öfkelidir. Kendisi de ziyaretçisi çok az gelenler sınıfında olduğu için ziyaret saatlerini özellikle uyumaya ayırır.

Yazar, cezaevindeki günlerini kitap, dergi ve gazete okuyarak, günlüğünü yazarak, ibadetin bir parçası olan Kuran-ı Kerim okuyarak geçirir, kendisini yenilemeye, geliştirmeye çalışır. Bu durumunu aksiyon adamı olmaktan fikir adamı olmaya yöneliş olarak yorumlar. Okuma ve yazma, beraberinde düşünme eyleminde aktif olmayı sağlar. Özellikle dünya görüşü ve gelişen olaylar çerçevesinde, o dönem hakkında ilgi çekici tahliller yapar: “Türkiye, bu yıllarda bir ateş çemberinden geçti. Toz, duman ve kan içinde savrulup giden bir nesil vardı. Ülkemin kara göklerine bakarak, zaman zaman gözyaşı döken, zaman zaman mermiler kusan bir nesil. Nasıl bir çaresizlik içine düşülmüştü ki, ölüm çare oluyordu bazen, yok etmek çare, yok olmak çare oluyordu. Zor ve acımasız günleriydi ülkemin. Herkes, herkes kadar haklı; herkes, herkes kadar haksızdı. Suçlu ve suçsuz kavramlarına inanmıyorum. O günün şartları içinde, olayları yaşamaktan, takip etmeye zamanımız kalmıyordu. Ne için ve kim için ölüyorduk, öldürüyorduk? Bu sorunun cevabını kendi şahsım adına biliyorum, ama bilmeyerek ölen ve öldüren yüzlercesini tanıdım. Sadece macera ve hareketin olduğu yere akan yüzlerce insan… Onlar için ideal, ülkü, ufuk gibi kavramlar yoktu. Öncelikle mensubiyet duygusunu yaşayarak, kendilerini bir yere mal ederek var olmanın yollarını arayan bir sürü insanın siyasi aksiyon içine katılması seviyeyi müthiş düşürdü. İdeolojik militarizm, şahsî inisiyatifin eline geçmeye başladı. İhtiraslar, hesaplar karıştı işin içine. Kıyım işte bu noktada başladı ve hiçbir kabahati, günahı olmayan masumların canı yandı.”(s.132) Edirne Cezaevi’ndeki günlüklere göre siyasî mahkûmlar yetkililer tarafından herhangi fiziksel işkenceye tabi tutulmamakta; koğuşlarda farklı görüşlerdeki mahkûmlar karışık bir şekilde bulunmamaktadır. Cezaevinde özellikle kışın ısınma ile ilgili sorunlar dikkat çekmektedir.

KAPIALTI[5] 

            Kapıaltı, Oğuzhan Cengiz’in Edirne Cezaevi’nden ayrılarak Malatya Cezaevi’ne ulaşmasıyla başlayıp 11 Aralık 1986 tarihinde sona eren günlüklerinden oluşmaktadır. 83–84 yıllarında tutulan güncelerde tarih sadece yıl olarak yazılmış gün ve ayın tarihi belirtilmemiştir. Yazarın Malatya Cezaevi günleri Edirne Cezaevi’ndeki günlerine göre daha sancılı, zorlu geçmektedir. Özellikle Edirne’den gelmeleriyle birlikte işkence de başlamaktadır. Her ne kadar ülkücülerin ihtilal sonraki günlerdeki “Mamak” işkencehanesi kadar olmazsa da yaşanılanlar korkunç düzeydedir. Karıştır-barıştır politikasının yansıması olarak farklı görüşteki mahkûmları aynı koğuşa konulur. Bundan dolayı da kavgalar sıradan hale gelmektedir. Misal olarak bazen kavga yapmamaları için yemekte kullanılan çatal, kaşık, bardak, sürahi ve benzeri eşyalar dahi ellerinden alınır, yemekler kaşıksız, çatalsız yenir. İlk birkaç yıldan sonra işkence azalır, koğuşlarda bulunan farklı görüştekiler ayrıştırılır. Cezaevindeki kavgalar sadece karşıt görüştekiler arasında olmaz. En yakın arkadaşlar ve dava arkadaşları arasında dahi olur. Günlüklerin ilk yıllarda azlığına karşılık, şartların iyileşmesiyle düzenli olarak tutulması dikkat çeker. Kapıaltı günlükleri ile Yanıkkale günlüklerini karşılaştırdığımızda Malatya’daki güncelerde daha çok gündem ile ilgili haberler, okunan gazete, dergi ve kitaplar daha fazla yer tutar. Yazar, hoşuna giden, ilgisini çeken eser ve şiirler hakkında günlüğüne kayıt düşer. Fahir Armaoğlu’nun “20. Yüzyıl Dünya Siyasi Tarihi”nden, İbn-i Haldun’un “Mukaddime” sine; George Orwel’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ünden, Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne; Cemil Meriç’in “Mağaradikiler”inden, Yavuz Sultan Selim’in ”Divanı”na kadar birbirinden farklı kallavi birçok kitap okuduğunu günlüklerden çıkarıyoruz. Cengiz, bunun dışında cezaevine düşmeden önceki günlerinden ve firar günlerinden de zaman zaman bahsetmektedir.

DEĞERLENDİRME

‘Neden Turan Güven, Yaşar Okuyan, Oğuzhan Cengiz? Neden bu kişilerin eserleri örneklem seçildi?’ soruları akla gelebilir. Bu alanda ve anlamda ülkücülerin yazılı edebiyatının çok zengin olmadığı ve dar alanda tercih yapıldığı göz önünde bulundurulmalıdır. 12 Eylül’e giden sürecin tahlili için Turan Güven’in “İnsan Gelecekte Yaşar”, Yaşar Okuyan’ın “O Yıllar”, isimli hatıra kitapları ön plana çıkmaktadır. 12 Eylül sonrası yaşanılanlarla ilgili de Oğuzhan Cengiz’in “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” günlükleriyle Okuyan’ın “O Yıllar” kitabı tercih edilmiştir. Oğuzhan Cengiz’in eseri günlüklerinden, Okuyan’ın “O Yıllar” kitabının önemli bir kısmı ihtilal sonrası bir yakın akrabasına yazmış olduğu mektuplar ve muhtelif belgelerden oluşmuştur. Sıcağı sıcağına yazıldığı için bu eserler o dönemin fotoğrafını daha canlı yansıtmaktadır. 1980 öncesi MHP çizgisinde politika yapan bu kişilerin 80 sonrası da aktif politikada, partileri farklılık arz etse de, –bazılarının aktif politika hayatı kısa sürse de- olması ve kendilerini hâlâ ülkücü, milliyetçi olarak görmesi Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül özel dosyasına uygun düşmüştür. Oğuzhan Cengiz’in yayıncı ve yazarlığı, Turan Güven’in akademisyenliği ve Yaşar Okuyan’ın aktif politikacı kimliği çeşitlilik arz ettiği için seçilmiştir.

Bahse konu olan 3 yazarın 4 kitabı hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmaya çalıştık. Ülkücü ve milliyetçilerin kendilerini ifade etmeye yönelik yazılı metinlerinin cılız olduğunu söylemiştik. Bu eserler bu bakımdan önemlidir. Kendilerini kavganın içinde bulan Türk milliyetçilerinin hangi şartlarda kavgaya girdiklerini, yaşadıkları mağduriyetin rengi ve tonlarını, baba bildikleri devletten özellikle de 12 Eylül’de yedikleri tokatların etkisini, ciddi fikri sorgulamalarını, birçok sorunun cevabını, her şeye rağmen bu eserlerde bulmak mümkündür.

(Türk Yurdu dergisi, Sayı:277, Eylül 2010 sayısı)










[1] Turan Güven, İnsan Gelecekte Yaşar, 444 sayfa, 2006,  İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[2] Yaşar Okuyan, O Yıllar: 12 Eylül’den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, 390 sayfa, 3. baskı,2010, İstanbul, Doğan Kitap
[3] Ermeni Gazeteci ve yazar Levon Panos Dabağyan’ın CKMP ve MHP’de bilfiil siyaset yapmıştır. Alparslan Türkeş ve MHP’nin azınlık vatandaşlarına bakışıyla ilgili Dabağyan’ın kitabına bakılabilir. (L. Panos Dabağyan, Başbuğ Türkeş ve Milliyetçilik: Siyasi Düşüncelerim ve Düşüncelerim, 2009, İstanbul, Yedirenk Yayınları)  
[4] Oğuzhan Cengiz, Yanıkkale, 207 sayfa, 4. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[5] Oğuzhan Cengiz, Kapıaltı,  274 sayfa, 13. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder