BALKAN
BOZGUNUNDAN 100 YIL SONRA TATARİSTANLI BİR GAZETECİNİN GÖZLEMLERİ: FATİH
KERİMÎ’NİN “İSTANBUL MEKTUPLARI”[1]
Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları,
İstanbul, 2001, 367 sayfa, ISBN:9754540390.
Türk
tarihinin büyük bozgunlarından olan Balkan Savaşı’nın üzerinden tamı tamına 100
yıl geçti. Yüzüncü yıl münasebetiyle “Balkan Savaşı” bu yıl birçok yayın
organının gündemine girdi. Ayrıca birçok kurum ve kuruluş muhtelif toplantılar
ve konferans salonlarında etkinlikler düzenleyerek bu savaşın daha iyi
anlaşılmasına çalışırken hatırı sayılır sayıda araştırmacı-yazar ve akademisyen
de bu dönemle ilgili çalışmalarını kitap olarak kamuoyuna sunmaktalar.
Tarafımızdan da bu dönemle ilgili, parlak bir beynin ve sağlam bir vicdanın
mahsulü, çarpıcı gözlem ve değerlendirmelerden oluşan bir kitabın incelemesi
ile sürece küçük de olsa bir katkıda bulunmaya gayret edilmiştir.
Fatih
Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli çalışmasına geçmeden önce yazarın
özgeçmişi hakkında kısaca şunlar söylenebilir. 1870 yılında Tataristan’ın
Bügülme kazasına bağlı Minğlibay köyünde doğan Fatih Kerimî, Modern Tatar
Edebiyatının kurucularından ve Tatar cedidizminin (İsmail Gaspıralı’nın kurduğu
modernleşme hareketi) önderlerinden olup, yaşamı boyunca karşımıza öğretmen,
yazar, gazeteci, siyasetçi olarak çıkar. Fatih Kerimî, 1890’lı yıllarda yüksek
öğrenim maksadıyla 1912-1913 yıllarında ise harp muhabiri olarak İstanbul’da
bulunmuştur. Yazarın hayatı 1937’de Moskova’da Türkiye casusu olmak, Stalin’i
öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla
askerî mahkeme tarafından idama mahkûmiyeti ve kurşuna dizilmesi ile son
bulmuşsa da rejim 1959’da suçsuzluğunu kabul etmiştir. Birçok kitabı olan
Kerimî’nin “İstanbul Mektupları”, “Avrupa Seyahatnamesi”[2] ve “Kırım’a
Seyahat”[3] eserleri günümüz
Türkçesine çevrilmiştir.
1906
yılında Remiyev kardeşlerin çıkardığı Vakit Gazetesi’nin başyazarı olan Kerimî,
Balkan Savaşları başlayınca, Fransızcası da çok iyi olduğu için savaş muhabiri
olarak, daha önce tahsil gördüğü ve yakından tanıdığı İstanbul’a gönderilir.
Memleketi Orenburg’dan çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. 1 Kasım
1912’den, görevini bitirip memleketine döndüğü gün olan 18 Mart 1913’e kadar
geçen yaklaşık dört aylık sürede İstanbul’dan gazetesine 70 adet yazı (mektup)
gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit, üçü de “İstanbul Teessüratı I, II, III”
başlıklarıyla yine Orenburg’da çıkan Şura gazetesinde yayımlanır. 1913’de de
Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” ismiyle kitaplaştırılır
ve Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır.
Rusya’da
1913’te basılan bu eser Türk okuyucusunun karşısına 2001’de, tam 88 yıl sonra
çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve
eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve İstanbul
Mektupları” isimli takdim yazıları, Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz, Kerimî’nin
Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği Türk dünyası
hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine
Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikate Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin
görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.
Tembellik
ve Atalet
Kerimî’yi
İstanbul’a getiren vapur, Kurban Bayramı’nın dördüncü günü şehre yaklaştığında
birbiri ardınca işitilen top sesleri Kerimî’yle birlikte bir kısım yolcuları da
tedirgin eder. Vapurda yol arkadaşı olan ve İstanbul’u tanıyan Rum ve Ermeni
vatandaşlar “Korkmayınız efendiler,
Müslümanların Kurban Bayramı’dır. Bayram günü her namaz vaktinde top atarlar.”
deyince endişeleri yatışır. Esasen bu endişeleri, bir bakıma, yolculuk boyunca
Kerimî’nin, “Hilâl-i Ahmer” de yaralı Türk askerlerini tedavi etmek amacıyla
İstanbul’a gelen hemşehrisi, hemşire Rukiye, Gülsüm ve iki Meryem hanımlarla
sohbetleri de beslemiştir. Kısaca İstanbul’da hiç kimsenin kalmadığını, yediden
yetmişe herkesin cepheye gittiğini, vatan savunmasında herkesin malını, mülkünü
ve ailesini hiçe sayacak durumda olduğunu, herkesin “Ya namus ya ölüm!”
parolasını benimsediğini tahmin etmektedirler. Vapurdan inip iskeleden gerçeğin
kollarına atılınca, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı”
hikâyesinin kahramanı Turhan’a dönerler. Hayallerindeki İstanbul, Türk, Osmanlı
ve İslam âlemi ile karşılaştıkları manzara arasındaki fark onları derinden
hüsrana uğratmıştır.
Yazar,
bu manzarayı şöyle tasvir eder: “İstanbul
gümrüğünden çıkıp Sirkeci ve Babıâli caddeleri boyunca yürüyerek Meserret
Oteli’ne giderken caddenin iki yanındaki sayısız kahvehanelerde o kadar çok
insan oturmakta idi ki, hiç birisinde ayak basacak yer yok. Kahvehanelerin
sadece içleri değil, önleri de dolu. Kaldırımlara iskemleler koyup oturmuşlar,
âdeta geçilemiyor. Hepsi de gayet sağlıklı, genç ve zinde Türkler. Gayet düzgün
giyinmişler. Hepsi de gayet mütekebbirane oturuyorlar. İhtimal ki bugün
bayramdır da onun için böyle oturuyorlar dedik. Lâkin her gün ve İstanbul’un
her yerinde durumun böyle olduğunu gördük. Bunun sebebini sorduk: ‘Ne olacak
efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, eğer erzak
yetiştirilirse onlar da iyi savaşabilirler’ dediler.” (s. 14).
Yazar,
İstanbul’da çıkan bir yangında Sultanahmet ile Ayasofya arasında birkaç yüz ev
ve dükkânın yandığından bahseder. Bunların hepsinin Müslümanlara ait olduğunu
belirtikten sonra Türk toplumunun ne kadar kaderci, miskin olduğunu ince bir
alayla şöyle anlatır: “…Bunların
tamamının sigortalı olduğu söylenebilir, lakin bilinen sigorta şirketlerine
değil, Cenab-ı Hakka sigorta edilmişti ve sigorta şirketlerinin bakır levhaları
yerine bu evlerin tamamının üzerinde “Ya Hafız!”, “Ya Malike’l Mülk!”, “La
havle vela kuvvete illa billâh” yazılı ağaç levhalar vardı. Binaenaleyh evlerin
bedellerini de doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’tan dua ederek istemek
gerekecektir.” (s. 253).
Yazar,
Türklerin üzerine serpilmiş ölü toprağından; şahit olduğu, atalet ve tembellikten oldukça huzursuzdur. Bu
huzursuzluğunu yer yer üzülerek, zaman zaman da umutsuzluğa kapılarak şöyle
tasvir eder: “İstanbul’un beş yüz
kahvehanesinde vasati olarak ellişer kişiden yirmi beş bin kişinin ve bunlar
cümlesinden sarıklı, cüppeli hoca efendilerin
sabahtan akşama kadar kâğıt, dama, tavla oynayıp tembel tembel oturmaları, sokakta yürüyen erkeklerin rastladıkları
Müslüman kadınlara laf atmaları…” (s. 161).
Bazen
de ümitsizliğini, çaresizliğin kucağında doğmuş gayrimeşru gizli bir
alaycılıkla anlatmaya devam eder: “İstanbul’un
içi rahat, son günlerde havalar güzel, parlak ve güneşli, pencereleri
gündüzleri açarak güzel havadan istifade etmek mümkün olduğu gibi kahvehane
müdavimleri de kahvelerini kaldırımlarda içiyorlar ve nargileyi de burada çekip
beşer altışar saat yerlerinden kalmaksızın huzur ve sükûnet içinde oturuyorlar.
Bu da şarkın bir safası, bir rahatıdır ki Avrupa halkı bu lezzetten
mahrumdur(!)” (s. 88).
Başka
bir bölümde de bu kahvehane müdavimlerinin içtiği nargilelerinin dumanlarının
camilerin ulu minareleri ile yarıştığından bahseder.
Devrin
Aydınları ile Görüşmeler
Kitabın
cezbedici yanlarından birisi de Fatih Kerimî’nin birbirinden farklı görüşlerde
olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, bilgin,
paşa, bürokrat, bakan, başbakan, öğretmen, milletvekili, diplomat ve doktor
gibi aydın ve düşünürlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir. Bunlar, yazarın
Akçuraoğlu Yusuf Bey ve meşhur Tatar seyyahı Abdürreşit İbrahim’in kılavuzluğu
ve yardımı ile onlarca aydınla imtiyazlı temaslarının ürünüdürler. Kerimî’nin
satırlarında Enver Bey ile İttihat ve Terakki Fırkası’na sempatisi olduğu hemen
dikkati çekmekle birlikte, İttihatçıları eleştirmekten de geri kalmayan bir
üslubu olduğu da gözden kaçmıyor. Kitabı hazırlayan Fazıl Gökçek’e göre
İttihatçıların ilerleyen yıllarda yaptıkları yanlışlar; yazardaki ittihatçı
sempatisinin etekleri altına gizlenmiş eleştirisinin yoğunluğunu artırmış,
zamanla şefkatini tüketen tenkitler birer keskin ve öldürücü oka dönüşmüştür.
Her türlü duygusallığı bir kenara bırakıp gerçeği öğrenmek ve kafasındaki sorulara
cevap bulmak, onun için tamamlanması gereken tarihî bir görevdir ve dört ay
gibi kısa bir sürede Kerimî neredeyse İstanbul’daki aydınların büyük kısmına
ulaşır. Kimisiyle bir dost meclisinde, kimisiyle bir otelde, kimisiyle
cezaevinde, kimisiyle bir toplantıda, kimisiyle makamında, kimisiyle de
köşkünde görüşmeler yapar. Her birine; duruma, zamana, görüştüğü kişilerin
makam ve statüsüne göre çeşitli sorular yöneltir. Bu soruların bir kısmı
şunlardır:
1.
İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir zamanlar ülke içinde o kadar kuvvet ve nüfuza,
ülke dışında da o kadar hüsn-i teveccüh (beğeni) ve hayırhahlığa (iyilik istemeye) sahip olduğu hâlde bu mevkiini niçin
koruyamadı?
2.
Türk askeri Balkan Savaşı’nda niçin bu kadar kolay yenildi? Türkiye’nin devlet
adamları bunun böyle olacağını önceden neden kestiremedi?
3.
Türkiye’nin, elinde kalan toprakları koruyabilmesi umudu var mıdır? Bundan
sonra nasıl bir siyaset takip edilmelidir?
Görüştüğü
kişilerin entelektüel birikimine ve uzmanlık alanına göre muhatabına farklı
konularda birbirinden ilginç sorular yöneltir. Örneğin Babanzâde Ahmet Naim
Bey’e bir hasbihâlde şu güzel soruyu sorar: “İslâmiyet, medeniyete müsaittir diye her zaman söylüyoruz. Buna delil
olarak eski Müslümanların terakki (ilerleme) ve temeddünlerini (gelişmelerini)
misal gösteriyoruz. Lâkin bugün dünyanın neresine bakılsa Müslümanlar maarif ve
medeniyetçe en gerideler. Hatta bir şehirde bile Müslüman Mahallesi diğer
milletlerin mahallelerinden fakir, pis ve kötü durumdadır. Bu hâl Kazan’da da,
Fas’ta da, İran’da da, İstanbul’da da böyledir. Acaba sizce bunun sebebi nedir?”
Ahmet
Mithat Efendi’nin Ölümü Hakkındaki Gözlem ve Düşünceleri
Kerimî,
kısa görev süresinde bahsettiğimiz aydınların dışında bu dönem vefat eden
gazeteci yazar Ahmet Mithat Efendi ve gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey ile görüşme
fırsatı bulamaz. Özellikle de çok istemesine rağmen Ahmet Mithat Efendi ile görüşemediği
için fevkalade üzülür. Rusya’daki muadillerine yapılan merasimlerin benzerine
şahit olmayı ümit ederek Efendi Baba’nın cenaze ve taziyesine katılır. Hayal
kırıklığına bir ölçü olsun diye kitabında 1910’da Rusya’da ölen Profesör
Murmusof’un cenazesini ve ölümünün Rus kamuoyunun gündemini günlerce işgal
edişini, Rusların yazarlarına nasıl sahip çıktığını ayrıntılarıyla anlatır.
Buna karşılık İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi’nin son yolculuğuna kamuoyunun,
hükûmet ve devletin ilgisizliğinden adeta kahrolur. Cenazede Cemalettin
Afgani’nin bir zamanlar kendisine söylediği: “İlim ve marifet karşısında diz
çöküp hürmet göstermeyen milletlerin akıbeti hüsrandır. O, millet yaşayamaz,
çünkü yaşamaya lâyık değildir.” sözünü hatırlayarak efkârlanır. Ahmet
Mithat Efendi’nin vefatından sonra hakkında basında çıkan küçük çaplı
yazılardan teker teker bahseder. Bu arada Fatih Kerimî devrin önemli
dergilerinden Türk Yurdu’nda Ahmet Mithat Efendi üzerine bir yazı kaleme alır.
Kendisi İstanbul Mektupları’nda -mütevazılığından olsa gerek- bu yazıdan
bahsetmez.[5]
Kadınların
Eğitimi ve Modernleşmesi Hakkındaki Fikirleri
Yazar, kadınların eğitimsizliği, tesettür,
giyim kuşam ve bunlarla ilgili sorunların çözümü konusunda entelektüel merakını
gidermek için aydınların bir kısmıyla -özellikle de kadın yazarlardan Fatma
Aliye, Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım ile- kadınların sosyal hayattaki
etkinliklerinin artırılması için neler yapılabileceği konusunda fikir
alışverişinde bulunur. Hürriyetin ilanından sonra kadınların mektep hayatında,
okumasında, davranışında ve giyim kuşamında hemen hemen hiçbir değişikliğin
olmadığını belirtir. Hatta kapalılık ve giyim kuşam konusunda eskisinden daha
yumuşak olması gerekirken daha katı hâle gelindiğini söyler. Sultan Hamid zamanında
kadınların hiç olmazsa gözlerini açık bırakarak yüzlerine beyaz bir peçe
örttüklerini, şimdi ise daha sıkı kontrol altında olduklarını, İranlı kadınlar
gibi oyalı bir kara çarşaf örterek yüzleri ve gözlerini kapattıklarını
belirtir. Meşrutiyetle birlikte alt ve orta tabakadan Türklerden bazılarının
sokaklarda çok seyrek olarak eşleriyle birlikte dolaştığını belirtir (s. 156).
Yazar,
Meclis-i Mebusan Reislerinden Ahmet Rıza Bey’in İstanbul’da bir kız sultanisi
mektebi (kız lisesi) açmak istediğini, bir takım ham softaların buna karşı
çıktığını belirterek Adile Sultan tarafından hediye edilen binanın ilerleyen
dönemlerde kız lisesi olarak açılacağını belirtir. Kerimî, bu binayı görmek
ister. Askerî okul olarak kullanılan bu binanın müdürü ile görüşür. Kadınların
okullu, eğitimli olması gerektiğiyle ilgili fikirlerinden okul müdürüne anlatır.
Buradaki müdür kız çocuklarının okumasıyla ahlakının bozulacağı fikrini savunan
tipik mutaassıplardan biridir. Kerimî, Türkiye’de savaş dolayısıyla kadın
hemşire, hasta bakıcı, doktor sıkıntısı yaşandığını, yurt dışından gelenlerin
özellikle de Müslüman olanlarının sayıca ve ehliyetçe yetersiz olduğunu, sadece
hemşire açığının bile kadınların okumasını gerektirdiğini ısrarla vurgular.
Kerimî, burada kadınların eğitimsizliğinin ne kadar acı, ağır, katlanılmaz
faturalara mal olduğuna dair fikrini beyan eder. Çok güzel bir tespitte
bulunur. Türk kızlarının gayrimüslimler
seviyesinde eğitimli ve bilgili olmadıkları için Türk paşaları, Türk sefirleri
ve aydınları arasında Fransız, Alman, Rus, Yahudi ve Rum kızlarıyla
evlenenlerin sayısının günden güne arttığını belirterek bu durumun ileride
önlemi alınmadığı takdirde istenmeyen sosyal ve kültürel sonuçlar doğuracağını
söyler.
Yazar,
Amerikan Kız Koleji’nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının
sayısının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder ve şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların
İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir
mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir
mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan (şaşılacak şey) değil midir?”
(s. 14).
Yazar,
kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar
doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemlerde bulunur ve kadınların
okutulmasının ne kadar gerekli olduğunu ustalıkla anlatır: “Bugünkü
günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan
milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün
gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket hâlinde ve
hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor,
sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç (felçli). Bir erkeğin kazancını beş on kişiden
meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü
şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara
çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler
içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor.
Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı
dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli
vermiyorlar. Bin türlü tezellül (aşağılanma) ile hükûmet memuriyetinde çalışan
eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden
çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete
mahkûm oluyor.” (s. 216).
Cepheye
Dair Gözlemler
Yazar,
Türk ordusunun başta Edirne kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip
Paşa’nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın maiyetindeki asker ve subayla
göstermiş oldukları direnci, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek
şanlı vak’alar olarak görür. Kırkkilise (Kırklareli) Muharebesi’nde subayların
yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler. (s. 68) Bu şehirlerden Edirne
dışındakileri düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı elçi
tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne
kadar feci bir manzara olduğunu belirtir.
Yazar,
elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç
direnmeden Selanik’i teslim eden Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını
anlatır. Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer
doktorunun Kerimî’ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için
azıcık bile mukavemet gösterilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu
kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlıların bile akıllarına getirmediğini, Türk
askerinin erzak ve mühimmatının yeterli olduğunu, hatta sadece ekmek değil et
ve pilavın dahi bulunduğunu anlatır. (s. 68/9)
Meclis
ve hükûmet Edirne’nin Bulgaristan’da kalmasını ve adaların Avrupa devletlerinin
kararına bırakılmasını resmen onaylayınca halkın büyük bir çoğunluğunun böyle
bir karara hazır olduğunu belirterek başkentlik yapmış şehrin elden gitmesine
fevkalade üzülenleri hüngür hüngür ağlayanları da gözleriyle gördüğünü vurgular
Kerimî. Hükûmetin kararını okuyan bir büyük zatın durumunu anlatır: “Bunun böyle olacağını ve başka çare kalmadığını
önceden de biliyordum. Lâkin böyle resmî karar suretinde ilan edilmesi insana o
kadar ağır geliyor ki tarifi mümkün değil dedi gözlerinden yaşlar boşandı,
sustu.” (s. 182).
Kerimî,
Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğu gibi subaylar
arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak
yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğunu, sadece kendi rahatını
düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek
var?” diyenlerin mevcut olduğunu güvenilir kaynaklardan öğrenerek
bizlere aktarır.
Kerimî,
Harbiye Nezareti’ne gittiğinde bahçede, Anadolu’dan gelen takviye birlikler ile
gönüllü askerlerin talim yapmaya çalıştığını bu gönüllülerinin kollarında “Kürt
Gönüllüleri”, “Dağıstan Gönüllüleri”, “Erzurum
Gönüllüleri” yazdığını belirtir. Darülfünun gönüllülerinin burada
yaptığı talimden bahseder. Kürtlerden
birçok kadın ve erkeğin gönüllü olarak geldiğini, bütün binanın içinin
karınca gibi dolduğunu söyler. Giyim kuşamlarının tarif edilemeyecek kadar
farklı olduğunu kimisinin fesli, kimisinin kalpaklı, kimisinin sarıklı, kiminin
alelade başlık, kiminin de kahverengi fes gibi püskülsüz şeyler giydiğini
belirtir (s. 22).
Yazar,
bir dönem kahramanca mücadele ederek devletin, milletin ve vatanın âli menfaati
için çırpınan insanların ve kahramanlıklarının yaşatılmadığını anlatır; onların hatıralarını gölgeleyecek hâl, tavır ve
davranışlarda bulunanlara ya da aynı anda hem kahraman hem de ahlaksız olabilen
tiplere İstanbul’dan somut örnekler verir. Savaşın başlayacağı hesap edilerek
Anadolu’daki Kürt Hamidiye Alayı’ndan birkaç bin askerin İstanbul’a getirilip
Haydarpaşa’daki Selimiye Kışlası’na yerleştirildiğini, bunların şehre dolaşmaya
çıktıkları zaman bazı uygunsuzluklar göstermeye başladıklarını, mesela
dükkânlardan bazı şeyler alıp parasını ödemediklerini veya lokantalarda yiyip
içip ücretini vermediklerini, bu sebeple kışladan çıkmalarına yasak
getirildiğinden bahseder (s. 180).
Cephe
Gerisindeki İnsanların Kalitesine Dair Gözlemler
Kerimî,
Türk toplumundaki ahlaksızlıklar
hakkında da sınırsız örnekler verir. Bu örnekler karşısında okurun şaşırması
muhtemeldir. Kitabın birkaç yerinde İstanbul’da yolda giden kadınlara laf
atanların, tacizde bulunanların azınlık vatandaşları değil de Türkler
olduğundan bahseder. Kerimî, Sebilürreşat Mecmuası’nın yönetici ve
yazarlardan Babanzâde Ahmet Naim Bey’in evinde bir akşam yemeğine katılır. Bu
davette mecmuanın müdürü Eşref Bey, Naim Bey’in Paris’te okuyan kardeşi Şükrü
Bey ve müstakbel İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif Bey de bulunur.
Birbirinden ilginç konulara değinerek sohbet ederler. Kadınların tesettürü
meselesine gelince Akif Bey’in Türk erkekleri hakkında düşünceleriyle
Kerimî’nin gözlemleri ve düşünceleri çakışmaktadır. Kerimî, Mehmet Akif Bey’in bu konu hakkındaki
düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “O, [Mehmet Akif), kadınların cemiyete
karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin
arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.” (s.
305).
Yazar,
şehrin ekonomik hayatında Türklerin istenilen düzeyde yer almadığını; bunun
doğal sonucu olarak ekonomide söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar,
oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların
bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların
birbirlerini desteklemediğinden, buna karşın azınlıkların ise birbirlerini
kolladığından bahseder. Avrupa devletlerinin ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş
Osmanlı Devleti’ne borç para vermekten çekinmesi, savaşın pahalıya mal olması,
kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve göçmenlerin istihdam sıkıntısı,
memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün altında ezilen
hükûmetin yaklaşan savaşı ihtiyatsızlıkla karşılamasına sebep olduğunu anlatır.
Yazar,
Türk halkının, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap tebaadan farklı olarak,
Avrupa’daki manasıyla basın-yayın bilinci ve vasıtalarından ve bunlara muhtaç
bir idealden mahrum olduğundan, diğerleri kendi menfaatlerine hizmet ederken
Türk gazetelerinin idealsiz ve istikametsiz bir hâlde, daha fazla satmak ve
kapanmamak için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarından bahseder. Türk gazetelerinde Anadolu vilayetlerinin
durumu hakkında haber bulmanın çok zor olduğunu, Türk siyaseti, Türk ideali,
Türk fikri, Türk ahvali hakkında çok az haberin olduğunu yahut hiç yer
almadığını özellikle belirtir. Buna karşın Avrupa siyasetinden en ehemmiyetsiz
haberlerin çarşaf çarşaf yer bulabileceğini, Bursa’nın köylerinde kışın
soğuklarında halkın yakmak için evlerine odun getiremediğini, ormana gidip,
ağaçları yakarak ısındıklarını, kışın kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin
şehirleri arasında otuz gün posta işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün
olamayacağını söyler. Hükûmette kim bulunuyorsa Türk gazetelerin de onların fikirlerini desteklediğini belirtir.
Kerimî’nin,
İstanbul’daki esnafın önemli bir bölümünün ahlaksız, düzenbaz, üçkâğıtçı
olduğuna dair haber ve yorumları, memleketinde uzun süre başyazarlığını yaptığı
Vakit Gazetesinde yayımlandığında, bu yazıları okuyanlar yazara inanmak
istemez, kendisini ağır surette eleştirirler ve kendisine Türklerin böyle
ahlaksız olamayacağını söylerler. Hatta kendisini yalancılıkla itham edenler
bile olur. Yazarın İstanbul esnafı hakkındaki tespitlerinden bir kısmı
şöyledir: “Buradaki tüccarlar arasında
sahtekârlık ve hıyanetin çokluğu da diğer bir can sıkıcı durumdur. Ticarette
aldatmak denilen şey, burada çok alelâde ve meşru bir iş sayılıyor. Piyasayı
bilmeyenden üç kat fiyat istiyorlar. Ne kadar pazarlık edersen o kadar
düşürüyorlar. Bilmiyorsan malın mutlaka sahtesini veriyorlar. Yağ alıyorsun,
katkılı oluyor, süt alıyorsun yarısı su çıkıyor. Ekmek alıyorsun, gramajı
azalıyor. Bez, mendil, alıyorsun ağarmış oluyor, bir kere yıkandığında
dokumaları açılıp balık ağına dönüyor. Sokakta bağırarak koşan çocuktan gazete
alıyorsun, eve gittiğinde bakıyorsun, dünkü veya eksik basılmış hatalı gazete
olduğunu görüyorsun. Her şey böyledir. Sözünde durmak denilen şey hiç yok.
Hülasa aldatmaktan hiç çekinmiyor ve hiç korkmadan buna devam ediyorlar.
Emniyet hâsıl ederek müşteri kazanmayı düşünmüyorlar.” (s. 324)
Savaş
Mağdurlarının Sorunlarının Çözümüne Yönelik İç ve Dış Yardımlar
Yazar,
Balkan Savaşları’nda cepheye ülke içinden ve dışından gönüllülerin akın akın
gittiğinden ve savaş yardımı olarak para, altın, yiyecek, giyecek ve sağlık
malzemelerinin geldiğinden bahseder. Hilal-i Ahmer’in Japonya, Hindistan,
Mısır, İngiltere ve Hollanda şubelerinden çeşitli heyetlerin gelerek hasta ve
yaralıların tedavilerine yardımcı olduklarını bildirir. Hint Müslümanlarının
çok fedakârlık yaptığından, kurban kesmeyip paralarını İstanbul’a
gönderdiğinden, Kanada, Kaşgar, Kırım, Yalta ve Kafkas Müslümanlarının nakdi
yardımlarından özellikle bahseder. Kafkaslardan nakdi yardımın gönderilmesinin
yanında, hem gönüllü savaşçıların hem de diğer bölgelere nazaran daha fazla
gönüllü sağlık ekibinin geldiğini belirtir. Ayrıca İngiltere ve Rusya’nın
elçileri ve eşlerinin göçmenlere nakdi, hediye, yiyecek ve içecek yardımında
bulunduklarından bahseder. Almanya’da çıkmakta olan Frankfurter Zeitung
gazetesi ile Hollanda’ki Tiyu de Curient gazetesinin kampanya açarak bir miktar
para yardımında bulunduğunu belirtir. Hint Müslümanlarının gönderdiği
yardımların içinde Mecusilerin katkısının da olduğunu vurgular. Özellikle Bakülü
milyonerlerden Şemsi Esedullayef Efendi’nin küçük oğlu Ali Bey’in ve yazarın
kardeşi Arif Kerimî’nin cephede savaştığını anlatır. Arif Bey’in Çatalca Savaşı’nda
dört defa çatışmaya girdiğini, elinden yaralandığını belirtir. İstanbul’da
kendisiyle birlikte az da olsa zaman geçirdiğini kitaptan öğreniyoruz. Kitabın
yan kapağında Arif Kerimî’nin yaralı hâlde bir fotoğrafı da bulunmaktadır.
Savaşta
halkın millî bilincini yükseltmek, yaralı ve hastaların tedavisine, cepheye
gönüllü asker sevkiyatına, Balkanlardan gelen göçmenlerin sıkıntılarının
azaltılmasına yardım etmek, bunlara maddi destek sağlamak amacıyla birçok kurum
ve kuruluş hükûmete destek olmuştur. Eserde yazar, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin,
Türk Ocağı’nın ve Müdafaa-i Millîye Cemiyetleri’nin yaptığı hizmetlerden
bahseder. Bizzat, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Millîye’nin etkinliklerine katılır ve
hizmetlerini yakından gözlemleme fırsatı bulur. Türk Ocağı’nın tüzüğüne uygun
olarak çeşitli toplantılar, konferanslar yapıldığını, Darülfünun (üniversite)
müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi
(Tanrıöver), Ağayef Ahmet, Selim Sırrı, Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey gibi
aydınların konferanslara iştirak edip, sohbetlerde bulunduklarını, Şair Mehmet
Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir (Erozan)’ın burada şiirler okuduğunu
belirtir.
Bilindiği
gibi Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine İtalyanlarla devam eden
Trablusgarp Harbi’nin sonlanması için Uşi Antlaşması imzalanır. Osmanlı Devleti
artık Kuzey Afrika topraklarından çekilmiştir. Kerimî, bu toprakların elimizden
çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok
etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan birileriyle
karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. “Trablus
Müsalahası, yani Trablus’un Türkiye’nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç
tesir etmedi. Bunu düşünen de konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış,
Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar
yaptılar, bunlarda İtalya kralı ile padişahın resmini yan yana koydular. Bir
Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya kralına baş eğip temenna etmektedir.
İtalya kralı ile padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç
dalları konulmuş ve altına da ‘Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için
Trablus Müsalahası akdedilmiştir.’ diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların
vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını
aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı
olmayacaktır. ‘Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için’ diye yazıp asarlar”
(s. 37).
Balkan
Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin mağlup olmasının en önemli sebeplerinden birinin
orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde siyasi fırkacılığın had
safhada olması konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hemfikirdir.
Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmalarını,
bölünmelerini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilendiğini
aşağıdaki cümlelerle ifade eder: “Bugün
İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca sabık (eski) nazır (bakan), sabık vali,
sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar” (s. 200).
Fatih
Kerimî, kitabın birkaç yerinde sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda
ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt ve orta sınıf halkta savaşmaktan yana ve
galip geleceklerine dair inancın daha fazla olduğunu belirtir.(s.176) Zengin
sınıfın pek fedakârlık yapmadığını ifade eden yazar, fakir ve alt tabakanın
gösterdiği unutulmaz gayretleri anlatmaktan geri durmaz: “İstanbul’un zenginleri, paşaları
yardım verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son
kuruşlarını verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar” (s.
209). Askerlerin içinde dahi birçok kişinin “Bir an önce barış gerçekleşsin de
memleketime döneyim.” dediğini; esnafın bir kısmının, savaş yüzünden
ticaretinin durduğunu, işlerinin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın Türkiye
için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların Hristiyanları
kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce Darülfünun
(üniversite) gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun
dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü belirtir.
Ermeni
Sorunu Hakkında Öngörü
Ermeni
sorununda zorunlu yer değiştirmeye giden sürecin son aşamalarında, Ermenilerin
yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu vilayetlerinde yapılması gereken yenileşme
ve ilerleme atılımlarının bir karara bağlanması için büyük devletleri temsilen
Rusya’nın İstanbul Büyükelçiliği ile Osmanlı hükûmeti arasında 1913 Eylülünde
başlayan temaslar 1914 Şubatına kadar devam eder. 8 Şubat 1914’de Sadrazam Said
Halim Paşa ile Rusya’nın İstanbul büyükelçisi Gulkevic, Yeniköy Antlaşması’nı
imzalar. Bu antlaşmaya göre Doğu Anadolu; Erzurum, Trabzon, Sivas, Van birinci,
Bitlis, Harput ve Diyarbakır ikinci olmak üzere iki bölgeye ayrılacak, her
birinin başına bir yabancı genel müfettiş atanacaktı. Genel müfettişler kendi
bölgelerindeki idareyi, adliye ve jandarmayı denetleyecek, emniyet
kuvvetlerinin yetmediği yerlerde askerî kuvvetler de genel müfettişlerin emrine
tahsis edileceklerdi. Genel müfettişler gerektiğinde valiler ve memurlar
hakkında takibat yapabilecek, toprak meselelerini bir çözüme
kavuşturabileceklerdi. Kanun, nizamname ve resmî bildiriler bölgelerde mahallî
dillerde de yayınlanacak, herkes askerlik hizmetini kendi müfettişlik sınırları
içerisinde yapacaktı. Mahkemelerde ve devlet dairelerinde herkes kendi dilini
kullanabilecek, Hamidiye Alayları yedek süvari birliklerine dönüştürülecekti.
Vilayet meclisleri için yapılacak seçimlerde azınlıklar da temsil edilecekler
ve genel müfettişlerin uygun görüp görmemelerine bağlı olarak zabıta ve
jandarmaya eleman almada Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik ilkesi
uygulanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Norveçli Binbaşı Nicolas Hoff
ve Hollandalı Westenenk genel müfettiş olarak seçildi. Bu müfettişlerle
birlikte çalışacak elemanlar belirlendi. 1914 yazında söz konusu müfettişler
Türkiye’ye geldiler. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bir ıslahat
hareketine girişilmeden vazifelerini bırakmak zorunda kaldılar.[6]
Kerimî, bu
müfettişlerin gelmesinden yaklaşık bir buçuk yıl önce 21 Aralık 1912’de, Balkan
Savaşları’ndan sonra Türkiye’nin başını ağrıtacak en önemli iki sorun olduğunu
vurgular. Bunlardan birisinin Cebel-i Lübnan, diğerinin de Ermeni meselesi
olduğunu söyler. Bu sorunun; baş ağrısından nasıl kangren hâline geleceğini,
yukarıda bahsettiğimiz olayların büyük çoğunluğunun nasıl gerçekleşeceğini
tahmin eden basiretli bir aydın olduğunu, şu cümleleriyle ispatlar: “Anadolu’nun altı vilayetindeki Ermenilere
“ıslahat” uygulanması, otonom Ermenistan’a yol açılması demektir. Çünkü bugünkü
ıslahat layihasına binaen oraya tayin edilecek umumi bir müfettiş, Türkiye
tarafından değiştirilemeyecek bir zat olacak. İhtimal ki bunun Hristiyan olması
şartı da getirilecek. Yanındaki müşavirler de ecnebi Hristiyanlardan (İngiliz)
olacak. Ermenistan’da görevlendirecek memurları onlar tayin edecekler.
Ermenistan’dan toplanan vergilerin çoğu bu vilayetlerin kendi ihtiyaçlarına
ayrılacak. Mahkemelerde mahallî dil geçerli olacak. Jandarma ve polis tedricen
mahallî halktan teşkil edilecek… vs.” (s. 129-130)
Ba’sü
Ba’del Mevt (Ölümden Sonra Yeniden Dirilme)
Kerimî,
barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart
1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü badel mevt” isimli son yazısı adeta
kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Balkan
Savaşları’nın sonucu sayılabilecek antlaşma imzalanmadan önce yazar şu
öngörülerde bulunur: Edirne’nin elden çıkacağını, Adalar Denizi’ndeki adaların
Avrupa devletlerinin gözetimine bırakılacağını, şayet Türkiye harp tazminatı
ödemek mecburiyetinde kalmaz ve Bulgarlar da Marmara sahillerine inmezse
yukarıdaki bahsedilen şartlarla kurtulursa iki tarafın da bunu başarı olarak
addedeceğini söyler. Bundan sonra Türkiye’nin bir Avrupa devleti değil bir Asya
ülkesi sayılacağını söylemekle birlikte Osmanlıcılık,
İslamcılık fikrinin resmen çürüdüğünü milliyetçilik ipine sarılmaktan başka
kurtuluşun olmayacağını belirtir. Eski imtiyazlarla siyasi ve ekonomik
bakımlardan Türkiye’nin Avrupa devletlerinin elinde esir oluşu, Türk halkının
genelinde uyanış, bilgi ve kültür bulunmayışı, dini taassubun güçlü olması,
Türklerin kendi ellerinde ticaret, sanat bulunmayışı, ziraat işlerinde çok
geride kalmaları, Avrupa’daki manasıyla millî hissiyata sahip olmamaları ve
yabancı devletlerin menfaatlerinin Türkiye’nin istiklâl ve kuvvetini yok
etmekte olması gibi faktörleri dikkate alarak Osmanlı Devleti’nin müstakil
olarak yaşaması ve istiklâlini korumasını imkânsız olarak görür. Balkan
Savaşları’ndan gerekli derslerin çıkartılmadığını, muhtemel sorunlara karşı
soğukkanlı hareket edilmediğini ve sorunu yok farz ederek yaklaşıldığını,
Arnavut ve Makedonya meselelerinin yerine Ermeni, Kürt, Arap, Yemen ve Boğazlar
meselesinin çıkacağını bunda da aynı metotların izleneceğini bunun sonucunda
Avrupa devletlerinin müdahale edeceğini söyler. Fransa’nın Suriye bölgesinden,
İngiltere’nin Basra Körfezi ve Mezopotamya civarından kendilerine hisse
alacağını, İtalya’nın Trablusgarp’a ilave olarak Adalar Denizi’nde birçok adayı
alacağını, Haydarpaşa- Bağdat Demiryolu’nu alan Almanların muhtemelen Boğazlarda
da hâkim olacağını belirtir. Son olarak şunu söyler: “İşte bunları düşününce “ba’sü ba’del mevt” akla geliyor. Hint, Mısır,
Rusya Müslümanlarının dirilmeye başlamaları kendi devletleri yıkıldıktan ve
yabancı devletlerin idaresine düşerek bir müddet ezildikten sonra başladığı
gibi Osmanlı Türklerinin de bu hâlden müstesna olmamaları büyük ihtimaldir ve
benim hususi fikrim de budur.”(s. 354-5)
Sonuç
ve Değerlendirme
Kerimî’nin
gönderdiği mektuplarda yer alan “dost acı söyler kabilindeki tespit ve gözlemlere”
memleketinde Osmanlı’ya sempatiyle bakan insanlar ilk başta inanmazlar. Hayal
kırıklığına uğrayanlar az değildir. Yazara tepki gösteren önemli bir okur
kitlesi vardır. Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde
İstanbul’dan ayrılır. Yazarın mektuplarında dile getirdiği geleceğe yönelik
öngörülerinin önemli bir kesiminin gerçekleştiğini daha sonra gelişen olaylar
bize göstermektedir. Yazarın basiretinin güçlülüğü kitabın ciddi bir eser
olmasına kuşkusuz katkı sağlamaktadır.
Yazar,
İstanbul’da kaldığı dört ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem
savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini,
yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için
cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh hâlini yansıtır. Cephe
gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü
kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı
gayretleri yakından müşahede etme fırsatını bulur. Hastanelere giderek
yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan
politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakatlar
yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu
hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel
sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili -kendisini çok rahatsız eden-
sorulara cevaplar almak için çırpınır. Yabancı uyruklu, Türk (Tatar) gazeteci
kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır.
“İstanbul
Mektupları”, bir savaş muhabirinin keskin gözlem, tespit ve değerlendirmesinin
dışında Türklerin günlük sosyal hayatından da onlarca örnek sunar. Özellikle de
İmparatorluğun en değerli topraklarının elden nasıl çıktığını bizlere çok güzel
anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km. kaldığı bir dönemde,
milletin gerek cephede gerekse cephe gerisindeki sosyal çürüme emarelerini
yansıtan onlarca ibretlik olayı okuyucunun gözü önüne serer.
Yazarı
ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Fatih Kerimî’nin inanmış, eğitim
sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan,
modernleşmeci, yüksek kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bu
özellikleriyle, yurt içinde farkına varılamayan Türk toplumunun zaaf ve
noksanlıklarını, bir yabancı gözlemci olarak keskin bir biçimde ifade
edebilmiştir.
Kerimî;
Türklerin düşmüş olduğu duruma karşı içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği
yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki
yangının dumanı sayılabilecek- şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki
kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da
çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin
fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile
biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve
çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?” (s.
170)
Fatih
Kerimî, toplumsal olarak yaşanılan felâket ve bozgunları içselleştirerek
yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesinin gözyaşı ve
alın teri olduğu söylenebilir.
Yazar
adeta beyni, kalbi ve kalemiyle Türk toplumu ve devletinin 100 yıl önceki zaaf
ve noksanlıklarının röntgen filmini, canlı fotoğrafını çekerek bizlere sunmaya
çalışmıştır. Dönemin hayatını sosyal ve kültürel olarak anlamaya çalışanlar
için Kerimî’nin eseri ihmal edilmeyecek malzeme sunmaktadır.
İstanbul
Mektupları’nın konuyla ilgili okunması gereken kitapların başında geldiğini
belirten bir akademisyenin kitap hakkında sarf ettiği şu cümlelere hak vermemek
elde değildir. “500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını üç haftada
utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın
bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç
bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı
sağlayabilecek bir eser.”
Not: Bu yazı Türkiye Günlüğü dergisinin Yaz
2013 tarihli, 115. sayısında yayımlanmıştır.
Fatih
Kerimî,
İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 2001, 367 sayfa. Eserin tanıtımında esere yönelik dipnot
yazılmayacak, ilgili sayfalar metinde parantezle gösterilecektir.
Fatih Kerimî,
Avrupa Seyahatnamesi,
Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2001, 143 sayfa.
Fatih Kerimî,
Kırım’a Seyahat,
Hazırlayan: Hayri Ataş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, 128 sayfa
ve http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3023.
Masami Arai
, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 172, (Türk Yurdu Mecmuası, ‘Merhum Ahmet
Midhat Efendi ve Şimal Türkleri’ Fatih Kerimî, 3. yıl, 6. sayı, s. 161-163).
Hikmet Özdemir vd.,
Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,
2004 s. 65-66.