14 Kasım 2014 Cuma

“Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”



Akademisyen Abdulvahap Kara, hazırladığı bu eserde,[1] yazar merhum Cengiz Dağcı’nın uzun askerlik günlerinin izlerini sürmüş. Dağcı’nın askerlik hatıraları yazarlık kaynağının adeta esin kaynağıdır. Yazar Cengiz Dağcı, II. Dünya Savaşı Cehennemi Değirmeninde öğütülüp, unutulan milyonlarca Sovyet Rusya vatandaşı Türk’ten sadece biridir.

II. Dünya Savaşı’nın kaydını tutan, sonuçlarını değerlendiren araştırmacı ve yazarlar, Sovyet Rusya vatandaşı Türklerin yaşadığı trajedi, kayıp, acıların çok az bölümüne değinir. Hele de Sovyet ordusunda cephede Almanlara karşı savaşıp, Almanlara esir düşüp sonra da Türkistan Lejyonerleri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşan, akabinde Ruslara teslim olup öldürülen yüzbinlerce Türk unsurun varlığından kimsenin haberi yok hükmündedir.[2] Birkaç yabancı yazarın bu konuda önemli çalışması bulunmaktadır.[3]Bu trajediyi yaşayıp da ölmeyen, eli kalem tutan iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi de yaşadıklarını, hatıra türünde yazmıştır. Geçtiğimiz yıllarda söz konusu alanda profesyonel bir belgesel çekildi ve TRT’de yayınlandı. Belgesel ve belgeselin daha fazlası kitap olarak yayımlandı.[4] Bu çalışma, bahse konu alanda geniş bir boşluğu doldurmaya yönelik önemli bir girizgâh niteliğindedir.

Yazar, Cengiz Dağcı’nın başta eserleri olmak üzere, konuyla ilgili çalışmalardan yola çıkarak Cengiz Dağcı’nın askerlik yıllarını masaya yatırmış. Tabi ki söylemeye gerek yoktur. Bu sıradan bir askerlik değildir. II. Cihan Harbi’nin başladığı günden, bittiği güne kadar savaşın önemli evrelerinde hep vardır Cengiz Dağcı.

Yazar, ana hatlarıyla savaşın seyri içerisinde hangi yıl ve aylarda hangi cephede olduğunu, bir asker olarak Dağcı’nın neler gördüğünü, Rus ve Alman baskısı arasında kalan milyonların yaşadıklarını, Türkistan Lejyoneri olarak Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşmak zorunda kalan, başka seçeneği olmayan on binlerin yaşadığı sendromu, hem düşmana hem de vatandaşı olduğu ülkeye esir düşmenin nasıl bir psikoloji olduğunu, esaretten sonra da Stalin mezbahanesine düşmemek için çırpınanların hikâyesini anlatır kitabında.

Cengiz Dağcı, savaşın devam ettiği dönemde Polonyalı Regina’ya âşık olur. Regina’yla savaş biter bitmez evlenir. Nikâhları önce İslamî usule, sonra da Hıristiyan geleneğine göre kıyılır. Mülteci olarak İngiltere’ye giderler. Bu yolculuk hiç de kolay olmayacaktır. Cengiz Dağcı, bir daha Kırım topraklarını artık görmeyecektir. Dağcı’yı hayata bundan sonra üç şey bağlayacaktır: Kalemi, memleketi Kırım, Eşi Regina.

Dağcı ile aynı kaderi paylaşanların ezici bir çoğunluğu savaşın doğal şartları içerisinde, Nazi kamplarında, esaretin bin bir çeşidiyle, lejyoner olarak kendi ülkesine karşı savaşıp Almanya’nın yenilmesiyle birlikte Rusya’ya teslim edilerek öldürülmüştür. Herkes Dağcı gibi şanslı değildir. Kitapta Cengiz Dağcı gibi aynı süreçten gelip kurtulan, sonra da hatırasını yazan Cabbar Ertürk’ten bahseder. Yabancı dilin önemi hakkında hepimiz biliriz ama bir can simidi kadar önemli olduğunu bilmeyenimiz çoktur. Abdulvahap Kara, -Ertürk’ün kitabını referans göstererek-[5] kurtulanların ortak özelliğini şu cümleler ile anlatır:

“Kamplarda Almanca bilmek bir esir için büyük bir talihti. Hatta bu hayatta kalmanın şartlarından biriydi, bir esir yarım yamalak Almancayı bilse bile, kampta kendisine iş veriliyor ve bir iki lokma fazla yemek yeme şansına sahip oluyordu. Ertürk, hatıralarında Mariupul kampında 200 bin esirden hayatta kalan iki binin arasında olmasını fakültede iki yıl boyunca aldığı Almanca derslerinden öğrendiği yarım yamalak dile borçlu olduğunu ifade etmektedir.”(s.45)[6]

Not: Bu yazı, Töre dergisinin, Ekim 2014 tarihli, 18. Sayısında yayımlanmıştır.


[1] Abdulvahap Kara, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Bir Yazar: Cengiz Dağcı”, 135 sayfa, 2012, İstanbul, QI Kültür Sanat Yayıncılık, www.iqkultursanat.com
[2]Yazar,“Nazi Kampları” isimli 2004 yılında İstanbul’da yayımlanan 600 sayfalık hacimli kitaplık eserde, Nazi kamplarında zulüm gören Türklerden hiç bahsedilmediğini, Ayrıca bu kamplarla ilgili öykü ve romanları tanıtılan 60 kadar yazarın arasında Cengiz Dağcı’nın olmadığını söyler.
[3]Bu konuda kitaba ve belgesele ismini veren Patrik VonZurMühlen’in hazırlamış olduğu “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasındaki Doğu Halkları”isimli eseri zikredebiliriz.
[4]Neşe Sarısoy, “Gamalı Haç İle Kızıl Yıldız Arasında Türkler” 450 s., 2011, Ankara, Sinemis Yayınları
 [5]Cabbar Ertürk, “Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonuna Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, s. 129, İstanbul, 2005
[6] Bu minvalde Kırımlı Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın babasından dinlediği hakikatleri, Ortaylı nasihat olarak algıladığını bir kitabında belirtir:“Malları komünistler alır ama bilgiyi alamazlar(dı). Esir kamplarına düşenler dil biliyorlarsa ve bir zanaat sahibi olursa kurtulurlardı.” (Nilgün Uysal, “Zaman Kaybolmaz: İlber Ortaylı Kitabı” 40. Sayfa, 2006, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)



Geçtiğimiz haftalarda Aydın Çakmak’ın “Sürgündeki Hakan: II. Abdülhamid’in Selanik ve Beylerbeyi Günleri” isimli kitabı yayımlandı. Bahse konu olan bu çalışmayı zevk alarak okudum. Aydın Çakmak Hoca ile kitabı konulu bir mülakat yaptık. Konuyla ilgili olanların umarım dikkatini çeker. Kendisine teşekkür ederiz. 

                                                             
Soru: “Sürgünde Bir Hakan” kitabının yazarına, yazarının özgeçmişini sorsaydık acaba, nasıl bir cevap alırdık?

        Öncelikle bana bu imkânı tanıdığınız için size çok teşekkür ederim. Memleketim olan Edirne’de ilk ve ortaöğrenimi tamamladıktan sonra başladığım Akdeniz Üniversitesi Tarih bölümünden 2004 yılında mezun oldum. Yüksek Lisansımı Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Halen Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi bilim dalında doktora öğrenimime devam etmekte olup aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde okutman olarak görev yapmaktayım.

Soru: Kitabı okurken bu çalışma yazarın tez çalışmasıdır zannına kapıldım. Oysaki yüksek lisans, doktora çalışmanız değilmiş. Eseriniz sırf akademik bir çalışma olmamasına rağmen, çalışmanızı okuyanların benim gibi akademik çalışma olduğuna kanaat getireceklerini sanıyorum. Misal olarak, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen ve akademi dünyasında sahte olduğuna dair kanaatler oluşan hatıraları çalışmanızda kullanmamışsınız.  Sizi böylesi bir eseri hazırlamaya hangi saikler itti?

         Evet, elinizdeki çalışma tezimle alakalı olmayıp başlı başına ayrı bir çalışmadır. Ancak kitabın hazırlık aşamasında akademik bir mantıkla ve genele hitap edebilecek bir tarzda yazmaya özen gösterdim. Beni böyle bir eseri hazırlamaya iten en önemli neden ise, böylesine ilginç ve önemli bir konu hakkında yapılmış temel bir inceleme eseri olmamasıdır.

Soru: Bu çalışmayı hazırlarken sizi en çok heyecanlandıran, şaşırtan bir durum söz konusu oldu mu? Olduysa bize anlatabilir misiniz?

        Çalışmanın birçok yerinde gördüğüm veya öğrendiğim yeni bilgiler bende hem merak hem de heyecan duygusu oluşturdu, diyebilirim. Bilhassa II. Abdülhamid’in hususi hayatı ve kişilik özellikleri ile ilgili bilgiler, çalışmanın hazırlık aşamasında bana çok ilginç gelmişti. Örnek vermek gerekirse, şehzadelerin eğitimi ve hanımsultanların evliliği için duyduğu endişelerin yanı sıra Beylerbeyi Sarayı’na ilk geldiği günlerde kızları ve torunlarının bayram ziyaretine gelişlerini büyük bir heyecanla bekleyip dürbünle karşı kıyıyı izlemesi, 33 yıl boyunca büyük bir devleti yönetmiş olan II. Abdülhamid gibi bir hükümdarın insanî yönlerini göstermesi açısından mühim emareler arasında gözükmektedir. Tabii bunların yanı sıra I. Dünya Savaşı günlerinde, devrin bazı yöneticilerinin II. Abdülhamid’in huzuruna kadar gelmeleri de, ilginç yönler arasında kabul edilebilir.

Soru: Sultan alışkanlıklarının devamını sürgün günlerinde de devam ettirmiştir. Örneğin, çalışmanızda belirttiğiniz üzere, çok vehimli birisidir. Alatini Köşkü’nde neredeyse köşkün bahçesine dahi çıkmıyor. Kitap okuma, sohbet etme, marangozluk işleriyle uğraşıyor. Bunların dışında sürgün günlerinde nelerle uğraşır?

        Sizin de belirttiğiniz gibi sürgün ve gözaltında bulunduğu günlerde hakanın alışkanlarını devam ettirdiği görülmektedir. Bunlar arasında marangozluk ve resim yapmak gibi faaliyetler bulunmaktadır. Ayrıca II. Abdülhamid, Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı’nda hayvan da beslemiştir. Mesela kedisi Pamuk. Aynı zamanda bol bol geçmiş günlerin muhasebesini yapmış ve kendisiyle görüşen kişilere başından geçen olayları aktarmıştır.

Soru: Sultan’ın Sürgününü Selanik Alatini Köşkü ve Beylerbeyi Sarayı günleri olarak ikiye ayırdığımızda, iki farklı şehir ve mekândaki günlerini nasıl karşılaştırabiliriz?

        Evvela Selanik, II. Meşrutiyet sürecinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi görünümünde olan bir şehirdir. Bu yüzden adı geçen şehirde cemiyet çok aktiftir. II. Abdülhamid ve maiyetinin Selanik’e ilk geldiği günlerde, kendileri hakkında çeşitli kısıtlamalar uygulandığını görmekteyiz. Ve bu durum, Balkan Savaşları sürecine kadar devam etmiştir. Beylerbeyi Sarayı günlerine baktığımızda ise, birçok uygulamanın değiştiği ve dışarıyla bağlantının daha kolay sağlandığı görülmektedir. Örnek vermek gerekirse, İstanbul’a nakil hadisesinin ardından ailesiyle daha rahat görüşebilmesi, birçok şahsiyetin onu ziyareti ve günlük gazeteleri takip etmesi bunlar arasında sayılabilir.

Soru: Özellikle son dönemlerde Sultan II. Abdülhamid ve dönemi üzerine daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar araştırma-inceleme, hatırat, günlük, akademik nitelikli kitap yazıldı. Sizin bu eserinizi, diğer söz konusu eserlerden ayıran özellik nedir?

        Bu eser, II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonraki yaşamını incelemekte olup Selanik’te Alatini Köşkü ve İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda geçen sürgün ve gözaltı günlerini ele almaktadır. Daha öncede ifade etmiş olduğum gibi, II. Abdülhamid’in hayatında, 1909-1918 yıllarını kapsayan dönem ve onunla ilgili olayları inceleyen temel bir araştırma eseri bulunmamasından yola çıkarak hazırladığım bu kitap, söz konusu eksikliği fark etmem sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra kitabın esas malzemesini, dönemin arşiv vesikaları ve süreli yayınlar oluşturmaktadır.

Soru: Sultan II. Abdülhamid çok zeki, donanımlı ciddi bir devlet adamıdır. Türk tarihi uzmanlarının önemli bir kesimi tarihe damgasını vuran,  liderlerden biri olduğu üzerinde hemfikirdir. 33 yıl kadar uzun bir süre padişahlık yapıyor. Tahtan indirilmesi sonrası başına gelen felaketler, malının mülkünün talan edilmesi, yaşadığı sıkıntıları elbette anlayabiliriz. Benim merak ettiğim husus şudur. Suyun akışı doğal mecrasına doğru seyir alıyor her zamanki gibi. Meşrutiyet öyle ya da böyle ilan edilecekti. Belki bir şekilde biraz daha fazla tahta kalabilirdi. Sanki, Sultan kendisini tahtan indirilme hesabı/planı yapmadığı gibi bir izlenime kapıldım. Ne buyurursunuz?

        Evet, gerçekten de II. Abdülhamid, 31 Mart Vakası’nda hiçbir ilgisi olmaması düşüncesinden yola çıkarak, tahttan indirileceğini düşünmüyor. Üstelik kendisine verilen teminatlar da, onun üzerinde bu güveni arttırıyor. Hareket Ordusu’nun idareyi ele almasının ardından gelişen olaylar içerisinde böyle bir sonucun başına gelebileceğini görmesine rağmen, artık bu andan itibaren çok geç kalmıştır.

Soru: Türk siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi de kuşkusuz 27 Mayıs darbesidir. 27 Mayıs sonrası devrin Başbakanı, Cumhurbaşkanı, bakanı ve milletvekillerine muhafazasından sorumlu alt rütbeli askerden en yetkili komutanlara varana kadar birçok kişinin Cumhurbaşkanı-Başbakan’a hakaret, küfür ve şiddet uyguladığını biliyoruz. Oysaki kitaptan öğrendiğimize göre, gerek Sultan Hamid sonrası iktidara gelen yöneticiler, gerek Sultan ve ailesini korumakla görevli personelin, II. Abdülhamid ve ailesine nezaketsizlik sınırını aşan bir davranış sergilemediğini görüyoruz. Ne dersiniz?

        Aslında tahttan indirmenin ardından gelen ilk günlerde, II. Abdülhamid ve dönemine karşı yoğun bir tepki oluştuğu görülmektedir. Ve zikrolunan husus, hakanın muhafız subayları üzerinde de etkisini göstermiştir. Ancak söz konusu durum, pek uzun sürmemiştir. Dönemin geneline bakıldığında ne muhafızlar ne de yöneticiler açısından hakan ve maiyetine karşı aşırı bir tepki gösterildiğini söyleyemeyiz. Zaten bu husus, II. Abdülhamid’in özel tabibi Atıf Hüseyin’in günlükleri başta olmak üzere birçok hatırada da canlı bir şekilde ifade edilmektedir.

Soru: Sultan Hamid’in döneminin aktörlerinin ezici bir çoğunluğu, kendisine muhalif. Taşnaklar, İttihatçılar, Hiç beklemediğimiz Elmalılı Hamdi, Said Nursi, Mehmet Akif gibi düşünce ve aksiyon adamları dahi Sultan’ın karşısında yer almışlardır. Hele okumuşların ortak özelliği Sultan Abdülhamid karşıtlığıdır. II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği dönem göz önüne alındığında Sultanın yanında kimse yoktur. Kitapta da belirttiğiniz üzere, Hindistan Müslümanları, Arnavutlar ve Arabistan’dan bazı kimseler çok rahatsız olur bu durumdan. Türkiye’de her hangi rahatsız olan bir kitle, grup yoktur neredeyse. Tarihte analoji yapılması iyi bir şey değildir. Daha iyi anlaşılması için farazi bir şey söylesek, farzımuhal 1911’de bir seçim yapılsa ve devrik padişah da seçime katılsaydı büyük ihtimal seçim barajını aşamazdı. Beri yandan, 100 yıl sonra akademi dünyası içinden ve dışından birçok kesim Abdülhamid’in Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman çapında bir padişah olduğunu belirtiyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?

        Çok doğru söylüyorsunuz, iki dönem arasında bu türlü farklılıklar bulunmaktadır. Söz konusu durumun oluşmasında zaman ve zeminin değişmesi bir yana, olayların daha iyi anlaşılması veya açıklanması etkili olmuştur, diyebiliriz. Zaten böyle durumlar tarihin birçok olay ve gelişmesinde de karşımıza çıkabilir. Önemli olan, amacın doğruya ulaşma ve bakış açısının ise görmeye çalışma olmasıdır.

Soru: Bildiğimiz kadarıyla bu yayınlanmış ilk eseriniz, bunun arkası gelecek midir? Tezgâhınızda hazırlanmak üzere olan bir çalışma var mıdır?

        Evet, elinizdeki çalışma yayınlanmış ilk eserim. Ancak bundan önce hazırlamış olduğum tezim de, şu anda Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları’ndan çıkmak üzere. Bunun yanı sıra, ayrı bir çalışmaya da devam etmekteyim.


Not:  Bu mülakat, Ayraç dergisinin 58-59 sayılı, Eylül-Ekim 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır.



Abdullah Mollaoğlu'nun "Diyarbakır Tutanağı" isimli kitabını zevk alarak okudum. Abdullah Bey, Emniyet Camiasının muhtelif birim ve görevlerinde çalışmış, hâlâ Emniyet Müdürü olarak görev yapmaktadır. 2006-2009 yılları arasında Diyarbakır merkez ile Kulp'ta emniyet teşkilatında çalışmış. Emniyet camiasında kitap yayınlayanlar daha ziyade emekli sonrası hatıra eksenli yazmaktadır. Abdullah Bey, eli kalem tutan bir emniyet görevlisidir. Diyarbakır yıllarını "Diyarbakır Tutanağı" isimli çalışmasında dile getirmiş. Buradaki izlenimlerini, Diyarbakır insanını devletine bakışını, terör örgütünün insanlara verdiği tahribatı, Diyarbakır'da polis olmanın zorluklarını, Diyarbakır'ın kültürü ve tarihini, Türkçenin Diyarbakır'daki gücünü vs. gibi birçok konuda düşüncelerini kitapta yazmıştır. Yazara kitap eksenli bir mülakat gerçekleştirme teklifinde bulunduk. Sağ olsun, bizleri kırmadı. Teklifimize evet cevabı verdi. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. 


Soru: Kitaplarınızda özgeçmişiniz belirtiliyor. Size kendinizin özgeçmişini anlattırmak istesek nasıl bir cevap verirsiniz efendim?

Hepi topu 38 yıllık bir hayat hikâyesi benimki. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde doğmuşum. Ailemizin kökenleri bir koldan Malatya’ya diğer koldan ise Balkanlar’a dayanıyor. Yaklaşık yüz yıldır İzmir’deyiz. Yani gerçek anlamda doğu-batı senteziyim. Sıradan bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi yaşadım. Sonra da çocukluk mesleğim olan polisliğe girdim. 1994 yılında İstanbul Polis Koleji’ni, 1998’de de Polis Akademisi’ni bitirdim. Yani toplamda sekiz sene yatılı olarak okudum. İlk olarak Bursa’ya, ardından da Diyarbakır’a atandım. Meslek hayatım boyunca daha ziyade karakollarda ve asayiş birimlerinde çalıştım. Çocukken aynı zamanda yazar da olmak istiyordum. Sanırım uzunca zamandır bu hayalimi de gerçekleştirmek üzere çabalıyorum. Ortaokul yıllarından bu yana peşinden koşturduğum bu sevdam yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Önce hikâyelerim Türk Edebiyatı, Varlık, E, Dergâh, Sıcak Nal, Kitap-lık ve Yedi İklim dergilerinde yayımlandı. 2001 yılında öykü dalında Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nün sahibi oldum. ‘Merdiven Boşluğu’ adlı hikâye kitabım 2012’de çıktı. Bunu Diyarbakır hatıralarını içeren ‘Diyarbakır Tutanağı’ ve polislik üzerine denemelerden oluşan ‘İsalar, Musalar ve Polisler’ adlı kitaplar izledi. Halen İzmir Emniyet Müdürlüğü’nde Hukuk İşleri ve Soruşturma Şube Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyorum. Evli ve bir çocuk babasıyım.


Soru: Sizi bu çalışmaya iten saikler nelerdir efendim?

Paylaşma isteğinden kaynaklandı sanırım. Hani gökyüzüne bakarken bir yıldızın kaydığını görürsünüz ve bu görüntüden en yakınınızda kim varsa ona haber vermek istersiniz. Aynı o şekilde ben de üç yıl boyunca yaşamış olduğum Diyarbakır coğrafyasında gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak istedim. Bu paylaşım sözlü de olabilirdi gerçi ama ben sanırım kalıcı bir paylaşımda bulunmak istedim ve zihin defterimde biriktirdiklerimi vakti zamanı gelince ete kemiğe büründürdüm. Çünkü herkesin orada bulunma imkanı yoktu. Diyarbakır’ı hayatlarında hiç görmemiş ve muhtemelen de görmeyecek olan insanların bu bilgi ve gözlemlerden mahrum kalmalarını istemedim.


Soru: Neticede yaptığınız bu çalışmanın başaktörü Diyarbakır'dır. Gerek günümüz, gerekse daha önceki dönemlerde Diyarbakır konulu yazılan eserler ile kitabınızın farkı nedir acaba?

Diyarbakır üzerine pek çok kitap yazılmış. Bu anlamda Diyarbakır’ın şanslı bir il olduğu söylenebilir. Bilimsel çalışmaların yanı sıra sanat eserleri de var, hatıra içerikli olanları da. Benim çalışmam da onlardan biri. Ben de bu şehirde bir süre kaldım ve hatıralarımı yazdım. Arada bir fark aranacaksa benim çalışmamın Emniyet kaynaklı ilk çalışma olduğu göz önünde tutulabilir. Diyarbakır’a tercih dışı olarak atanan yani kendi iradesinin dışında bu şehre gelip yaşayan ve bir daha da muhtemelen gelmeyecek olan bir polisin kaleme aldığı metinlerden oluşuyor Diyarbakır Tutanağı.

Soru: Sizin yazdığınız kitaplardan sadece bu eserinizi okudum. Olay ve olgulara yönelik müthiş bir hafızanız var. Ya da muhtelif notlar alıyorsunuz. Kitabı yazarken bunlardan istifade ettiğinizi düşünüyorum. Ama kitabı okurken bunların bilerek kısaltıldığına dair bir izlenime kapıldım. Acaba yazdıklarınızdan yanlış bir çıkarımda mı bulunuyorum? Niyet okumaları mı yapıyorum?

Yaşadığım veya gördüğüm her şeyi yazdığımı söyleyemem. Yazmama gerekçem ise iki türlü. Birincisi, bir şehirde yaşadığınız her şeyin ille de kitabî bir karşılığı bulunmayabiliyor. Yani Ankara’da, İstanbul’da yaşayabileceğiniz bir olayı Diyarbakır’da da yaşayabiliyorsunuz ve bunun da yazma değeri olmayabiliyor. İkinci sebep ise içimde oluşan Diyarbakır sevgisi olabilir. Ben bu kitapta mümkün mertebe şehrin ve halkın güzelliklerini yazmak istedim. Bir rapor değil benim çalışmam. Bilimsel bir eser de değil keza. Gönlüm neyi yazmak istediyse onu kaleme aldım. Tabii bunları yazmadan önce de küçük küçük notlar tuttum. Gözlemlerimi, hatıralarımı biriktirdim. Ve ardından, Diyarbakır’dan ayrıldıktan iki sene sonra İzmir’de oturup yazdım her şeyi.

Soru: "Diyarbakır Tutanağı" isimli çalışmanız "anı", "şehir kitaplığı", hatta bazı bölümler "hikâye" türünde denilebilir. Eserinizi siz hangi türde görüyorsunuz?

Bu çalışma için hatırat da denilebilir şehrengiz de. Evet, orada görüp yaşadıklarımı kaleme aldım ben. Ama aynı zamanda şehrin tarihi eserlerini, toplumsal hayatını da tasvir etmeye çalıştım. Bunları soğuk bir üslupla vermektense hikayenin imkanlarından faydalanarak yaptığım da doğru. Kaldı ki edebiyat dünyasının fanilerinden biri olarak kendimi ‘hikâyeci’ olarak niteleyebileceğimi düşünüyorum. Yayınevi ise hatırat türünde değerlendirdi kitabı. Hepsi makbuldür bu yüzden bence.

Soru: Diyarbakır'ın tarihi ve güncel fotoğrafını yansıtmaya çalışmışsınız. Dün olduğu gibi bugün de Diyarbakır merkezde Türkçenin ağırlığına dikkat çekmişsiniz. Çarşıda, pazarda, yaygın dilin Türkçe olduğuna, stadyumda dahi Kürtçe tezahürat yapılmadığına değinmişsiniz, kırsalda değil de merkezde Türkçenin hâkim dil olduğunu belirtmişsiniz. Bildiğim kadarıyla bu gündeme gelmeyen/getirilmeyen bir durum. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
                                   
Açıkçası ben de Diyarbakır’a gelmeden önce şehirde Türkçenin hakim bir dil olduğunu düşünmemekteydim. Çünkü maalesef öyle bir algı yaratılmış durumda. Gerek siyaset anlamında yapılan açıklamalarda gerekse medya üzerinden yürütülen tartışmalarda Kürtçe aşırı derecede ön planda tutuluyor. Ve dışarıdan bakıldığında Diyarbakır’da sadece Kürt kökenli insanların yaşadığı, bunların şehirde sadece Kürtçe konuştukları ve kültürel olarak da burada Türk kültürünün esamisinin bile okunmadığı şeklinde yanılgılara kapılabiliyor insan. Tabii herkesin kalkıp Diyarbakır’a giderek bu algının gerçek olup olmadığını test etmek gibi bir imkânı yok. Diyarbakır’a dışarıdan gelenlerinse şehrin gerçeklerini anlatma anlamında çok başarılı olduklarını söyleyemem. Mesela buraya atanan memurlar var. Normal şartlarda onların hakikatleri bağırırcasına anlatmaları gerekir değil mi? Maalesef memurlarımızda bu yönde bir çaba yok. Memur derken askerini polisini öğretmenini imamını da katıyorum işin içine. Siyasetçiler ise her hal ve şartta tabiatlarının gereğini yapıyorlar. Bu şartlarda da Diyarbakır’daki Türkçe gerçeğini vurgulamak benim gibi esas itibariyle konuyla doğrudan alakası bulunmayan birisine kalıyor. Ben yeni bir şey keşfetmiş değilim. Sadece bazı gördüklerimi işaret ettim. Örneğin Diyarbakır türkülerini hatırlattım. Memleketimizin hemen her yanında okunur oysa bu türküler. Ama nedense bu türkülerin Diyarbakır Türkçesi’nin birer parçası olduklarını idrak edemez insanlar. Söyler geçer. E, bu türküleri uzaylılar gelip de yakmadı ya Diyarbakır’da? Bir de şu var. Türkçenin gerçekliğini vurgulamak Kürtçeyi inkâr olarak algılanmamalı. İki dilin hakkı da verilmeli. Zaten Kürtçenin anlamsız yere inkâr edilmesi yüzünden bu hallere gelmedik mi? Ama ne olursa olsun Diyarbakır’ın şehir dilinin Türkçe olduğu akıllardan çıkarılmamalı. Ve bu şehrin adı da Türkçedir. Kimileri ‘Amed’ diye bir şey tutturmuşlar ve zorlaya zorlaya bunu gündemde tutmaya çalışıyorlar. Oysa dilde zorlama olmaz. Bu şehrin hakim dili Türkçedir ve adı da Türkçeden gelmektedir. Esnafı çarşıda Türkçe konuşmaktadır. İnsanlar otobüste minibüste bu dili kullanmaktadır.

Soru: Kitapta Diyarbakır insanın devlete bakış açısını anlatırken, insanların özellikle neredeyse çoğunluğunun Başkent denildiğinde "Ankara" aklına geldiğini, "Kürdistan" isimli ayrı bir devlet kurma özleminde olanların sayısının kamuoyunda bir partinin oylarına bakılarak, çok fazla olmadığını belirtmişsiniz. Özellikle dükkânına "Gaffar Okkan", çocuğuna "Ali Gaffar Okkan" koyanların hiç de az olmadığını, ama milli bayramlarda ve önemli günlerde ev ve iş yerlerine Diyarbakır merkezde hiç bayrak asılmadığını belirtmişsiniz. Yine bu minvalde yıllardır ismi terörle anılan Kulp ilçesinde ülkenin diğer bölgelerindeki gibi dükkânına bayrak asanlar olduğunu vurgulamışsınız. Bu çelişkiyi izah ederken, anladığım kadarıyla "Sessiz Kürtler"in düşüncelerini demokratik bir ortamda dile getiremediğini, düşünüyorum. Terör örgütünün bütün Kürtlerin temsilcisi gibi çalıştığını, bunun da uzun vadede, özellikle gariban, "Sessiz Kürtler"in zararına olacağına inanıyorum. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Haklısınız. Sessiz Kürtler tanımlamanız da gayet yerinde. Mesele o Kürtler’in sesini duymakta zaten. Ankara’da durarak duyulmuyor o ses. Veya memleketin herhangi bir yerinden. Ta oraya kadar gidip kulağınızı eğmeniz gerekiyor bir anlamda. Çünkü oradaki insanlarımız o derecede ürkütülmüş, sesleri o derecede kısılmış. Fısıldayarak konuşuyorlar bir anlamda. Çünkü korkuyorlar. İçlerindeki duyguları tamamen ifade edemiyorlar. Şurası bir gerçek ki o bölgedeki halkımız artık devletten korkmuyor. Çünkü devlet görevlilerinin bir sınırının olduğunu, o sınırdan ileri bir harekette bulunamayacağını, kendisine zarar vermeyeceğini biliyor. Ancak halk terör örgütünden korkuyor. Çünkü örgütün sınırının olmadığını, onu dizginleyecek ve sorumlu tutacak bir yazılı hukuk metninin olmadığını biliyor. Bu yüzden de kendisini gerçek anlamıyla ifade edemiyor. Örgüt kepenk indirmesini istiyor ve halk da sırf korkudan dolayı indiriyor. Bu görüntüyü memleketin başka noktalarından televizyonda seyreden vatandaşlar da Diyarbakır’daki insanların terör örgütünü gerçekten de desteklediğini sanıyor. Oysa gerçek hiç de öyle değil. Bu yüzden bölge ve Diyarbakır hakkında hüküm verilirken genellemelerden kaçınılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Ve bu anlamda çarenin de hukuk devletinde olduğunu, hukuk devleti ilkesini bütün kurum ve kurallarıyla birlikte tesis etmemiz ve yaşatmamız gerektiğini düşünüyorum.

Soru: Diyarbakır'da kaçak elektrik ve sigaranın yaygınlığı konusunda kamuoyunda bir yaygın kanaat var. Bunu üzülerek sizde teyit ediyorsunuz eserinizde. Bu şekilde istismarın çok boyutlarda olduğunu, bunu yapanların yaptığı işin doğru olduğuna neredeyse inandırıldığını, buna gerekçe olarak da "yahu adamlar dağa mı çıksınlar, ne yapsınlar" gibi bir anlayışın uzun vadede tehlike saçacağını söylüyorsunuz. Bu konuda vicdani olarak herkesin sesini yükseltmesi gerektiğine inanıyor musunuz?

Elbette. Az önce zikrettiğim gibi bu konuda da çare hukuk devleti ilkesine sımsıkı sarılmaktan geçer. Hukuk devletini bütünüyle çalıştırmak zorundayız. Bu ilkenin içeriğinin bir kısmını beğenip diğer kısmını reddetme gibi bir lüksümüz yok. Kaçak elektrik konusu da buna dahil. Her yerde hukuk devleti hâkim olacak. Dağda da olacak evlerdeki elektrik sayaçlarında da. Aksi takdirde oluşacak keşmekeşin ardından düzeni yeniden tesis etmek fevkalade güçleşecektir. Hukuk ve vicdan birbirini besler. Hukukun egemenliği aynı zamanda vicdanın da egemenliği olacaktır.

Soru: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın görev yaptığı şehirlerle ilgili intibalarını "Beş Şehir" isimli şaheserinde yayımladı. Siz de merhum Tanpınar'ın izinde gidiyorsunuz anlaşılan, Bursa'da bulunduğunuz yıllarda yazdığınız "Bursa'ya Veda" isimli romanınız olduğunu ama yayımlamaktan vazgeçtiğinizi belirtmişsiniz, Diyarbakır yıllarını da "Diyarbakır Tutanağı"nda yazdınız. Tezgâhınızda ne gibi çalışmalar var, bahse konu olan seri devam edecek mi?

Yaşadığım şehirlere dair kitap yazmak gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman. Sanırım öyle denk geldi. Konusu Bursa’da geçen roman denemem gerçek anlamıyla bir fiyasko olduğu için onu şahsi tarihimin geri dönüşüm kutusuna atmış bulunuyorum. Diyarbakır yılları ise bahsettiğiniz eseri hediye etti bana. Evet, yeni kitaplar için çalışmalarım devam ediyor. Bu ara uzun hikâyelerimi bitirmek ve kitaplaştırmak istiyorum. Çünkü yıllar yılı bunları has kıvamına kavuşturmak için çabalamaktayım. Bu arada doğup büyüdüğüm İzmir ile ilgili de bir kitap oluşuyor zihin dünyamda. Aynı anda birden fazla kitap üzerinde çalıştığım için eserlerin bitmesi uzun sürelere mal olabiliyor.

Not: Bu mülakat, Türkiye Genç Kalemler dergisinin Ekim 2014 sayılı sayısında yayımlanmıştır. 

23 Ocak 2014 Perşembe

KARANFİL’LE BAŞLARKEN
       


Bu köşede kısmet olursa bundan böyle kitap tanıtımları yapacağız. Ele alacağımız yayınlar, hatıralar başta olmak üzere Türk dünyasının içinde bulunduğu krizleri anlamaya katkı sağlayacağını sandığımız eserlerden seçilecektir. Kritiği yapılacak kitaplarda anlatılan devrin sosyal ve zihniyet dünyasının yansıtılmasına dikkat çekilecektir. Ayrıca birçok arızalarımızın başat nedeni olarak gördüğümüz insan kalitemizin ortaya konulmasının kronik meselelerimizin teşhisini kolaylaştıracağına inanmaktayız.

Diğer taraftan çoğunlukla incelemesini yapacağımız kitaplar 20’nci yüzyılın başından günümüze yakın tarihimize ışık tutan eserlerden oluşacaktır. İncelediğimiz eserlerin mesajlarını olduğu gibi verirken, bu yargılardan bağımsız olarak dönem hakkında kendi kişisel vicdani kanaatlerimizi, aktörleri artık tarih olmuş kişilikleri korumacılığa veya günah keçisi yapmamaya çabalayarak ifadeye çalışacağız.

İlk tanıtım yazımızda geçtiğimiz Kasım ayında okurlarıyla buluşan “Karanfil”[1] romanını ele alacağız. Emekli General Osman Gazi Kandemir bu ilk eserinde, 1992 yılında Azeri-Ermeni savaşına gönüllü olarak katılmaya giden bir yüzbaşının başından geçenleri hikâye ediyor. Ancak peşinen şunu söylemekte fayda var: Bu kitap bir savaş romanı değil, savaşı cephede ve cephe gerisinde yaşayan insanların hikâyesi.

Romanda ilk göze çarpan, Çarlık Rusya’sı yıkıldığında Kafkaslarda yaşananlar ile Sovyetler dağıldığında yaşananların büyük ölçüde birbiriyle benzeşmesi. Yazar bu benzerlikleri 1918 yılındaki olaylara göndermeler yaparak ortaya koyuyor. Temel farkı ise, Osmanlı’nın Azerbaycan’a yardıma koşarak Kafkas İslam Ordusu’nu Bakü’ye kadar göndermesine karşılık Türkiye’nin yardım etmekte gecikmesinde görüyorsunuz.

Roman tarihimizin fazlaca bilinmeyen yönlerini kişiler ve olaylar üzerinden anlatımlarla yeniden canlandırıyor. Türkçülük fikrinin ortaya çıkışı, Türk dünyasında yayılması ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda rol alışını mütevazı bir üslupla okuyor, Osmanlı’nın son dönemlerinde Orta Asya Türklüğüne uzanan kolun emarelerini buluyorsunuz. Türk İstiklal harbine katılan Azerbaycanlı Komutanlar ve hatta askeri birlikleri, işgal edilen Anadolu’dan Azerbaycan’daki yurtlara götürülen öksüz ve yetimleri öğrenince şaşırıyor, o yıllardaki dayanışmamızı bugün ile karşılaştırma ihtiyacı duyuyorsunuz.

Bugüne geldiğinizde; işgal edilmiş toprakları kurtarmak için savaşan askerlerin duygu dünyalarını, hayata bakışlarını, cesareti, kahramanlığı, ihaneti ve korkaklığı birer insan hikayesi olarak okuyorsunuz. Komünist idare altında milli benliği zarar görmüş halkın vatanı işgal edilirken seyirci kalmasını ama o benliği korumayı becerenlerin vatanı için ölüme koşmasını ibret alarak seyrediyorsunuz. Ruhu teslim alınmış yöneticilerin farkında olmadan kimlere hizmet edebildiklerini görüyorsunuz.

Romanın akıcı bir dili ve duru bir Türkçesi var. Baştan itibaren sonunu merak ettiren kurgusu sizi sürükleyip götürüyor.

 “Karanfil” Azerbaycan mücadele tarihini roman tarzında ele alan bildiğimiz ilk eser. Ancak anlatılanların sadece Azerbaycan’ı ve Azeri Türklerini ilgilendirmediği muhakkak. Her Türk gencinin bu romandan öğrenebileceği çok şey olduğu kanaatindeyiz. Özellikle yeni yetişen gençlerimiz için, milli değerlerimizi ve yakın tarihimizi konu edinen romancılara ve romanlara çok ihtiyacımız olduğu belli. Osman Gazi Kandemir Paşa “Karanfil” romanıyla bu alandaki eksimize dikkat çekiyor. Kendisinin benzer eserlerini dört gözle bekliyoruz.

Ne yazık ki Azerbaycan’ın Karabağ hariç yüzde yirmi toprağı hala işgal altında. Dileğimiz Türk’ün öz yurdundaki bu işgalin bir an önce bitip, o tarihte vatanlarını terk etmek zorunda kalan bir milyondan fazla mültecinin tekrar yuvalarına dönmesi.

Not: Bu yazı Yeni Düşünce dergisinin Ocak 2014 tarihli, 762. Sayısında yayımlanmıştır.



[1] Osman Gazi Kandemir, “Karanfil”, 504 sayfa, 2013, Ankara, Berikan Yayınevi
BALKAN BOZGUNUNDAN 100 YIL SONRA TATARİSTANLI BİR GAZETECİNİN GÖZLEMLERİ: FATİH KERİMÎ’NİN “İSTANBUL MEKTUPLARI”[1]

Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001, 367 sayfa, ISBN:9754540390.

Türk tarihinin büyük bozgunlarından olan Balkan Savaşı’nın üzerinden tamı tamına 100 yıl geçti. Yüzüncü yıl münasebetiyle “Balkan Savaşı” bu yıl birçok yayın organının gündemine girdi. Ayrıca birçok kurum ve kuruluş muhtelif toplantılar ve konferans salonlarında etkinlikler düzenleyerek bu savaşın daha iyi anlaşılmasına çalışırken hatırı sayılır sayıda araştırmacı-yazar ve akademisyen de bu dönemle ilgili çalışmalarını kitap olarak kamuoyuna sunmaktalar. Tarafımızdan da bu dönemle ilgili, parlak bir beynin ve sağlam bir vicdanın mahsulü, çarpıcı gözlem ve değerlendirmelerden oluşan bir kitabın incelemesi ile sürece küçük de olsa bir katkıda bulunmaya gayret edilmiştir.

Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli çalışmasına geçmeden önce yazarın özgeçmişi hakkında kısaca şunlar söylenebilir. 1870 yılında Tataristan’ın Bügülme kazasına bağlı Minğlibay köyünde doğan Fatih Kerimî, Modern Tatar Edebiyatının kurucularından ve Tatar cedidizminin (İsmail Gaspıralı’nın kurduğu modernleşme hareketi) önderlerinden olup, yaşamı boyunca karşımıza öğretmen, yazar, gazeteci, siyasetçi olarak çıkar. Fatih Kerimî, 1890’lı yıllarda yüksek öğrenim maksadıyla 1912-1913 yıllarında ise harp muhabiri olarak İstanbul’da bulunmuştur. Yazarın hayatı 1937’de Moskova’da Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla askerî mahkeme tarafından idama mahkûmiyeti ve kurşuna dizilmesi ile son bulmuşsa da rejim 1959’da suçsuzluğunu kabul etmiştir. Birçok kitabı olan Kerimî’nin “İstanbul Mektupları”, “Avrupa Seyahatnamesi”[2] ve “Kırım’a Seyahat”[3] eserleri günümüz Türkçesine çevrilmiştir.

1906 yılında Remiyev kardeşlerin çıkardığı Vakit Gazetesi’nin başyazarı olan Kerimî, Balkan Savaşları başlayınca, Fransızcası da çok iyi olduğu için savaş muhabiri olarak, daha önce tahsil gördüğü ve yakından tanıdığı İstanbul’a gönderilir. Memleketi Orenburg’dan çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. 1 Kasım 1912’den, görevini bitirip memleketine döndüğü gün olan 18 Mart 1913’e kadar geçen yaklaşık dört aylık sürede İstanbul’dan gazetesine 70 adet yazı (mektup) gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit, üçü de “İstanbul Teessüratı I, II, III” başlıklarıyla yine Orenburg’da çıkan Şura gazetesinde yayımlanır. 1913’de de Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” ismiyle kitaplaştırılır ve Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır.

Rusya’da 1913’te basılan bu eser Türk okuyucusunun karşısına 2001’de, tam 88 yıl sonra çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları” isimli takdim yazıları, Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz, Kerimî’nin Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikate Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.

                         Tembellik ve Atalet

Kerimî’yi İstanbul’a getiren vapur, Kurban Bayramı’nın dördüncü günü şehre yaklaştığında birbiri ardınca işitilen top sesleri Kerimî’yle birlikte bir kısım yolcuları da tedirgin eder. Vapurda yol arkadaşı olan ve İstanbul’u tanıyan Rum ve Ermeni vatandaşlar “Korkmayınız efendiler, Müslümanların Kurban Bayramı’dır. Bayram günü her namaz vaktinde top atarlar.” deyince endişeleri yatışır. Esasen bu endişeleri, bir bakıma, yolculuk boyunca Kerimî’nin, “Hilâl-i Ahmer” de yaralı Türk askerlerini tedavi etmek amacıyla İstanbul’a gelen hemşehrisi, hemşire Rukiye, Gülsüm ve iki Meryem hanımlarla sohbetleri de beslemiştir. Kısaca İstanbul’da hiç kimsenin kalmadığını, yediden yetmişe herkesin cepheye gittiğini, vatan savunmasında herkesin malını, mülkünü ve ailesini hiçe sayacak durumda olduğunu, herkesin “Ya namus ya ölüm!” parolasını benimsediğini tahmin etmektedirler. Vapurdan inip iskeleden gerçeğin kollarına atılınca, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin kahramanı Turhan’a dönerler. Hayallerindeki İstanbul, Türk, Osmanlı ve İslam âlemi ile karşılaştıkları manzara arasındaki fark onları derinden hüsrana uğratmıştır.

Yazar, bu manzarayı şöyle tasvir eder: “İstanbul gümrüğünden çıkıp Sirkeci ve Babıâli caddeleri boyunca yürüyerek Meserret Oteli’ne giderken caddenin iki yanındaki sayısız kahvehanelerde o kadar çok insan oturmakta idi ki, hiç birisinde ayak basacak yer yok. Kahvehanelerin sadece içleri değil, önleri de dolu. Kaldırımlara iskemleler koyup oturmuşlar, âdeta geçilemiyor. Hepsi de gayet sağlıklı, genç ve zinde Türkler. Gayet düzgün giyinmişler. Hepsi de gayet mütekebbirane oturuyorlar. İhtimal ki bugün bayramdır da onun için böyle oturuyorlar dedik. Lâkin her gün ve İstanbul’un her yerinde durumun böyle olduğunu gördük. Bunun sebebini sorduk: ‘Ne olacak efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, eğer erzak yetiştirilirse onlar da iyi savaşabilirler’ dediler.” (s. 14).

Yazar, İstanbul’da çıkan bir yangında Sultanahmet ile Ayasofya arasında birkaç yüz ev ve dükkânın yandığından bahseder. Bunların hepsinin Müslümanlara ait olduğunu belirtikten sonra Türk toplumunun ne kadar kaderci, miskin olduğunu ince bir alayla şöyle anlatır: “…Bunların tamamının sigortalı olduğu söylenebilir, lakin bilinen sigorta şirketlerine değil, Cenab-ı Hakka sigorta edilmişti ve sigorta şirketlerinin bakır levhaları yerine bu evlerin tamamının üzerinde “Ya Hafız!”, “Ya Malike’l Mülk!”, “La havle vela kuvvete illa billâh” yazılı ağaç levhalar vardı. Binaenaleyh evlerin bedellerini de doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’tan dua ederek istemek gerekecektir.” (s. 253).

Yazar, Türklerin üzerine serpilmiş ölü toprağından; şahit olduğu, atalet ve tembellikten oldukça huzursuzdur. Bu huzursuzluğunu yer yer üzülerek, zaman zaman da umutsuzluğa kapılarak şöyle tasvir eder: “İstanbul’un beş yüz kahvehanesinde vasati olarak ellişer kişiden yirmi beş bin kişinin ve bunlar cümlesinden  sarıklı, cüppeli hoca efendilerin sabahtan akşama kadar kâğıt, dama, tavla oynayıp tembel tembel oturmaları, sokakta yürüyen erkeklerin rastladıkları Müslüman kadınlara laf atmaları” (s. 161).
Bazen de ümitsizliğini, çaresizliğin kucağında doğmuş gayrimeşru gizli bir alaycılıkla anlatmaya devam eder: “İstanbul’un içi rahat, son günlerde havalar güzel, parlak ve güneşli, pencereleri gündüzleri açarak güzel havadan istifade etmek mümkün olduğu gibi kahvehane müdavimleri de kahvelerini kaldırımlarda içiyorlar ve nargileyi de burada çekip beşer altışar saat yerlerinden kalmaksızın huzur ve sükûnet içinde oturuyorlar. Bu da şarkın bir safası, bir rahatıdır ki Avrupa halkı bu lezzetten mahrumdur(!)” (s. 88).
Başka bir bölümde de bu kahvehane müdavimlerinin içtiği nargilelerinin dumanlarının camilerin ulu minareleri ile yarıştığından bahseder.

                  Devrin Aydınları ile Görüşmeler

Kitabın cezbedici yanlarından birisi de Fatih Kerimî’nin birbirinden farklı görüşlerde olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, bilgin, paşa, bürokrat, bakan, başbakan, öğretmen, milletvekili, diplomat ve doktor gibi aydın ve düşünürlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir.[4] Bunlar, yazarın Akçuraoğlu Yusuf Bey ve meşhur Tatar seyyahı Abdürreşit İbrahim’in kılavuzluğu ve yardımı ile onlarca aydınla imtiyazlı temaslarının ürünüdürler. Kerimî’nin satırlarında Enver Bey ile İttihat ve Terakki Fırkası’na sempatisi olduğu hemen dikkati çekmekle birlikte, İttihatçıları eleştirmekten de geri kalmayan bir üslubu olduğu da gözden kaçmıyor. Kitabı hazırlayan Fazıl Gökçek’e göre İttihatçıların ilerleyen yıllarda yaptıkları yanlışlar; yazardaki ittihatçı sempatisinin etekleri altına gizlenmiş eleştirisinin yoğunluğunu artırmış, zamanla şefkatini tüketen tenkitler birer keskin ve öldürücü oka dönüşmüştür. Her türlü duygusallığı bir kenara bırakıp gerçeği öğrenmek ve kafasındaki sorulara cevap bulmak, onun için tamamlanması gereken tarihî bir görevdir ve dört ay gibi kısa bir sürede Kerimî neredeyse İstanbul’daki aydınların büyük kısmına ulaşır. Kimisiyle bir dost meclisinde, kimisiyle bir otelde, kimisiyle cezaevinde, kimisiyle bir toplantıda, kimisiyle makamında, kimisiyle de köşkünde görüşmeler yapar. Her birine; duruma, zamana, görüştüğü kişilerin makam ve statüsüne göre çeşitli sorular yöneltir. Bu soruların bir kısmı şunlardır:
1. İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir zamanlar ülke içinde o kadar kuvvet ve nüfuza, ülke dışında da o kadar hüsn-i teveccüh (beğeni) ve hayırhahlığa (iyilik istemeye) sahip olduğu hâlde bu mevkiini niçin koruyamadı?
2. Türk askeri Balkan Savaşı’nda niçin bu kadar kolay yenildi? Türkiye’nin devlet adamları bunun böyle olacağını önceden neden kestiremedi?
3. Türkiye’nin, elinde kalan toprakları koruyabilmesi umudu var mıdır? Bundan sonra nasıl bir siyaset takip edilmelidir?
Görüştüğü kişilerin entelektüel birikimine ve uzmanlık alanına göre muhatabına farklı konularda birbirinden ilginç sorular yöneltir. Örneğin Babanzâde Ahmet Naim Bey’e bir hasbihâlde şu güzel soruyu sorar: “İslâmiyet, medeniyete müsaittir diye her zaman söylüyoruz. Buna delil olarak eski Müslümanların terakki (ilerleme) ve temeddünlerini (gelişmelerini) misal gösteriyoruz. Lâkin bugün dünyanın neresine bakılsa Müslümanlar maarif ve medeniyetçe en gerideler. Hatta bir şehirde bile Müslüman Mahallesi diğer milletlerin mahallelerinden fakir, pis ve kötü durumdadır. Bu hâl Kazan’da da, Fas’ta da, İran’da da, İstanbul’da da böyledir. Acaba sizce bunun sebebi nedir?

Ahmet Mithat Efendi’nin Ölümü Hakkındaki Gözlem ve Düşünceleri

Kerimî, kısa görev süresinde bahsettiğimiz aydınların dışında bu dönem vefat eden gazeteci yazar Ahmet Mithat Efendi ve gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey ile görüşme fırsatı bulamaz. Özellikle de çok istemesine rağmen Ahmet Mithat Efendi ile görüşemediği için fevkalade üzülür. Rusya’daki muadillerine yapılan merasimlerin benzerine şahit olmayı ümit ederek Efendi Baba’nın cenaze ve taziyesine katılır. Hayal kırıklığına bir ölçü olsun diye kitabında 1910’da Rusya’da ölen Profesör Murmusof’un cenazesini ve ölümünün Rus kamuoyunun gündemini günlerce işgal edişini, Rusların yazarlarına nasıl sahip çıktığını ayrıntılarıyla anlatır. Buna karşılık İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi’nin son yolculuğuna kamuoyunun, hükûmet ve devletin ilgisizliğinden adeta kahrolur. Cenazede Cemalettin Afgani’nin bir zamanlar kendisine söylediği: “İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletlerin akıbeti hüsrandır. O, millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya lâyık değildir.” sözünü hatırlayarak efkârlanır. Ahmet Mithat Efendi’nin vefatından sonra hakkında basında çıkan küçük çaplı yazılardan teker teker bahseder. Bu arada Fatih Kerimî devrin önemli dergilerinden Türk Yurdu’nda Ahmet Mithat Efendi üzerine bir yazı kaleme alır. Kendisi İstanbul Mektupları’nda -mütevazılığından olsa gerek- bu yazıdan bahsetmez.[5]

Kadınların Eğitimi ve Modernleşmesi Hakkındaki Fikirleri

Yazar, kadınların eğitimsizliği, tesettür, giyim kuşam ve bunlarla ilgili sorunların çözümü konusunda entelektüel merakını gidermek için aydınların bir kısmıyla -özellikle de kadın yazarlardan Fatma Aliye, Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım ile- kadınların sosyal hayattaki etkinliklerinin artırılması için neler yapılabileceği konusunda fikir alışverişinde bulunur. Hürriyetin ilanından sonra kadınların mektep hayatında, okumasında, davranışında ve giyim kuşamında hemen hemen hiçbir değişikliğin olmadığını belirtir. Hatta kapalılık ve giyim kuşam konusunda eskisinden daha yumuşak olması gerekirken daha katı hâle gelindiğini söyler. Sultan Hamid zamanında kadınların hiç olmazsa gözlerini açık bırakarak yüzlerine beyaz bir peçe örttüklerini, şimdi ise daha sıkı kontrol altında olduklarını, İranlı kadınlar gibi oyalı bir kara çarşaf örterek yüzleri ve gözlerini kapattıklarını belirtir. Meşrutiyetle birlikte alt ve orta tabakadan Türklerden bazılarının sokaklarda çok seyrek olarak eşleriyle birlikte dolaştığını belirtir (s. 156).

Yazar, Meclis-i Mebusan Reislerinden Ahmet Rıza Bey’in İstanbul’da bir kız sultanisi mektebi (kız lisesi) açmak istediğini, bir takım ham softaların buna karşı çıktığını belirterek Adile Sultan tarafından hediye edilen binanın ilerleyen dönemlerde kız lisesi olarak açılacağını belirtir. Kerimî, bu binayı görmek ister. Askerî okul olarak kullanılan bu binanın müdürü ile görüşür. Kadınların okullu, eğitimli olması gerektiğiyle ilgili fikirlerinden okul müdürüne anlatır. Buradaki müdür kız çocuklarının okumasıyla ahlakının bozulacağı fikrini savunan tipik mutaassıplardan biridir. Kerimî, Türkiye’de savaş dolayısıyla kadın hemşire, hasta bakıcı, doktor sıkıntısı yaşandığını, yurt dışından gelenlerin özellikle de Müslüman olanlarının sayıca ve ehliyetçe yetersiz olduğunu, sadece hemşire açığının bile kadınların okumasını gerektirdiğini ısrarla vurgular. Kerimî, burada kadınların eğitimsizliğinin ne kadar acı, ağır, katlanılmaz faturalara mal olduğuna dair fikrini beyan eder. Çok güzel bir tespitte bulunur. Türk kızlarının gayrimüslimler seviyesinde eğitimli ve bilgili olmadıkları için Türk paşaları, Türk sefirleri ve aydınları arasında Fransız, Alman, Rus, Yahudi ve Rum kızlarıyla evlenenlerin sayısının günden güne arttığını belirterek bu durumun ileride önlemi alınmadığı takdirde istenmeyen sosyal ve kültürel sonuçlar doğuracağını söyler.

Yazar, Amerikan Kız Koleji’nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının sayısının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder ve şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan (şaşılacak şey) değil midir?” (s. 14).

Yazar, kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemlerde bulunur ve kadınların okutulmasının ne kadar gerekli olduğunu ustalıkla anlatır: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket hâlinde ve hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor, sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç (felçli). Bir erkeğin kazancını beş on kişiden meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor. Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli vermiyorlar. Bin türlü tezellül (aşağılanma) ile hükûmet memuriyetinde çalışan eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete mahkûm oluyor.” (s. 216).

                    Cepheye Dair Gözlemler

Yazar, Türk ordusunun başta Edirne kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa’nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın maiyetindeki asker ve subayla göstermiş oldukları direnci, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak’alar olarak görür. Kırkkilise (Kırklareli) Muharebesi’nde subayların yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler. (s. 68) Bu şehirlerden Edirne dışındakileri düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı elçi tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu belirtir.

Yazar, elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik’i teslim eden Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimî’ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet gösterilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlıların bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının yeterli olduğunu, hatta sadece ekmek değil et ve pilavın dahi bulunduğunu anlatır. (s. 68/9)

Meclis ve hükûmet Edirne’nin Bulgaristan’da kalmasını ve adaların Avrupa devletlerinin kararına bırakılmasını resmen onaylayınca halkın büyük bir çoğunluğunun böyle bir karara hazır olduğunu belirterek başkentlik yapmış şehrin elden gitmesine fevkalade üzülenleri hüngür hüngür ağlayanları da gözleriyle gördüğünü vurgular Kerimî. Hükûmetin kararını okuyan bir büyük zatın durumunu anlatır: “Bunun böyle olacağını ve başka çare kalmadığını önceden de biliyordum. Lâkin böyle resmî karar suretinde ilan edilmesi insana o kadar ağır geliyor ki tarifi mümkün değil dedi gözlerinden yaşlar boşandı, sustu.” (s. 182).

Kerimî, Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğu gibi subaylar arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğunu, sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu güvenilir kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır.

Kerimî, Harbiye Nezareti’ne gittiğinde bahçede, Anadolu’dan gelen takviye birlikler ile gönüllü askerlerin talim yapmaya çalıştığını bu gönüllülerinin kollarında “Kürt Gönüllüleri”, “Dağıstan Gönüllüleri”, “Erzurum Gönüllüleri” yazdığını belirtir. Darülfünun gönüllülerinin burada yaptığı talimden bahseder. Kürtlerden birçok kadın ve erkeğin gönüllü olarak geldiğini, bütün binanın içinin karınca gibi dolduğunu söyler. Giyim kuşamlarının tarif edilemeyecek kadar farklı olduğunu kimisinin fesli, kimisinin kalpaklı, kimisinin sarıklı, kiminin alelade başlık, kiminin de kahverengi fes gibi püskülsüz şeyler giydiğini belirtir (s. 22).

Yazar, bir dönem kahramanca mücadele ederek devletin, milletin ve vatanın âli menfaati için çırpınan insanların ve kahramanlıklarının yaşatılmadığını anlatır; onların hatıralarını gölgeleyecek hâl, tavır ve davranışlarda bulunanlara ya da aynı anda hem kahraman hem de ahlaksız olabilen tiplere İstanbul’dan somut örnekler verir. Savaşın başlayacağı hesap edilerek Anadolu’daki Kürt Hamidiye Alayı’ndan birkaç bin askerin İstanbul’a getirilip Haydarpaşa’daki Selimiye Kışlası’na yerleştirildiğini, bunların şehre dolaşmaya çıktıkları zaman bazı uygunsuzluklar göstermeye başladıklarını, mesela dükkânlardan bazı şeyler alıp parasını ödemediklerini veya lokantalarda yiyip içip ücretini vermediklerini, bu sebeple kışladan çıkmalarına yasak getirildiğinden bahseder (s. 180).

Cephe Gerisindeki İnsanların Kalitesine Dair Gözlemler

Kerimî, Türk toplumundaki ahlaksızlıklar hakkında da sınırsız örnekler verir. Bu örnekler karşısında okurun şaşırması muhtemeldir. Kitabın birkaç yerinde İstanbul’da yolda giden kadınlara laf atanların, tacizde bulunanların azınlık vatandaşları değil de Türkler olduğundan bahseder. Kerimî, Sebilürreşat Mecmuası’nın yönetici ve yazarlardan Babanzâde Ahmet Naim Bey’in evinde bir akşam yemeğine katılır. Bu davette mecmuanın müdürü Eşref Bey, Naim Bey’in Paris’te okuyan kardeşi Şükrü Bey ve müstakbel İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif Bey de bulunur. Birbirinden ilginç konulara değinerek sohbet ederler. Kadınların tesettürü meselesine gelince Akif Bey’in Türk erkekleri hakkında düşünceleriyle Kerimî’nin gözlemleri ve düşünceleri çakışmaktadır. Kerimî, Mehmet Akif Bey’in bu konu hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “O, [Mehmet Akif), kadınların cemiyete karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.” (s. 305).

Yazar, şehrin ekonomik hayatında Türklerin istenilen düzeyde yer almadığını; bunun doğal sonucu olarak ekonomide söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini desteklemediğinden, buna karşın azınlıkların ise birbirlerini kolladığından bahseder. Avrupa devletlerinin ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti’ne borç para vermekten çekinmesi, savaşın pahalıya mal olması, kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve göçmenlerin istihdam sıkıntısı, memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün altında ezilen hükûmetin yaklaşan savaşı ihtiyatsızlıkla karşılamasına sebep olduğunu anlatır.

Yazar, Türk halkının, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap tebaadan farklı olarak, Avrupa’daki manasıyla basın-yayın bilinci ve vasıtalarından ve bunlara muhtaç bir idealden mahrum olduğundan, diğerleri kendi menfaatlerine hizmet ederken Türk gazetelerinin idealsiz ve istikametsiz bir hâlde, daha fazla satmak ve kapanmamak için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarından bahseder. Türk gazetelerinde Anadolu vilayetlerinin durumu hakkında haber bulmanın çok zor olduğunu, Türk siyaseti, Türk ideali, Türk fikri, Türk ahvali hakkında çok az haberin olduğunu yahut hiç yer almadığını özellikle belirtir. Buna karşın Avrupa siyasetinden en ehemmiyetsiz haberlerin çarşaf çarşaf yer bulabileceğini, Bursa’nın köylerinde kışın soğuklarında halkın yakmak için evlerine odun getiremediğini, ormana gidip, ağaçları yakarak ısındıklarını, kışın kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin şehirleri arasında otuz gün posta işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün olamayacağını söyler. Hükûmette kim bulunuyorsa Türk gazetelerin de onların fikirlerini desteklediğini belirtir.

Kerimî’nin, İstanbul’daki esnafın önemli bir bölümünün ahlaksız, düzenbaz, üçkâğıtçı olduğuna dair haber ve yorumları, memleketinde uzun süre başyazarlığını yaptığı Vakit Gazetesinde yayımlandığında, bu yazıları okuyanlar yazara inanmak istemez, kendisini ağır surette eleştirirler ve kendisine Türklerin böyle ahlaksız olamayacağını söylerler. Hatta kendisini yalancılıkla itham edenler bile olur. Yazarın İstanbul esnafı hakkındaki tespitlerinden bir kısmı şöyledir: “Buradaki tüccarlar arasında sahtekârlık ve hıyanetin çokluğu da diğer bir can sıkıcı durumdur. Ticarette aldatmak denilen şey, burada çok alelâde ve meşru bir iş sayılıyor. Piyasayı bilmeyenden üç kat fiyat istiyorlar. Ne kadar pazarlık edersen o kadar düşürüyorlar. Bilmiyorsan malın mutlaka sahtesini veriyorlar. Yağ alıyorsun, katkılı oluyor, süt alıyorsun yarısı su çıkıyor. Ekmek alıyorsun, gramajı azalıyor. Bez, mendil, alıyorsun ağarmış oluyor, bir kere yıkandığında dokumaları açılıp balık ağına dönüyor. Sokakta bağırarak koşan çocuktan gazete alıyorsun, eve gittiğinde bakıyorsun, dünkü veya eksik basılmış hatalı gazete olduğunu görüyorsun. Her şey böyledir. Sözünde durmak denilen şey hiç yok. Hülasa aldatmaktan hiç çekinmiyor ve hiç korkmadan buna devam ediyorlar. Emniyet hâsıl ederek müşteri kazanmayı düşünmüyorlar.” (s. 324)

Savaş Mağdurlarının Sorunlarının Çözümüne Yönelik İç ve Dış Yardımlar

Yazar, Balkan Savaşları’nda cepheye ülke içinden ve dışından gönüllülerin akın akın gittiğinden ve savaş yardımı olarak para, altın, yiyecek, giyecek ve sağlık malzemelerinin geldiğinden bahseder. Hilal-i Ahmer’in Japonya, Hindistan, Mısır, İngiltere ve Hollanda şubelerinden çeşitli heyetlerin gelerek hasta ve yaralıların tedavilerine yardımcı olduklarını bildirir. Hint Müslümanlarının çok fedakârlık yaptığından, kurban kesmeyip paralarını İstanbul’a gönderdiğinden, Kanada, Kaşgar, Kırım, Yalta ve Kafkas Müslümanlarının nakdi yardımlarından özellikle bahseder. Kafkaslardan nakdi yardımın gönderilmesinin yanında, hem gönüllü savaşçıların hem de diğer bölgelere nazaran daha fazla gönüllü sağlık ekibinin geldiğini belirtir. Ayrıca İngiltere ve Rusya’nın elçileri ve eşlerinin göçmenlere nakdi, hediye, yiyecek ve içecek yardımında bulunduklarından bahseder. Almanya’da çıkmakta olan Frankfurter Zeitung gazetesi ile Hollanda’ki Tiyu de Curient gazetesinin kampanya açarak bir miktar para yardımında bulunduğunu belirtir. Hint Müslümanlarının gönderdiği yardımların içinde Mecusilerin katkısının da olduğunu vurgular. Özellikle Bakülü milyonerlerden Şemsi Esedullayef Efendi’nin küçük oğlu Ali Bey’in ve yazarın kardeşi Arif Kerimî’nin cephede savaştığını anlatır. Arif Bey’in Çatalca Savaşı’nda dört defa çatışmaya girdiğini, elinden yaralandığını belirtir. İstanbul’da kendisiyle birlikte az da olsa zaman geçirdiğini kitaptan öğreniyoruz. Kitabın yan kapağında Arif Kerimî’nin yaralı hâlde bir fotoğrafı da bulunmaktadır.
Savaşta halkın millî bilincini yükseltmek, yaralı ve hastaların tedavisine, cepheye gönüllü asker sevkiyatına, Balkanlardan gelen göçmenlerin sıkıntılarının azaltılmasına yardım etmek, bunlara maddi destek sağlamak amacıyla birçok kurum ve kuruluş hükûmete destek olmuştur. Eserde yazar, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, Türk Ocağı’nın ve Müdafaa-i Millîye Cemiyetleri’nin yaptığı hizmetlerden bahseder. Bizzat, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Millîye’nin etkinliklerine katılır ve hizmetlerini yakından gözlemleme fırsatı bulur. Türk Ocağı’nın tüzüğüne uygun olarak çeşitli toplantılar, konferanslar yapıldığını, Darülfünun (üniversite) müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ağayef Ahmet, Selim Sırrı, Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey gibi aydınların konferanslara iştirak edip, sohbetlerde bulunduklarını, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir (Erozan)’ın burada şiirler okuduğunu belirtir.

Bilindiği gibi Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine İtalyanlarla devam eden Trablusgarp Harbi’nin sonlanması için Uşi Antlaşması imzalanır. Osmanlı Devleti artık Kuzey Afrika topraklarından çekilmiştir. Kerimî, bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan birileriyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. “Trablus Müsalahası, yani Trablus’un Türkiye’nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç tesir etmedi. Bunu düşünen de konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış, Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar yaptılar, bunlarda İtalya kralı ile padişahın resmini yan yana koydular. Bir Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya kralına baş eğip temenna etmektedir. İtalya kralı ile padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç dalları konulmuş ve altına da ‘Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için Trablus Müsalahası akdedilmiştir.’ diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı olmayacaktır. ‘Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için’ diye yazıp asarlar” (s. 37).

Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin mağlup olmasının en önemli sebeplerinden birinin orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde siyasi fırkacılığın had safhada olması konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hemfikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmalarını, bölünmelerini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilendiğini aşağıdaki cümlelerle ifade eder: “Bugün İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca sabık (eski) nazır (bakan), sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar” (s. 200).

Fatih Kerimî, kitabın birkaç yerinde sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt ve orta sınıf halkta savaşmaktan yana ve galip geleceklerine dair inancın daha fazla olduğunu belirtir.(s.176) Zengin sınıfın pek fedakârlık yapmadığını ifade eden yazar, fakir ve alt tabakanın gösterdiği unutulmaz gayretleri anlatmaktan geri durmaz: “İstanbul’un zenginleri, paşaları yardım verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son kuruşlarını verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar” (s. 209). Askerlerin içinde dahi birçok kişinin “Bir an önce barış gerçekleşsin de memleketime döneyim.” dediğini; esnafın bir kısmının, savaş yüzünden ticaretinin durduğunu, işlerinin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın Türkiye için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların Hristiyanları kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce Darülfünun (üniversite) gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü belirtir.

Ermeni Sorunu Hakkında Öngörü

Ermeni sorununda zorunlu yer değiştirmeye giden sürecin son aşamalarında, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu vilayetlerinde yapılması gereken yenileşme ve ilerleme atılımlarının bir karara bağlanması için büyük devletleri temsilen Rusya’nın İstanbul Büyükelçiliği ile Osmanlı hükûmeti arasında 1913 Eylülünde başlayan temaslar 1914 Şubatına kadar devam eder. 8 Şubat 1914’de Sadrazam Said Halim Paşa ile Rusya’nın İstanbul büyükelçisi Gulkevic, Yeniköy Antlaşması’nı imzalar. Bu antlaşmaya göre Doğu Anadolu; Erzurum, Trabzon, Sivas, Van birinci, Bitlis, Harput ve Diyarbakır ikinci olmak üzere iki bölgeye ayrılacak, her birinin başına bir yabancı genel müfettiş atanacaktı. Genel müfettişler kendi bölgelerindeki idareyi, adliye ve jandarmayı denetleyecek, emniyet kuvvetlerinin yetmediği yerlerde askerî kuvvetler de genel müfettişlerin emrine tahsis edileceklerdi. Genel müfettişler gerektiğinde valiler ve memurlar hakkında takibat yapabilecek, toprak meselelerini bir çözüme kavuşturabileceklerdi. Kanun, nizamname ve resmî bildiriler bölgelerde mahallî dillerde de yayınlanacak, herkes askerlik hizmetini kendi müfettişlik sınırları içerisinde yapacaktı. Mahkemelerde ve devlet dairelerinde herkes kendi dilini kullanabilecek, Hamidiye Alayları yedek süvari birliklerine dönüştürülecekti. Vilayet meclisleri için yapılacak seçimlerde azınlıklar da temsil edilecekler ve genel müfettişlerin uygun görüp görmemelerine bağlı olarak zabıta ve jandarmaya eleman almada Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik ilkesi uygulanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Norveçli Binbaşı Nicolas Hoff ve Hollandalı Westenenk genel müfettiş olarak seçildi. Bu müfettişlerle birlikte çalışacak elemanlar belirlendi. 1914 yazında söz konusu müfettişler Türkiye’ye geldiler. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bir ıslahat hareketine girişilmeden vazifelerini bırakmak zorunda kaldılar.[6]

Kerimî, bu müfettişlerin gelmesinden yaklaşık bir buçuk yıl önce 21 Aralık 1912’de, Balkan Savaşları’ndan sonra Türkiye’nin başını ağrıtacak en önemli iki sorun olduğunu vurgular. Bunlardan birisinin Cebel-i Lübnan, diğerinin de Ermeni meselesi olduğunu söyler. Bu sorunun; baş ağrısından nasıl kangren hâline geleceğini, yukarıda bahsettiğimiz olayların büyük çoğunluğunun nasıl gerçekleşeceğini tahmin eden basiretli bir aydın olduğunu, şu cümleleriyle ispatlar: “Anadolu’nun altı vilayetindeki Ermenilere “ıslahat” uygulanması, otonom Ermenistan’a yol açılması demektir. Çünkü bugünkü ıslahat layihasına binaen oraya tayin edilecek umumi bir müfettiş, Türkiye tarafından değiştirilemeyecek bir zat olacak. İhtimal ki bunun Hristiyan olması şartı da getirilecek. Yanındaki müşavirler de ecnebi Hristiyanlardan (İngiliz) olacak. Ermenistan’da görevlendirecek memurları onlar tayin edecekler. Ermenistan’dan toplanan vergilerin çoğu bu vilayetlerin kendi ihtiyaçlarına ayrılacak. Mahkemelerde mahallî dil geçerli olacak. Jandarma ve polis tedricen mahallî halktan teşkil edilecek… vs.” (s. 129-130)

Ba’sü Ba’del Mevt (Ölümden Sonra Yeniden Dirilme)

Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü badel mevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Balkan Savaşları’nın sonucu sayılabilecek antlaşma imzalanmadan önce yazar şu öngörülerde bulunur: Edirne’nin elden çıkacağını, Adalar Denizi’ndeki adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakılacağını, şayet Türkiye harp tazminatı ödemek mecburiyetinde kalmaz ve Bulgarlar da Marmara sahillerine inmezse yukarıdaki bahsedilen şartlarla kurtulursa iki tarafın da bunu başarı olarak addedeceğini söyler. Bundan sonra Türkiye’nin bir Avrupa devleti değil bir Asya ülkesi sayılacağını söylemekle birlikte Osmanlıcılık, İslamcılık fikrinin resmen çürüdüğünü milliyetçilik ipine sarılmaktan başka kurtuluşun olmayacağını belirtir. Eski imtiyazlarla siyasi ve ekonomik bakımlardan Türkiye’nin Avrupa devletlerinin elinde esir oluşu, Türk halkının genelinde uyanış, bilgi ve kültür bulunmayışı, dini taassubun güçlü olması, Türklerin kendi ellerinde ticaret, sanat bulunmayışı, ziraat işlerinde çok geride kalmaları, Avrupa’daki manasıyla millî hissiyata sahip olmamaları ve yabancı devletlerin menfaatlerinin Türkiye’nin istiklâl ve kuvvetini yok etmekte olması gibi faktörleri dikkate alarak Osmanlı Devleti’nin müstakil olarak yaşaması ve istiklâlini korumasını imkânsız olarak görür. Balkan Savaşları’ndan gerekli derslerin çıkartılmadığını, muhtemel sorunlara karşı soğukkanlı hareket edilmediğini ve sorunu yok farz ederek yaklaşıldığını, Arnavut ve Makedonya meselelerinin yerine Ermeni, Kürt, Arap, Yemen ve Boğazlar meselesinin çıkacağını bunda da aynı metotların izleneceğini bunun sonucunda Avrupa devletlerinin müdahale edeceğini söyler. Fransa’nın Suriye bölgesinden, İngiltere’nin Basra Körfezi ve Mezopotamya civarından kendilerine hisse alacağını, İtalya’nın Trablusgarp’a ilave olarak Adalar Denizi’nde birçok adayı alacağını, Haydarpaşa- Bağdat Demiryolu’nu alan Almanların muhtemelen Boğazlarda da hâkim olacağını belirtir. Son olarak şunu söyler: “İşte bunları düşününce “ba’sü ba’del mevt” akla geliyor. Hint, Mısır, Rusya Müslümanlarının dirilmeye başlamaları kendi devletleri yıkıldıktan ve yabancı devletlerin idaresine düşerek bir müddet ezildikten sonra başladığı gibi Osmanlı Türklerinin de bu hâlden müstesna olmamaları büyük ihtimaldir ve benim hususi fikrim de budur.”(s. 354-5)

Sonuç ve Değerlendirme

Kerimî’nin gönderdiği mektuplarda yer alan “dost acı söyler kabilindeki tespit ve gözlemlere” memleketinde Osmanlı’ya sempatiyle bakan insanlar ilk başta inanmazlar. Hayal kırıklığına uğrayanlar az değildir. Yazara tepki gösteren önemli bir okur kitlesi vardır. Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. Yazarın mektuplarında dile getirdiği geleceğe yönelik öngörülerinin önemli bir kesiminin gerçekleştiğini daha sonra gelişen olaylar bize göstermektedir. Yazarın basiretinin güçlülüğü kitabın ciddi bir eser olmasına kuşkusuz katkı sağlamaktadır.

Yazar, İstanbul’da kaldığı dört ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh hâlini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etme fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakatlar yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili -kendisini çok rahatsız eden- sorulara cevaplar almak için çırpınır. Yabancı uyruklu, Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır.

“İstanbul Mektupları”, bir savaş muhabirinin keskin gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük sosyal hayatından da onlarca örnek sunar. Özellikle de İmparatorluğun en değerli topraklarının elden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km. kaldığı bir dönemde, milletin gerek cephede gerekse cephe gerisindeki sosyal çürüme emarelerini yansıtan onlarca ibretlik olayı okuyucunun gözü önüne serer.

Yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Fatih Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci, yüksek kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bu özellikleriyle, yurt içinde farkına varılamayan Türk toplumunun zaaf ve noksanlıklarını, bir yabancı gözlemci olarak keskin bir biçimde ifade edebilmiştir.

Kerimî; Türklerin düşmüş olduğu duruma karşı içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayılabilecek- şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?” (s. 170)

Fatih Kerimî, toplumsal olarak yaşanılan felâket ve bozgunları içselleştirerek yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesinin gözyaşı ve alın teri olduğu söylenebilir.

Yazar adeta beyni, kalbi ve kalemiyle Türk toplumu ve devletinin 100 yıl önceki zaaf ve noksanlıklarının röntgen filmini, canlı fotoğrafını çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Dönemin hayatını sosyal ve kültürel olarak anlamaya çalışanlar için Kerimî’nin eseri ihmal edilmeyecek malzeme sunmaktadır.

İstanbul Mektupları’nın konuyla ilgili okunması gereken kitapların başında geldiğini belirten bir akademisyenin kitap hakkında sarf ettiği şu cümlelere hak vermemek elde değildir. “500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını üç haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayabilecek bir eser.

Not: Bu yazı Türkiye Günlüğü dergisinin Yaz 2013 tarihli, 115. sayısında yayımlanmıştır.



[1]    Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001, 367 sayfa. Eserin tanıtımında esere yönelik dipnot yazılmayacak, ilgili sayfalar metinde parantezle gösterilecektir.
[2]Fatih Kerimî, Avrupa Seyahatnamesi, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001, 143 sayfa.
[3]Fatih Kerimî, Kırım’a Seyahat, Hazırlayan: Hayri Ataş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, 128 sayfa ve http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3023.
[4] Yazarın İstanbul’da görüştüğü aydın ve devlet adamlarından bazıları: Dr. Abdullah Cevdet (Karlıdağ), Darülfünun Felsefe hocası Hilmi Bey, Trablus Kahramanı Enver Bey (Paşa), Yazar Halide Edip Hanım, İttihat ve Terakkînin Reisi Prens Sait Halim Paşa, yazar Ahmet Agayef (Ağaoğlu), İstanbul Kız İdadi Mektebi Müdiresi Nakiye Hanım, Maliye Mektebi Müdürü ve birçok mektepde ilm-i İktisat hocası Mustafa Zühtü Bey, Sosyolog Ziya Bey (Gökalp), Türkiye’nin pedegog âlimlerinden Sâtı Bey, Mizancı Murat Bey, Sadrazam Hakkı Paşa, Fatma Aliye Hanım, Yazar Ali Faik (Ozansoy), Eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Tanzimat Gazetesi’nin sahibi Lütfü Fikri (Düşünsel) Hilal-i Ahmer Cemiyetinin Reisi Doktor Besim Ömer Paşa, Hariciye Nazırı Prens Sait Paşa, Dâhiliye Nazırı Hacı Adil Bey, Eski Maarif ve Dâhiliye Nazırı ve Sadrazam Hakkı Paşa, Şair Nigar Hanım, eski Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Maarif Nazırı Emrullah Efendi, Ulemadan Mardinzâde Ebulula Efendi, Yazar Babanzâde Naim Bey,  Mehmet Akif (Ersoy), Sebilürreşat Mecmuasının Müdürü Eşref Bey, Defter-i Hakanî Nazırı Mahmut Esat Efendi, Diplomat ve Şair Abdülhak Hamit (Tarhan), Şeyhulislam Esat Efendi, Maarif Nazırı Şükrü Bey, Darülfünun Müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Selim Sırrı (Tarcan), Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan)’dır.
[5] Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 172, (Türk Yurdu Mecmuası, ‘Merhum Ahmet Midhat Efendi ve Şimal Türkleri’ Fatih Kerimî, 3. yıl, 6. sayı, s. 161-163).
[6] Hikmet Özdemir vd., Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2004 s. 65-66.