BİR ULTRA MARATONCUNUN HAYAT HİKÂYESİ
Ülkemizde kitap okurlarının
önemli bir kesiminin Türkiye’deki kişisel gelişim kitaplarına karşı önyargılı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Söz konusu önyargıları besleyen şartlara
baktığımızda neden böylesi bir yargı oluştuğu hemen anlaşılmaktadır. Kişisel
gelişim kitaplarının okur tarafından ciddiye alınma(ma) noktasındaki
eksiklerini kabaca birkaç noktada ele alabiliriz. Kitapların önemli bir
kesiminin nasihat içerikli vaaz veren bir tarzla yazılmış olması, ayakları yere
basmayan ve gerçek hayata dokunmayan üslupta olması, başarı için geçerli olan
genel-geçer kuralların bu kitapların çoğunda tekrar edilmesi doğal olarak okura
bıkkınlık vermektedir.[1] Diğer bir
önemli sebep de, kişisel gelişim türünün Türkiye’de geç tanınması dolayısıyla
çeviri eserlerin çokluğu, Türk usulü başarıya bazen hitap etme noktasında
yetersiz kalmaktadır.[2] Türkiye’deki
kişisel gelişim eserlerinin otobiyografi, biyografi, hatıra, başarı öyküsü türlerinden
yeterince beslenememesi de dikkat çekmektedir.
Son yıllarda kişisel
gelişim üzerine bazı kalem oynatanlar haklı ve anlaşılır önyargıyı yıkmaya
dönük ciddi eserler ortaya koymaktadır. Literatüre geçtiğimiz yıllarda güzel
bir eser daha eklendi. Türkiye’nin ilk Ultra Maratoncusu Bakiye Duran, “Cesaret Yalnızdır” kitabında hayat
hikâyesi çizgisinde başarısını anlatmaktadır.[3] Bakiye Duran, Duran’ın
başarıları ve başarı yolundaki mücadelesi bu yazı çerçevesinde anlatılacaktır.
KOŞUCU OLACAK ÇOCUK KENDİNİ
BELLİ EDER
Duran ailesinin dedeleri
aslen Kazan Tatarlarındandır. Bakiye Duran’ın babası, okul yüzü görmeyip okuma
yazması olan, kitabın dünyayı değiştireceğine inanan ariflerdendir. Bakiye
Duran, çalışkan bir anne ve babanın çocuğu olarak 1959’da Samsun ili Havza
ilçesinin okul olmayan Hilmiye köyünde doğar. Ailesi kendisine diğer kardeşleri
gibi okula gitmeden okuma-yazmayı öğretir. İlkokulu akranları gibi 6 km. ötede,
yol olmayan, arada ırmak ve dere yatağı olan köyde tamamlar. Yazar okula gidiş-gelişlerde
yaşadığı sıkıntıları şöyle anlatır: “1960’lı
yıllarda Hilmiye ve Eymir arasında yol yoktu, halen de yok. İki köy arasında
olabilecek her türlü engel sıralanmıştı. Bir ırmak ve de dere yatağı vardı,
ırmak sularından geçmek işkenceydi. Ben çok küçüktüm, ırmak suları beni
sürüklüyordu, batıyor, geçemiyordum. Bahar aylarında Rasim Ağabeyim beni
sırtına alıp karşı kıyıya geçiriyordu. Üstelik bir kez de değil. Her gün,
ırmağın beş farklı yerinden suya batarak okula gidip dönmeye çalışıyorduk. Kış
aylarında yağmur, sel, kar olduğunda ırmak kenarındaki tepeleri aşarak Eymir’e
ulaşıyorduk.” (s.40)[4]
Duran’ın ileride büyük
atlet olacağına yönelik ipuçları çocukluk yıllarından itibaren zaman zaman
kendisini gösterir. İlkokul öğretmenlerinin yaptırdığı bütün yarışmalarda
birinci gelir. Ortaöğretim ve diğer öğretim hayatında sosyal faaliyetlerde hep
vardır, hatta öndedir. Okulun Halk oyunları ekibinde oynar. Masa tenisi,
Voleybol, basketbol ve atletizm gibi çeşitli sportif faaliyetlerle okul dışında
ve herhangi bir müsabakaya katılmamak koşuluyla ilgilenir.
Yazarın öğrencilik yılları,
o dönemin şehirde evi olmayan köylü öğrenciler gibi oldukça sıkıntılı geçer.
Haliyle yatılı okullar, çevreden merkeze yol almaya çalışan insanlar için tam
bir sığınaktır. Bu sığınakla hem bir nefes alıp hem de kendisini hayata
hazırlar. Kahramanmaraş Öğretmen Okulu’nu kazanır. Öğretmen okulları kapatılıp
Öğretmen Lisesi’ne çevrildiği için, Öğretmen Lisesi mezunu olarak eğitim
hayatına devam eder. Daha sonra Samsun Eğitim Enstitüsü’nü tamamladıktan sonra
Fen Bilgisi öğretmeni olarak göreve başlar.
DURAN’IN YILDIZININ
PARLADIĞI AN
Duran’ın yıldızının
parlaması Aziz İstanbul’a tayininin çıkmasıyla başlar. Şehrin koşuşturması
içinde, İstanbul’da hayatını idame ettiren memurların önemli bir kesiminin
çektiği gibi ekonomik sıkıntılar ile kendi yağında kavrulup mesleğini icra
eder. Enerjisini açığa çıkaracağı, kendisini gerçekleştireceği alanı Ekim 1989
yılında biraz tesadüfü gibi gözüken bir olayla bulur. Belediye otobüsüyle eve
giderken Burhan Felek Spor Kompleksi’nin önünde asılı duran “Avrasya Maratonu Koşuluyor” afişini
görünce, “sanki gizli bir gücün
kendisini otobüsten indirdiğini” söyler. Avrasya Maratonu’na kaydını
yaptırır. Okul takımından ödünç aldığı şortla ilk kez katıldığı müsabakada, 42
km 195 metrelik mesafeyi genel sıralamada 10’uncu, Türk kadınlarında birinci
olarak bitirir. Beklemediği birincilik kendisine 300 TL para ödülü
kazandıracaktır.
Bundan sonraki yıllarda
artık Bakiye Duran’ı tutana aşk olsun. Avrasya Maratonu’nun artık müdavimi ve
Yaşar Doğu’sudur.[5] Her
müsabakada madalya kazanır, hedef büyüterek yoluna devam eder. Bazı belediye ve
Valiliklerin düzenlediği koşulara katılır. İpsala sınır kapısı ve Ankara arası
mesafeyi kapsayan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Barış Koşusu’nda Selanik’ten
getirilen toprak ve Türk bayrağını taşır. Master sporcularla üç kez İstanbul’dan
Ankara’ya koşar. Kendisini zengin edecek kadar olmasa da hatırı sayılır para
ödülü kazanır. Tabii bu arada gerek ulusal basın gerek Türkiye Atletizm
Federasyonu hâlâ Bakiye Duran’ı görmeyecektir.
ULUSLARARASI YARIŞMALARDA
BAKİYE DURAN
Avrupa, Balkan şampiyonalarına katılır. Rekor
dereceler yapar. Emekli olduktan sonra kendisine dar gelen bu gömleği
değiştirme teklifini Yunanistan’da tanıştığı sporcu arkadaşı Heraklis’ten
alacaktır. Meslektaşı, dünyada Ultra Maraton yarışları olduğunu, kendisinin bu
yarışlara katıldığı takdirde çok daha başarılı olacağını belirtir.
2000’li yıllara kadar
Duran’ın duymadığı, Atletizm Federasyonu yetkililerinin bile bilmediği,
dünyanın birbirinden farklı yerlerinde yapılan koşulara Bakiye Duran kendi
imkânlarıyla katılır. Hakikaten tek başına hazırlanır, kendisine yardım edecek
hiçbir kurum, kuruluş yoktur. Sponsoru kendisidir. Yarışa antrenmanlarla
hazırlanır. Fenerbahçe-Pendik arası yaklaşık 25 km’yi bakkala gider gibi koşar.
Misal olarak 10 gün boyunca her gün 40 km koşar. İlk kez katıldığı
Hollanda’daki 100 Km’lik Uluslararası Ultra Maraton müsabakasında yarışı 9 saat
23 dakikada bitirerek 3. olur.
Dünya’nın değişik
ülkelerinde yapılan Ultra Maraton Yarışlarına katılmaya devam eder. Ama her
yarışın kendisine göre özel bir durumu vardır. İsviçre Biel-Bienne Ultra
Maraton Yarışları geceleyin yapılır. Bakiye Duran’ın yabancı dil bilmemesi, tek
başına yarışması, rehberlik yapacak kimsenin olmaması vs. gibi sebepler
yüzünden şampiyon olamadığını görürüz. İsviçre’de yaşayan gurbetçiler kendisine
sahip çıkar. Daha sonraki yarışlarda sponsor bulmuştur artık. Bu kapı başka
ülkelerdeki kapıları da açar.
Elde ettiği başarılar
görmezden gelinen, doğal ve haklı beklenti içerisinde olan ülkemiz
entelektüellerin bazılarının zaman zaman hayal kırıklığına düştüğünü biliyoruz.
Bunların yaşadığına benzer sıkıntıyı Bakiye Duran da yaşamaktadır. Duran, bunu
çok güzel bir şekilde izah eder: “Başarı,
gerçek anlamıyla yalnızca başaranlar tarafından anlaşılan bir şey. Başarıyı
tatmayanların, tanımayanların bizlere verdiği en olumlu tepki, en iyimser
tanımla ‘tahammül’ sözcüğü ile anlatılabilir. En yakınlarımın, tepki
vermeyenlerin duygusu bile destek ve duygularımı paylaşmak değil tahammüldü.
Evet, hayatta bir şeyleri başarmış olanlar beni anlıyorlardı. Az da olsa
destekleyenler başarıyı yakalamış insanlardı.” (s.109)
Biyografi merkezli
kitaplarda öğretmenlerin bıraktığı izler karşımıza her zaman çıkar. Özellikle
de ilköğretim ve ortaöğretim yıllarındaki öğretmenlerin ufkunun genişliği ve
ufuksuzluğu bu tarz kitaplarda satır aralarında gizlenerek belirir. Bu kitaptan
açık ve net olarak görüyoruz iyi ve kötü öğretmen fotoğraflarını. İlkokul
öğretmeni Güliz Hocanın köyde sportif ve sosyal faaliyetleri ertelememesi,
atletizm hakkında kısa bilgiler vermesi, küçük Duran’daki cevheri görünce
-doğrudan olmasa da-davranışlarıyla kendisini atletizme yönlendirmesi, bu
hocanın rahmetle anması için yeterli sebeplerdir. Diğer öğretmen de
Kahramanmaraş Öğretmen Okulu’ndaki Müdür Yardımcısı Mehmet İspiroğlu’dur.
Mehmet Hoca, Bakiye Duran için çok güzel bir modeldir. Bakiye Duran’ın
şahsiyetinin oluşmasında inkâr edilemeyecek katkısı vardır. Öğrencilere söylediği
şu altın sözler hepimiz için geçerlidir: “Hayatınızın
her döneminde kendinize hedefler belirlemelisiniz; amaçsız insan kafası kesik
tavuk gibi oradan oraya atar kendini.”[6] Bunun yanında okul atletizm
takımı elemelerine katılıp başarılı olmasına rağmen Duran’daki yeteneği
gör(e)meyen ve takıma almayan beden eğitimi öğretmeni de ufuksuz öğretmene
güzel bir örnektir. Öbür taraftan yazar öğretmen olup diğer yandan da işini
aksatmadan atletizm çalışmaları yaptığında gerek okul idarecilerinin gerek meslektaşlarının
kendisine gölge olduklarını ifade etmektedir.
Bazı sporcularımız diğer
ortalama insanımız gibi sağlığını hor görmektedir. Bakiye Duran, uykusuna ve
beslenmesine çok dikkat etmektedir. Kendisinin köy kökenli, aynı zamanda kimya
öğretmeni olması dolayısıyla yarışlara hazırlanırken bol proteinli ve yüksek
enerjili besinleri kendisi tedarik edip hazırladığını belirtir. Beslenmeyle
ilgili anlatılan bölümler sadece sporcular için değil sağlığını ciddiye alanlar
için çok önemli okunması gereken satırlardır şüphesiz.
Yazarın hayatında yakın ve
uzak çevresinde kendisine destek olan neredeyse kimsenin olmaması acı
vericidir. İsviçre’deki yarışlarda sevincini paylaştığı bir avuç gurbetçi
dışında neredeyse hiç destekçisi yoktur. Türk sporu ve sporcuları hakkında
sürekli kamuoyunu işgal eden, “Türk
sporu neden başa güreşemiyor? Uluslararası arenada çok başarılı sporcu neden
yetiştiremiyoruz? Başarılı olan sporcular da neden istikrarlı olamıyor?” sorularına
doğru cevaplar kitapta verilmektedir. Cevapların ne kadar doğru ve sağlıklı
olduğuna dair önemli bir alıntıya başvurmak durumundayız. Yazar, uluslararası
bir yarış öncesinde yaşadıklarını ustalıkla anlatır:
“Ben yine tek başımaydım, kâbusta ikinci perde! Her
işe kendim koştum, bir elime Türk Bayrağını, Diğer elime Türkiye yazan tabelayı
aldım, yürüyüş sırama geçtim. Bir görevlinin yanıma gelip ikaz etmesi birkaç
saniye bulmadı: ‘Milli forma olmadan resmigeçide giremezsiniz’
Hadi Bakiye! Bu
geçitte olmalısın! Bu geçitte olmalısın! İyi ama nasıl? Elbette yapabileceğin
en iyi şeyi yaparak: Koş! Ve bayrağımı, tabelamı göreliye teslim ederek
fırladım, otele gittim. Tesadüfen yanımda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun
hediye ettiği, kırmızı renkli, üzerinde federasyonun amblemi ve Türk bayrağı
olan bir eşofman takımı vardı. İşte milli formam! Hemen giydim, koşarak resmi
geçide yetiştim. Bir elimde Türk Bayrağı, diğer elimde Türkiye panosu tek
başıma yürüyordum. Buruktum, ama boşuna mıydı? Haksız mıydım? Koskoca
Türkiye’den bir tek ben vardım. Üstelik Ultra Maraton Birliği’nin davetiyle… 70
milyonluk ülkemiz bu tür bir organizasyona bir kişi bile göndermiyor ya da
önemsemiyordu…
Bir taraftan yürüyor, bir taraftan da düşünüyordum.
Bayrağıma baktım, Türkiye tabelama baktım, yalnızlığıma üzüldüm. Kendime
acıdım. Resmigeçitte ‘Türkiye Bakiye Duran’ anonsu yapıldığında sinirlerim
boşaldı, artık gözyaşlarımı tutamıyordum. İsyan ediyordum. Dünyanın öbür
ucunda, kaşık kadar bir ülke dünya şampiyonası yapmak için aday oluyor ve bu
işi üstleniyor; en ince ayrıntılarına kadar her şeyi hesaplıyor ve teferruatlı
bir dünya şampiyonası düzenleyebiliyordu. Tapie’de tüm caddeleri ülkelerin
bayraklarıyla donatıyor, şehri festival alanına çeviriyordu. Biz bunları neden
yapamıyorduk? Deyin ki yapmamız olanaksızdı; peki o organizasyona katılan tek
kişiye destekte mi veremiyorduk? Buna engel neydi? İşin aslı bunların
hiçbirinin önünde somut bir engel yoktu. Bugün de Türkiye’nin bunları yapması
için engeli yok. Bu, spora verilen anlam ve önceliklerle ilgili. Bir de ülke
tanıtımında, bu tür başarıların, sporun önemini kavramakla…”(s.157)
Duran’ın uluslararası
yarışmalarda yaşadığı aksilikler de sahipsizliğin ve garibanlığın ürünü olsa
gerektir. Gece yarışlarında kafasındaki tepe lambasının pili biter. Yedek
almayı düşünememiştir. Yolunu kaybeder, diğer yarışlarda rahatsızlanır ama bir
türlü yarışı bırakmaz. Her yarışın özel durumuna ve yarışın olduğu yerin iklim
koşullarına yabancıdır. Vizesinde sorun olur, çözene kadar akla karayı seçer.
Aynı odada kalıp ertesi gün birlikte koşacağı Rus atletin horlamasından
uykusunun kaçması, bazı yemeklerden tiksinmesi vs. gibi birçok şanssızlık
yaşar. Yaşadığı bütün aksiliklere, sağlık sorunlarına rağmen mücadelesini
hiçbir zaman bırakmaz. Ülkemizi temsil ettiği bütün yarışmalarda derece
yapmadıklarında dahi mücadelesiyle hep takdir kazanır.[7]
Ultra maraton kavramına
yabancı olanlar için kitabın daha çekici olmasına yönelik bu yarışlar ve
içeriği hakkındaki bilgiler kitabın son bölümüne saklanmıştır. Buradan
öğrendiğimize göre ultra maraton koşularının en kısa olanı 50 km’dir.
Çeşitli ortamlarda yapılan yarışların mesafeleri 50 km’den, 1000 km’ye kadar
değişmektedir. Bazı yarışlar 6 saatten başlayıp 72 saate kadar devam etmektedir.
Dünyada birbirinden farklı etapta ve yerde yılda 500 ultra maraton
düzenleniyormuş. Yazarın anlattığına göre bu koşucuların önemli bir kesiminin
de 50 yaş üzeri olması çok şaşırtıcıdır.
Ultra maraton yarışlarının
bahsedildiği bölümler kitabın en çekici, heyecanlı bölümlerini oluşturmaktadır.
Hele de ultra maraton kavramına yabancı olanlar için bu bölümler sürükleyici
bir roman gibi okunmaktadır. Bu bölümleri okuyanlar, muhtemelen Ahmet Hikmet
Müftüoğlu’nun “Turan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin
başkahramanı Turan gibi acaba bu kadın kendisini istemeyerek, beklemediği bir
uçuruma mı sürüklüyor sorusunu kendilerine sordurabilir. Örneğin, Bakiye Duran 48 saatlik bir yarışta 241 km koşmuştur. Kitabı
okurken -hele de Ultra Maraton yarışlarını bilmeyenler- doğal olarak insan bu
kadar dayanıklı mıdır, acaba bu anlatılanlar yalan mıdır, insan bu kadar nasıl
koşabilir? diyor.
Bakiye Duran’ın
uluslararası başarıları artıkça basın-yayında ismi geçmeye başlar. Akabinde de
muhtelif kurum ve kuruluşlarda seminer verir. Siemens yöneticilerine bir
seminer verme teklifi kendisine ilk geldiğinde oldukça şaşırır. “Ben ne anlatacağım bu iş adamları ve
yöneticilere?” diye sorar. Gazeteci Mine Kılıç kendisini ikna etmeye
yönelik şu güzel cümleleri söyler: “İki
gün durmaksızın koşmayı başaran biri, bir grup insanın önünde de konuşmayı da
pekâlâ başarabilir.” Bizler için de kitabın okunması ve Bakiye Duran’ın
tanınması için başlangıç bu cümlede saklıdır diyebiliriz. Gazeteci Kılıç’ın
dediği gibi, iki gün durmaksızın koşan bir sporcunun mesleği sporcu olmayanlara
bile anlatacağı çok şey vardır şüphesiz.
La Fontene’in “Kaplumbağa ile Tavşanın yarışı” isimli
masalını herkes hatırlayacaktır. Türkiye’de çalışkan veya tembel insanların
önemli bir bölümünü bu masal kahramanlarına benzetebiliriz. Ülkemizde tavşan
gibi; fiziksel, ekonomik ve siyasal gücün şemsiyesinin altında olup, üretime
katkı sağlamayan, yığınca mirasyedilerin varlığı aşikârdır. Diğer taraftan da,
kaplumbağa düşüncesinde olup, elinde imkânları oldukça sınırlı olan
insanlarımızın sayısı da maalesef yok denilecek kadar azdır. Kaplumbağa
kategorisindeki gibi tembel olmayıp da başarılı olmak isteyen insanlarımızın
bazılarının, başarı yolunda erken pes ettiklerine şahidiz. Bu durumlarını da
–genelde- şöyle bir savunma mekanizmasıyla savunurlar: “Bizim elimizden tutacak kimsemiz yoktur. Sahibimiz yoktur. Köşe
başları etkili, siyasî nüfuzu elinde bulunduran insanlar tarafından
tutulmuştur. Dolayısıyla ne yapsak bizleri istediğimiz yerlere getirmezler…” Bu
paradigmaya sahip insanların sayısı, belki 30-40 yıl öncesi kadar değildir.
Tabiri caizse Bakiye Duran, masaldaki kaplumbağa gibi çırpınarak hedeflerine
ulaşmıştır. Son olarak fakir, garip ama tembel olmayan, üzerinde ölü toprağı
serpilmiş insanlara Bakiye Duran gibi mücadeleci ve başarılı insanların yerli
hayat hikâyelerinin ilaç gibi geleceğini tahmin ve tasavvur etmekteyim.
Not: Bu yazı Türk Yurdu Dergisi’nin Temmuz 2012
tarihli, 299. Sayısında yayınlanmıştır.
[1] 30 bine
yakın kitabı olan ve bunların hemen hemen tamamını okuyan, yazı yazmayı pek
sevmeyen bir bibliyofil olan rahmetli
Yavuz Argıt’ın,“Televizyon programlarına
çıkanları dinlerseniz hepsi de birer mürşittir. Bizde talebeden çok mürşid var.
Cehl-i mürekkep bunlar.” (s.29) sözünün bizim yukarıdaki düşüncelerimizi destekler
mahiyette olduğunu düşünüyorum. (Yayına Hazırlayan:
Mustafa Birol Ülker, “Yavuz Argıt
Armağanı”, 2010, İstanbul, TDV Yayın
Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi)
[2] Kişisel Gelişim Uzmanı Mümin Sekman’ın“Türk
Usulü Başarı” isimli bir kitabı mevcuttur. Bizim insanımızın başarısı ya da
başarısızlığı üzerinde genişçe durmaktadır. Türk insanının “çalış başarılı olursundan daha ziyade gururu kırıldıkça, başına
felaket geldikçe” hırslanıp çalışıp başarılı olduğunu anlatır. Konuyla
ilgili olanlara bu kitabı salık verebilirim. (Mümin Sekman, “Türk Usulü Başarı” 4, 205 sayfa, Kasım 2009, İstanbul, Alfa
Yayınları)
[3] Bakiye
Duran, “Bir Ultra Maratoncunun Hikâyesi:
Cesaret Yalnızdır”, 214 sayfa, 2010, İstanbul, Optimist Yayınları.
[4] Duran gibi aynı kaderi paylaşan iki kahramana
değinmeden geçemeyeceğim. İlki yakın akrabamız, emekli Çocuk Doktoru Ali
Saygılı’dır. 40’lı yılların ikinci yarısında köylerinde okul yoktur. Şehre göç
etme veyahut –o zamanlar daha yatılı okullar yaygınlaşmadığı için- yatılı
okumak gibi bir durum söz konusu değildir. Civar köylerde de okul
bulunmamaktadır. Ama okumayı çok ama çok istemektedir. Babasından kendisini
ısrarla okula göndermesini talep eder. Nihayetinde yaklaşık 15 km uzaklıktaki
bir köyde ilkokula 13-14 yaşlarında başlar. Arada 4 köy olan, bir de -üzerinde
köprü bulunmayan- dere olan, köye her gün tek başına gidip gelir. Çok başarılı
olması, muhtemelen bu şartlarda okula gelmesi ve akranlarına göre 3-5 yaş büyük
olması da göz önünde bulundurularak ilkokulu iki yılda bitirir. Diğer kahramanı
da Can Dündar’ın bir yazısı vesilesiyle tanımıştık. (Can Dündar, “Haftanın Kahramanlarıyla Anılar: Gülşen
Orhan, Tuncer Kılınç, Egemen Bağış” Milliyet gazetesi, 11 Ocak 2009)
Kahraman, Van Milletvekili Gülşen Orhan’dır. Gülşen Hanım’dan daha ziyade
babasının yaptığı fedakârlık dikkat çekici olsa gerek. 70’li yıllarda
Bahçesaray’da ilkokula giden küçük Orhan, kış aylarında karın metreyi aştığı
aylarda, okula gitmeyen akranlarından farklı olarak babasının tuttuğu hamalın
küfesinde okula gidip gelir. (Milliyet Gazetesi’nin sitesinde En Zorlu Okul Yolları
isimli küçük bir fotoğraf galerisiyle karşılaşmıştım. Bu anlattıklarıma katkı
anlamında bu fotoğrafları ilgili kişilerle paylaşmak istedim.) http://www.milliyet.com.tr/fotogaleri/41055-yasam-en-zorlu-okul-yollari/1
[5] Bu arada Bakiye Hanım,
Türk güreş tarihinin efsane ismi Yaşar Doğu’nun da yakın akrabasıdır.
[6] Bu sözün
bir benzerini yıllar önce Beşiktaş’ın genç teknik direktörü Rıza Çalımbay’dan
duymuştum. Beşiktaş şampiyonluk hedefiyle lige başlamıştı. Ancak lig
maratonunun ortalarına kadar şampiyonluğun favorisi olarak gösterilen Beşiktaş
son haftalara doğru arka arkaya yenilgiler alınca şampiyonluk yolunda çok ciddi
yaralar alıp neredeyse şampiyonluk umudunu yitirmişti. Bu haftalarda Beşiktaş
yine yenilmişti. Maç çıkışında gazeteciler Çalımbay’a -Beşiktaş şampiyonluğu
kaybetme noktasında, yarıştan çekildi mi- tarzı sorular yöneltti. Çalımbay
aynen şunu söylemişti: “Allah kimseyi hedefinden şaşırtmasın”
[7] Bakiye Duran’ın katıldığı Ultra
Maraton yarışları ve yaptığı derecelerden bazıları şunlardır:
1. Hollanda Stein
100 km, Avrupa 3.lüğü
2. İsviçre
Biel/Bienne 100 km gece yarışı, 5.lik
3. İsviçre Sion 100
km (TrailRace), rekortmen, 1.lik
4. İtalya Verona
2003 Dünya kupası 100 km, 3.lük
5. Hollanda
Winschoten Dünya Kupası
6. İtalya Florensa
(Alp Dağları) 100 km Avrupa Şampiyonası dağ yarışı, 14.lük
7. İsviçre
Biel/Bienne 100 km Gece yarışı.
8. Çek Cumhuriyeti
Bruno Dünya Kupası (24 saat durmadan yapılan yarış) 178 km, 3.lük
9. Çek Cumhuriyeti
Bruno, Dünya Kupası (48 saat durmaksızın yapılan yarış), 241 km,5.lik.
10. Çek Cumhuriyeti
Bruno24 saat yol yarışı, 161 km
11. TAİVAN/
TAİPE 100 km dağ yarışı, 19.luk
12. Lübnan
Beyrut genel klasman 10. Yaş gurubu, 1.lik
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder