Abdullah
Mollaoğlu'nun "Diyarbakır
Tutanağı" isimli kitabını zevk alarak okudum. Abdullah Bey, Emniyet
Camiasının muhtelif birim ve görevlerinde çalışmış, hâlâ Emniyet Müdürü olarak
görev yapmaktadır. 2006-2009 yılları arasında Diyarbakır merkez ile Kulp'ta
emniyet teşkilatında çalışmış. Emniyet camiasında kitap yayınlayanlar daha
ziyade emekli sonrası hatıra eksenli yazmaktadır. Abdullah Bey, eli kalem tutan
bir emniyet görevlisidir. Diyarbakır yıllarını "Diyarbakır Tutanağı" isimli çalışmasında dile getirmiş.
Buradaki izlenimlerini, Diyarbakır insanını devletine bakışını, terör örgütünün
insanlara verdiği tahribatı, Diyarbakır'da polis olmanın zorluklarını,
Diyarbakır'ın kültürü ve tarihini, Türkçenin Diyarbakır'daki gücünü vs. gibi
birçok konuda düşüncelerini kitapta yazmıştır. Yazara kitap eksenli bir
mülakat gerçekleştirme teklifinde bulunduk. Sağ olsun, bizleri kırmadı.
Teklifimize evet cevabı verdi. Kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Soru: Kitaplarınızda
özgeçmişiniz belirtiliyor. Size kendinizin özgeçmişini anlattırmak istesek
nasıl bir cevap verirsiniz efendim?
Hepi topu
38 yıllık bir hayat hikâyesi benimki. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde doğmuşum.
Ailemizin kökenleri bir koldan Malatya’ya diğer koldan ise Balkanlar’a
dayanıyor. Yaklaşık yüz yıldır İzmir’deyiz. Yani gerçek anlamda doğu-batı
senteziyim. Sıradan bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi yaşadım. Sonra da
çocukluk mesleğim olan polisliğe girdim. 1994 yılında İstanbul Polis Koleji’ni,
1998’de de Polis Akademisi’ni bitirdim. Yani toplamda sekiz sene yatılı olarak
okudum. İlk olarak Bursa’ya, ardından da Diyarbakır’a atandım. Meslek hayatım
boyunca daha ziyade karakollarda ve asayiş birimlerinde çalıştım. Çocukken aynı
zamanda yazar da olmak istiyordum. Sanırım uzunca zamandır bu hayalimi de gerçekleştirmek
üzere çabalıyorum. Ortaokul yıllarından bu yana peşinden koşturduğum bu sevdam
yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Önce hikâyelerim Türk Edebiyatı, Varlık, E, Dergâh,
Sıcak Nal, Kitap-lık ve Yedi İklim dergilerinde yayımlandı. 2001 yılında öykü
dalında Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nün sahibi oldum. ‘Merdiven Boşluğu’ adlı hikâye kitabım 2012’de çıktı. Bunu
Diyarbakır hatıralarını içeren ‘Diyarbakır
Tutanağı’ ve polislik üzerine denemelerden oluşan ‘İsalar, Musalar ve Polisler’ adlı kitaplar izledi. Halen İzmir
Emniyet Müdürlüğü’nde Hukuk İşleri ve Soruşturma Şube Müdür Yardımcısı olarak
görev yapıyorum. Evli ve bir çocuk babasıyım.
Soru: Sizi
bu çalışmaya iten saikler nelerdir efendim?
Paylaşma
isteğinden kaynaklandı sanırım. Hani gökyüzüne bakarken bir yıldızın kaydığını
görürsünüz ve bu görüntüden en yakınınızda kim varsa ona haber vermek
istersiniz. Aynı o şekilde ben de üç yıl boyunca yaşamış olduğum Diyarbakır
coğrafyasında gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak istedim.
Bu paylaşım sözlü de olabilirdi gerçi ama ben sanırım kalıcı bir paylaşımda
bulunmak istedim ve zihin defterimde biriktirdiklerimi vakti zamanı gelince ete
kemiğe büründürdüm. Çünkü herkesin orada bulunma imkanı yoktu. Diyarbakır’ı
hayatlarında hiç görmemiş ve muhtemelen de görmeyecek olan insanların bu bilgi
ve gözlemlerden mahrum kalmalarını istemedim.
Soru: Neticede
yaptığınız bu çalışmanın başaktörü Diyarbakır'dır. Gerek günümüz, gerekse daha
önceki dönemlerde Diyarbakır konulu yazılan eserler ile kitabınızın farkı nedir
acaba?
Diyarbakır
üzerine pek çok kitap yazılmış. Bu anlamda Diyarbakır’ın şanslı bir il olduğu
söylenebilir. Bilimsel çalışmaların yanı sıra sanat eserleri de var, hatıra
içerikli olanları da. Benim çalışmam da onlardan biri. Ben de bu şehirde bir
süre kaldım ve hatıralarımı yazdım. Arada bir fark aranacaksa benim çalışmamın
Emniyet kaynaklı ilk çalışma olduğu göz önünde tutulabilir. Diyarbakır’a tercih
dışı olarak atanan yani kendi iradesinin dışında bu şehre gelip yaşayan ve bir
daha da muhtemelen gelmeyecek olan bir polisin kaleme aldığı metinlerden
oluşuyor Diyarbakır Tutanağı.
Soru: Sizin
yazdığınız kitaplardan sadece bu eserinizi okudum. Olay ve olgulara yönelik
müthiş bir hafızanız var. Ya da muhtelif notlar alıyorsunuz. Kitabı yazarken
bunlardan istifade ettiğinizi düşünüyorum. Ama kitabı okurken bunların bilerek
kısaltıldığına dair bir izlenime kapıldım. Acaba yazdıklarınızdan yanlış bir
çıkarımda mı bulunuyorum? Niyet okumaları mı yapıyorum?
Yaşadığım
veya gördüğüm her şeyi yazdığımı söyleyemem. Yazmama gerekçem ise iki türlü.
Birincisi, bir şehirde yaşadığınız her şeyin ille de kitabî bir karşılığı
bulunmayabiliyor. Yani Ankara’da, İstanbul’da yaşayabileceğiniz bir olayı
Diyarbakır’da da yaşayabiliyorsunuz ve bunun da yazma değeri olmayabiliyor. İkinci
sebep ise içimde oluşan Diyarbakır sevgisi olabilir. Ben bu kitapta mümkün
mertebe şehrin ve halkın güzelliklerini yazmak istedim. Bir rapor değil benim
çalışmam. Bilimsel bir eser de değil keza. Gönlüm neyi yazmak istediyse onu
kaleme aldım. Tabii bunları yazmadan önce de küçük küçük notlar tuttum.
Gözlemlerimi, hatıralarımı biriktirdim. Ve ardından, Diyarbakır’dan ayrıldıktan
iki sene sonra İzmir’de oturup yazdım her şeyi.
Soru: "Diyarbakır
Tutanağı" isimli çalışmanız "anı", "şehir kitaplığı",
hatta bazı bölümler "hikâye" türünde denilebilir. Eserinizi siz hangi
türde görüyorsunuz?
Bu çalışma
için hatırat da denilebilir şehrengiz de. Evet, orada görüp yaşadıklarımı
kaleme aldım ben. Ama aynı zamanda şehrin tarihi eserlerini, toplumsal hayatını
da tasvir etmeye çalıştım. Bunları soğuk bir üslupla vermektense hikayenin
imkanlarından faydalanarak yaptığım da doğru. Kaldı ki edebiyat dünyasının
fanilerinden biri olarak kendimi ‘hikâyeci’
olarak niteleyebileceğimi düşünüyorum. Yayınevi ise hatırat türünde
değerlendirdi kitabı. Hepsi makbuldür bu yüzden bence.
Soru: Diyarbakır'ın
tarihi ve güncel fotoğrafını yansıtmaya çalışmışsınız. Dün olduğu gibi bugün de
Diyarbakır merkezde Türkçenin ağırlığına dikkat çekmişsiniz. Çarşıda, pazarda,
yaygın dilin Türkçe olduğuna, stadyumda dahi Kürtçe tezahürat yapılmadığına
değinmişsiniz, kırsalda değil de merkezde Türkçenin hâkim dil olduğunu
belirtmişsiniz. Bildiğim kadarıyla bu gündeme gelmeyen/getirilmeyen bir durum.
Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Açıkçası
ben de Diyarbakır’a gelmeden önce şehirde Türkçenin hakim bir dil olduğunu
düşünmemekteydim. Çünkü maalesef öyle bir algı yaratılmış durumda. Gerek siyaset
anlamında yapılan açıklamalarda gerekse medya üzerinden yürütülen tartışmalarda
Kürtçe aşırı derecede ön planda tutuluyor. Ve dışarıdan bakıldığında Diyarbakır’da
sadece Kürt kökenli insanların yaşadığı, bunların şehirde sadece Kürtçe
konuştukları ve kültürel olarak da burada Türk kültürünün esamisinin bile
okunmadığı şeklinde yanılgılara kapılabiliyor insan. Tabii herkesin kalkıp
Diyarbakır’a giderek bu algının gerçek olup olmadığını test etmek gibi bir imkânı
yok. Diyarbakır’a dışarıdan gelenlerinse şehrin gerçeklerini anlatma anlamında
çok başarılı olduklarını söyleyemem. Mesela buraya atanan memurlar var. Normal
şartlarda onların hakikatleri bağırırcasına anlatmaları gerekir değil mi?
Maalesef memurlarımızda bu yönde bir çaba yok. Memur derken askerini polisini
öğretmenini imamını da katıyorum işin içine. Siyasetçiler ise her hal ve şartta
tabiatlarının gereğini yapıyorlar. Bu şartlarda da Diyarbakır’daki Türkçe
gerçeğini vurgulamak benim gibi esas itibariyle konuyla doğrudan alakası
bulunmayan birisine kalıyor. Ben yeni bir şey keşfetmiş değilim. Sadece bazı
gördüklerimi işaret ettim. Örneğin Diyarbakır türkülerini hatırlattım.
Memleketimizin hemen her yanında okunur oysa bu türküler. Ama nedense bu
türkülerin Diyarbakır Türkçesi’nin birer parçası olduklarını idrak edemez
insanlar. Söyler geçer. E, bu türküleri uzaylılar gelip de yakmadı ya
Diyarbakır’da? Bir de şu var. Türkçenin gerçekliğini vurgulamak Kürtçeyi inkâr
olarak algılanmamalı. İki dilin hakkı da verilmeli. Zaten Kürtçenin anlamsız
yere inkâr edilmesi yüzünden bu hallere gelmedik mi? Ama ne olursa olsun
Diyarbakır’ın şehir dilinin Türkçe olduğu akıllardan çıkarılmamalı. Ve bu
şehrin adı da Türkçedir. Kimileri ‘Amed’ diye bir şey tutturmuşlar ve zorlaya
zorlaya bunu gündemde tutmaya çalışıyorlar. Oysa dilde zorlama olmaz. Bu şehrin
hakim dili Türkçedir ve adı da Türkçeden gelmektedir. Esnafı çarşıda Türkçe
konuşmaktadır. İnsanlar otobüste minibüste bu dili kullanmaktadır.
Soru: Kitapta
Diyarbakır insanın devlete bakış açısını anlatırken, insanların özellikle
neredeyse çoğunluğunun Başkent denildiğinde "Ankara" aklına
geldiğini, "Kürdistan" isimli ayrı bir devlet kurma özleminde
olanların sayısının kamuoyunda bir partinin oylarına bakılarak, çok fazla
olmadığını belirtmişsiniz. Özellikle dükkânına "Gaffar Okkan",
çocuğuna "Ali Gaffar Okkan" koyanların hiç de az olmadığını, ama
milli bayramlarda ve önemli günlerde ev ve iş yerlerine Diyarbakır merkezde hiç
bayrak asılmadığını belirtmişsiniz. Yine bu minvalde yıllardır ismi terörle
anılan Kulp ilçesinde ülkenin diğer bölgelerindeki gibi dükkânına bayrak
asanlar olduğunu vurgulamışsınız. Bu çelişkiyi izah ederken, anladığım
kadarıyla "Sessiz Kürtler"in düşüncelerini demokratik bir ortamda
dile getiremediğini, düşünüyorum. Terör örgütünün bütün Kürtlerin temsilcisi
gibi çalıştığını, bunun da uzun vadede, özellikle gariban, "Sessiz
Kürtler"in zararına olacağına inanıyorum. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Haklısınız.
Sessiz Kürtler tanımlamanız da gayet yerinde. Mesele o Kürtler’in sesini
duymakta zaten. Ankara’da durarak duyulmuyor o ses. Veya memleketin herhangi
bir yerinden. Ta oraya kadar gidip kulağınızı eğmeniz gerekiyor bir anlamda.
Çünkü oradaki insanlarımız o derecede ürkütülmüş, sesleri o derecede kısılmış.
Fısıldayarak konuşuyorlar bir anlamda. Çünkü korkuyorlar. İçlerindeki duyguları
tamamen ifade edemiyorlar. Şurası bir gerçek ki o bölgedeki halkımız artık
devletten korkmuyor. Çünkü devlet görevlilerinin bir sınırının olduğunu, o
sınırdan ileri bir harekette bulunamayacağını, kendisine zarar vermeyeceğini
biliyor. Ancak halk terör örgütünden korkuyor. Çünkü örgütün sınırının
olmadığını, onu dizginleyecek ve sorumlu tutacak bir yazılı hukuk metninin
olmadığını biliyor. Bu yüzden de kendisini gerçek anlamıyla ifade edemiyor.
Örgüt kepenk indirmesini istiyor ve halk da sırf korkudan dolayı indiriyor. Bu
görüntüyü memleketin başka noktalarından televizyonda seyreden vatandaşlar da
Diyarbakır’daki insanların terör örgütünü gerçekten de desteklediğini sanıyor.
Oysa gerçek hiç de öyle değil. Bu yüzden bölge ve Diyarbakır hakkında hüküm
verilirken genellemelerden kaçınılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Ve bu
anlamda çarenin de hukuk devletinde olduğunu, hukuk devleti ilkesini bütün
kurum ve kurallarıyla birlikte tesis etmemiz ve yaşatmamız gerektiğini
düşünüyorum.
Soru:
Diyarbakır'da kaçak elektrik ve sigaranın yaygınlığı konusunda kamuoyunda bir
yaygın kanaat var. Bunu üzülerek sizde teyit ediyorsunuz eserinizde. Bu şekilde
istismarın çok boyutlarda olduğunu, bunu yapanların yaptığı işin doğru olduğuna
neredeyse inandırıldığını, buna gerekçe olarak da "yahu adamlar dağa mı
çıksınlar, ne yapsınlar" gibi bir anlayışın uzun vadede tehlike saçacağını
söylüyorsunuz. Bu konuda vicdani olarak herkesin sesini yükseltmesi gerektiğine
inanıyor musunuz?
Elbette. Az
önce zikrettiğim gibi bu konuda da çare hukuk devleti ilkesine sımsıkı
sarılmaktan geçer. Hukuk devletini bütünüyle çalıştırmak zorundayız. Bu ilkenin
içeriğinin bir kısmını beğenip diğer kısmını reddetme gibi bir lüksümüz yok.
Kaçak elektrik konusu da buna dahil. Her yerde hukuk devleti hâkim olacak.
Dağda da olacak evlerdeki elektrik sayaçlarında da. Aksi takdirde oluşacak
keşmekeşin ardından düzeni yeniden tesis etmek fevkalade güçleşecektir. Hukuk
ve vicdan birbirini besler. Hukukun egemenliği aynı zamanda vicdanın da
egemenliği olacaktır.
Soru: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
görev yaptığı şehirlerle ilgili intibalarını "Beş Şehir" isimli
şaheserinde yayımladı. Siz de merhum Tanpınar'ın izinde gidiyorsunuz anlaşılan,
Bursa'da bulunduğunuz yıllarda yazdığınız "Bursa'ya Veda" isimli
romanınız olduğunu ama yayımlamaktan vazgeçtiğinizi belirtmişsiniz, Diyarbakır
yıllarını da "Diyarbakır Tutanağı"nda yazdınız. Tezgâhınızda ne gibi
çalışmalar var, bahse konu olan seri devam edecek mi?
Yaşadığım şehirlere dair kitap yazmak gibi
bir amacım olmadı hiçbir zaman. Sanırım öyle denk geldi. Konusu Bursa’da geçen
roman denemem gerçek anlamıyla bir fiyasko olduğu için onu şahsi tarihimin geri
dönüşüm kutusuna atmış bulunuyorum. Diyarbakır yılları ise bahsettiğiniz eseri
hediye etti bana. Evet, yeni kitaplar için çalışmalarım devam ediyor. Bu ara
uzun hikâyelerimi bitirmek ve kitaplaştırmak istiyorum. Çünkü yıllar yılı
bunları has kıvamına kavuşturmak için çabalamaktayım. Bu arada doğup büyüdüğüm
İzmir ile ilgili de bir kitap oluşuyor zihin dünyamda. Aynı anda birden fazla
kitap üzerinde çalıştığım için eserlerin bitmesi uzun sürelere mal olabiliyor.
Not: Bu mülakat, Türkiye
Genç Kalemler dergisinin Ekim 2014 sayılı sayısında yayımlanmıştır.
Merhaba,
YanıtlaSilKitap yazan polis ilginçmiş gerçekten, hem de Diyarbakır hakkında. Söyleşi için elinize sağlık.
Gülcan.