29 Eylül 2009 Salı

YALNIZ DEMOKRAT’IN HAYAT HİKÂYESİ

                                                      
        Gazeteci Fatih Uğur ile gazeteci ve akademisyen İhsan Dağı, aktif siyasetten çekileli 31 yıl olan aksakallı siyaset ve devlet adamı Ferruh Bozbeyli’yi uzun soluklu konuşturmayı başarır. Timaş Yayınevi’nin hatırat dizisinin “Nehir Söyleşisi” olan “Yalnız Demokrat: Ferruh Bozbeyli Kitabı”[1] Haziran ayında yayınlanmıştı. Bozbeyli, genç kuşakların muhtemelen bilmediği, çok partili siyasi hayatımızın gençlik dönemlerine vakıf olanların hemen tanıyacağı bir politikacıdır. 27 Mayıs İhtilali sonrasında DP’lilerin yargılandığı Yassıada Mahkemesi’nde Demokrat Parti mebuslarından Osman Turan’ın avukatlığını yapan, Adalet Partisi’nin kuruluşunda bulunan, 4 dönem milletvekilliği, bir dönem grup başkanvekilliği, 3 dönem meclis başkanvekilliği ve başkanlığı, uzun süre Demokratik Parti başkanlığı ve muhalefet liderliği yapan Ferruh Bozbeyli’nin çocukluk, gençlik ve siyasi yaşam öyküsü bu eserde anlatılır.

        Daha iyi anlaşılabilmesi için eseri kabaca 2 bölüme ayırabiliriz. İlk bölüm Ferruh Bey’in siyasete atılmadan önceki yaşamıdır. Bu bölümde çocukluğu, okul hayatı, hayat okulundaki başarıları; fikri yapısının filizlenip dallanıp budaklanmasına sebep olan aile çevreleri, kitaplar, olaylar, arkadaş grupları, fikir ve gönül insanları ile tanışması, muhtelif kültür, din ve edebiyat mahfillerinde bulunması; öğrenci derneklerinden milliyetçi derneklere kadarki çalışmaları ve siyasete atılmasına da neden olan 27 Mayıs ihtilali ve hemen sonrasındaki gelişmeler anlatılır.

        İkinci bölümde ise Ferruh Bey’in Yassıada Duruşmaları’nda yaşadıklarından, 1978’de aktif politikadan çekilmesine kadarki politik yaşamı anlatılır. Gazeteci Metin Toker’in “Yarı silahlı yarı külahlı ara rejim dönemi” diye belirttiği 27 Mayıs’ın hemen sonrası, Adalet Partisi’nin doğumu, muhalefetteki Adalet Partisi, Süleyman Demirel’in siyaset sahnesine çıkması ve siyasî arenada boy göstermesi, 4, 5 ve 6ncı dönem cumhurbaşkanlığı seçimleri, parti içi çekişmeler, AP’den büyük bir gövdenin kopması, bu gövdenin parti haline gelişi,  İsmet Paşa önderliğindeki CHP’nin tahlili, 22 Şubat Darbe teşebbüsü, Demokratik Parti’nin girdiği seçimler, başarı ve başarısızlıkları vs. gibi birçok konu bölümün omurgasını oluşturur.

        Bozbeyli, İstanbul’a okumaya gelmesiyle birlikte birçok aydın, yazar ve gönül adamıyla tanışma fırsatı bulur, sohbetlerine katılır. Kendisini yetiştirirken özellikle bazılarından fikir alışverişinde bulunmayı alışkanlık haline getirir, muhtelif mahfillerde bulunur. Milliyetçi, muhafazakâr bir aydın olarak kitap ve dergiler dışında beslendiği fikir sakalarını da açıklar. Bu şahsiyetler şunlardır: Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Yücel Çakmaklı, Abdülaziz Bekkine Efendi,  Hasan Basri Çantay, Samiha ve Ekrem Ayverdi, kitapçı Garbis Efendi, Safiye Erol, Sofi Huri, Nezihe Araz, İbnülemin Mahmut Kemal İnal Bey, Muhammed Zahit Kotku Hoca, Ali Fuat Başgil, kitapçı ve yayıncı Tahsin Demiray ve diğerleri. Bozbeyli’nin Samiha Ayverdi ile tanışmasına Garbis Efendi, Mehmet Akif Ersoy’u keşfetmesine de başka bir gayrimüslim Ohannes Efendi vesile olur. Garbis Efendi, Bozbeyli’nin entelektüel merakı, bilgi birikimi, beyefendiliği ve faalliği karşısında kumaşındaki farklılığı hemen fark eder ve Samiha Ayverdi Hanım’a takdim ederken şu öngörüde bulunur: “Hanımefendi size istikbâlde Cumhurbaşkanı olarak selamlayacağımız bir genç getirdim.” (s.67) Necip Fazıl hakkında iddia edilen “Kompleksli, gururu kibir noktasındaydı.” ithamlarına Bozbeyli de katılır.

        Yazar, 27 Mayıs sonrası özellikle de Yassıada Mahkemelerindeki hukuk dışı uygulamaları, insan hakları ihlalleri hakkında onlarca anekdot anlatır. Demokrat Partililerin verdiği savunmaları anlatırken Sabık Başbakan Adnan Menderes ile Sabık Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın tavrını karşılaştırır. Bayar’ın mahkeme heyeti karşısında çok diri duran, ezilmemiş bir insan portresi çizdiğini, buna karşın merhum Menderes’in ise sanki yumuşak bir tavır takındığı takdirde onların merhametini çağıracağı gibi bir ruh halinde olduğunu ifade eder. (s.127) 27 Mayıs savunucularının Demokrat Parti’lilere karşı tahammülsüzlüğünden bahsederken Demokrat Parti ve geleneğinden gelen birçok siyasetçi ve aydının görmezden geldiği bir durumu ifade etmekten kaçınmaz Bozbeyli: “Yalnız acaba Demokratlar, Halk Partilileri oraya tıksaydı, daha mı adil örnekler verilecekti diye de düşünüyorum zaman zaman. Evet diyemiyorum. Ve bundan ciddi şekilde müteessir oluyorum…”(s.123) Yassıada’ya dört yüz bin ihbar dilekçesi geldiğini, bunların bir kısmına Meclis Başkanı olduğu dönemde bakma fırsatı bulur. Durumun vahametini anlatırken bir lokantacının başka bir lokantacıyı; bir ayakkabıcının başka bir ayakkabıcıyı şikâyet noktasına kadar geldiğini söyler. CHP’nin kışkırtıcı ve tahripkâr politikalarından bahsederken DP’nin en büyük hatası olarak da seçim sonuçları sonucunda “yendik”, “mağlup ettik” şeklinde yaklaşması gerekirken “ezdik”, “bastıra bastıra ezdik” üslubunu seçim sonuçlarında değil bütün iktidar dönemi boyunca kullandığını ifade eder. (s.211) Askerin siyasete müdahalesinin yanlışlarını anlatırken 5. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AP ile CHP’nin ortak adayı olarak Cevdet Sunay’ın çıkarılıp seçilmesi hakkında sivillerin birbirlerine bu makamı layık görmediği için bu durumun oluştuğunu belirtir.(s.231)

        Cumhuriyet tarihinin en genç Meclis Başkanı olur. Meclis Başkanlığı öncesinde bulunduğu görevlerindeki ihtimam ve adaletli tavrı da göz önünde bulundurduğundan olsa gerek CHP, Bozbeyli’nin karşısına aday çıkarmaz. İsmet Paşa, yeni başkana başkanlık yaptığı süre boyunca “Genç Başkan” diye hitap eder ve Meclis kürsüsünden “Ben elli yıllık parlamenterim. Gelmiş geçmiş Meclis Başkanlarını tanırım. Bozbeyli’nin kıymetini bilelim, onun gibi başkan ilk defa geliyor.”(s.220) sözünü söylemekten geri durmaz. TBMM’de ilk mescidin açılışının ve ilk iftarın kendisi döneminde gerçekleştiğini,  CHP’nin bu duruma şiddetle karşı çıktığını belirtir. Bozbeyli’nin İsmet Paşa ile ilişkisi dikkat çekicidir. İsmet Paşa’dan kendisinin ve bizim öğreneceğimiz çok şey vardır. Atatürk’ün Millî Mücadele döneminde çok bunaldığı bir dönemde İsmet Paşa’ya: “Bu Meclis ile harp kazanılmaz. Meclis’i kapatmamız lazım” dediğini, İsmet Paşa’nın vereceği cevap ise Mustafa Kemal Paşa’yı ikna edecek cinstendir: “Paşam, Sultan Abdülhamit de Meclis’i açan adamdır. Fakat tarihe Meclis kapayan bir adam olarak geçmenize razı olamam.”(s.242) İsmet Paşa’nın gazetecilerin aradığı manşetlik haberleri çok iyi sezdiğini ve bildiğini belirtir. (s.252)

        Eserde, tabii olarak en çok bahsedilen siyasî lider eski genel başkanı Süleyman Demirel’dir. Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in politik kurnazlıklarıyla ilgili birçok anekdot anlatır. Cemaat oylarının azımsanamayacak bölümünün Adalet Partisi’nde buluşmasında Sayın Demirel’in ustalığını vurgular. Bozbeyli, siyasette ‘uygun’ kelam etmenin her zaman ‘doğru’ söylemekten daha önemli olduğunu iyi bilen ve bunu ustalıkla yapan kişilerin başında Sayın Demirel’in geldiğini belirterek (s.281)  bununla ilgili bir olay anlatır. Süleyman Demirel’i Meclis kürsüsünden hırsızlık ve yolsuzlukla itham eden Millet Partisi’nin Kırşehir Mebusu Memduh Erdemir’in bir süre sonra AP’ ye geçecek olması gazetelerde yazınca Bozbeyli durumdan rahatsız olur. Demirel’e bu rahatsızlığını bildirir. Demirel’in verdiği cevap çok orijinaldir: “Adamın marifeti saldırmak. Karşımızda durursa bize saldırıyor. Yanımıza alırsak Halk Partisi’ne saldırtırız.”(s.398) Öte yandan Bozbeyli, eleştiri oklarını en çok Demirel’e fırlatmasına rağmen kendisinden her bahsettiğinde “Süleyman Bey” demesi, ne kadar nezaket sahibi bir beyefendi olduğunun göstergesidir.

DEĞERLENDİRME

        Eser, Bozbeyli’nin çocukluğundan siyasetten emekliye ayrıldığı döneme kadarki yaşamını anlatır. Bozbeyli’nin entelektüel merakının yüksek oluşu hemen göze çarpar. Mesleki bilgi, beceri ve kültürünün yüksekliğini eserin ilk bölümünde gösterdiği çaba, gayret ve çalışmalara borçludur. “Demokratik Sağ” kavramını da ilk ortaya atan kendisidir.[2] Siyasi yaşamıyla ilgili tecrübelerini anlattığı bir kitabını geçtiğimiz yıllarda okumuştum.[3] ”Yalnız Demokrat”ın içeriğinin daha geniş ve dolgun olduğunu, bu başarıda sorularıyla Ferruh Bey’i sıkıştıran gazeteci Fatih Uğur ile gazeteci ve akademisyen İhsan Dağı’nın payını da inkâr etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Siyasi atmosferin kızıştığı, hararetin yükseldiği bugünlerde gerek iktidar, gerek muhalefet partilerin yöneticilerinin yerinde olsaydım; Ferruh Bozbeyli’nin anlattıklarını ciddiye alırdım. Son olarak siyasi tecrübelerinden damıtılarak vecize haline getirdiği siyaset üzerine söylediği üç sözüyle yazıma son veriyorum.  “İnsanları ürküterek siyaset yapılmaz.”,”Siyaset ortak aklı bulma mücadelesidir.”, “Siyaset demek bazı insanları, bazı olayları zaman içerisinde sizin istediğiniz programın hizmetine sunmak için ayarlayabilme ustalığıdır.(s.362)”

        (Erzurum Gazetesi, 29 Eylül 2009)
                                                                      

       
                               
       



[1] Ferruh Bozbeyli, Hazırlayanlar: İhsan Dağı, Fatih Uğur, 415 sayfa, Haziran 2009, İstanbul, Timaş Yayınları.
[2] Bu kavramı şu kitabında derinlemesine açıklar: Ferruh Bozbeyli, Demokratik Sağ, 1976, İstanbul, Dergâh Yayınları.
[3] Ferruh Bozbeyli, Alaca Siyaset:(Siyasî Hikâyeler), 173 s., II. Baskı, 2000, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı.

23 Eylül 2009 Çarşamba

HİTLERİN KOVDUĞU BİR BİLİMADAMININ HAYATI

Yakın akrabalarımızdan geçen yıl vefat eden bir arif büyüğümüzle ebediyete intikalinden önce bir vakit sohbet ederken konu insanların duasını ve bedduasını almaya gelince çok güzel bir örnek vererek: “Bir şişeyi karşıya hedef belirlemek için dikersin. Nişan alıp vurmaya çalışırsın. Bir, ikisi, üçü derken illaki birisi hedefi tutturur. İnsanların bedduasını ve duasını almak da böyle bir şeydir. Düzenli ve devamlı insanlara iyilik ve zulüm ediyorsan bunun karşılığını her halükarda alacaksın.” demişti. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch’in “Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi Anılarım” isimli kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma bu anekdot geldi.[1] Çünkü 83 yıllık ömrünün yaklaşık dörtte birini Türkiye’de yaşamış, 1952 yılında ülkemizden ayrılmış, vefat edeli de 23 yıl olmuş bir bilim adamının; gerek öğrencileri, gerek ülkemizdeki hukukçu akademisyenler ve bir kısım aydınlarca (bu konuda kitapta birçok örnek bulunmaktadır.) hayırla, iyilikle, güzel şeylerle yâd edilmesi bu ülkeye karşı görevini layıkıyla yaptığının göstergesi olsa gerekir.

           Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, memleketi Almanya’da doğup büyüyen, eğitimini burada tamamladıktan sonra akademisyen olarak yaşamını sürdürmeye çalışırken Hitler’in iktidara gelmesiyle birçok Yahudi meslektaşı gibi soluğu yurt dışında alanlardandır. Bu dönem ülkemizde Darülfünun’un kaldırılıp üniversitelerin kurulduğu dönemdir. Üniversitelerimizde görev alan birçok yabancı bilim adamı gibi Hirsch de yaklaşık 20 yıl Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde hukuk profesörü olarak görev yapar. Bu süre zarfında eğitim reformunun şekillenmesine, öğrencilerin yetişmesine inkâr edilemez katkıları olur. Değişik bakanlıklarda danışman olarak çalışır. Üniversiteler Kanunu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve Marka, Patent, Sınaî ve Faydalı Modeller Kanunu ve “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun”unun taslaklarının hazırlanmasında emeği geçer. Türkiye’de yaşadığı zaman zarfında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçer. 1952’de ülkemizden ayrılıp Almanya’ya döner. Bu tarihten öldüğü güne kadar da Türkiye Cumhuriyeti’nin pasaportunu cebinde taşır.
       
        Yazar, kitabı üç ana bölüme ayırır. Eser; Almanya’daki Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti ve Atatürk’ün Ülkesinde Bir Hukuk Hocası bölümlerinden oluşmaktadır. Kitaptaki hatıralar yazarın doğumuyla başlar, Türkiye’den ayrılmasıyla sona erer. TÜBİTAK tarafından yayımlanan bu eser, oldukça detaylı ve düzenli hazırlanmış bir otobiyografidir. Kitabın orijinali 1982 yılında Münih’te Almanca basılır. Birinci ve ikinci bölümlerde Almanya’daki yaşamının ilk 30 yılı anlatılır. Bu zaman diliminde çocukluğu, okul dönemi, hayat okulunun zorlukları, Yahudi kimliğinin ateşle imtihanı, özel sektördeki çalışmaları, akademik yaşamı, ailesi, sosyal çevre vs. gibi birçok konuyu derinlemesine anlatır.

        Yazarın kendisini geliştirdiği, eğitimini tamamladığı, hayat okulunda başarılı olduğu yıllar Almanya’nın yaşadığı en sıkıntılı ve felaketli günler olarak tarihe geçer. Ülke I. Dünya Savaşı’ndan yerle yeksan olmuş bir şekilde çıkar. Savaş sonrası hükümet bunalımları, kriz ve istikrarsızlık Almanya’nın gündeminden hiç eksik olmaz. Yazarın örneklediği gibi Rayh hükümeti 21 kez tekrar tekrar kurulur. 1929 Dünya Ekonomik krizi ülkede bütün ağırlığıyla kendisini gösterir. Yahudilere de tacizin başladığı böyle bir dönemde yazar dışarıda hem çalışır hem okulunu- daha doğrusu okullarını- başarıyla tamamlar. Çırak olarak çalışmadan; fabrikada muhasebeciliğe kadar özel sektörün birçok alanında çalışır. Bu arada sanatsal olarak kendisini yetiştirmekten de geri durmaz. İş hayatında aktif olarak çalışırken akademik çalışmalarını aksatmamaya dikkat eder. Yazarın görev şuuru ve iş ahlakına sahip bir kişilikte olmasını, yaşamının her alanında bu vazife şuurundan taviz vermediğini görüyoruz. Bu alışkanlığı erken yaşlarda kazandığını ve ailesinden etkilendiğini belirterek şöyle açıklamaya çalışır: “Kuşkusuz, ‘görev’ sözcüğü benim baba evimde de büyük harflerle yazılıydı ve özellikle babam için ‘görev’, her şeyden önce gelirdi. Dolayısıyla ben de, “görev” saydığım her şeyi, elimden gelen en iyi biçimde yerine getirmeye çabalardım.”(s.53). “Bu tutumu ister ‘idealizm’ ister ‘toplum bilinci’ ile; ister ‘yükselme hırsı’, ister ‘sorumluluk duygusu’ ile açıklayabilirsiniz. Kesin olan bir şey varsa, o da, bu hayat anlayışımın benim de içime işlediğidir. Bütün hayatım boyunca, mesleğimin ve özel işlerimin arasında, mensubu bulunduğum küçüklü büyüklü kuruluşlar yararına gönüllü çaba göstermeyi her zaman için, doğal görev bildim.” (s.17)

           Hirsch, Hitler’in ülkeyi böyle bir felakete sürükleyeceğini özellikle de Yahudi kökenlilere terör estireceğini hiç tahmin edemediklerini itiraf eder. Bu arada ülkesinden ayrılma gerekçelerini anlatırken diğer soydaşları gibi kendisinin kapı dışarı edilmediğini, ailesine doğrudan bir rahatsızlık ve tehdidin, polis gözetimi ve takibinin olmadığını, ülkesinde avukat olarak kalıp çalışabilecek durumda olmasına rağmen gönüllü olarak ülkeyi terk ettiğini belirtir. Diğer Yahudiler gibi şanssız olmamasını da politik taraf tutmaması ve aktif politikaya hiç karışmamasıyla açıklar. Babasının bu tehlikeleri sezdiğini, kendisinin apolitik duruşuna zaman zaman kızarak, siz gençler politikayla ilgilenmezseniz, günü gelir politika sizinle ilgilenir. O zaman da iş işten geçmiş olur, dediğinin altını çizer. (s.18)

        Yazar, Türkiye’ye gelme sürecini detayları ile anlatır. Türkiye’ye geldiği vakit Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları başlamıştır. İstanbul’da Cumhuriyet Bayramı öncesi şehirdeki hazırlıklar hakkında ilginç gözlemlerde bulunur. Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda verilen resepsiyona kendisi de davet edilir. Ülkesinde kendisi gibi aydınların kovulup Türkiye’de gelir gelmez baş tacı edilişini şu cümlelerle anlatır: "Ve işte ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, “aşağılık” ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terkedip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, “dünyanın bir ucundaki Türkiye'de”, nice billûrlarla, mermerleri, somaki taşı, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldayan, nice değerli mobilyayla, halıyla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu mekânda, ülkenin bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman profesörü sıfatıyla bulunmaktaydım."(s.208)

        Yazarın Türkiye’deki anılarının omurgasını üniversite reformu ve üniversitenin kuruluşu oluşturur. Yurt dışından gelen diğer akademisyenlere olduğu gibi yazara da iki yıl kadar sürede Türkçeyi ders olarak anlatabilecek kadar öğrenme şartı koşulur. Hirsch, aynı statüdeki öğretim üyelerinden daha kısa sürede Türkçeyi öğrenir. Kendi pozisyonunda olan öğretim üyelerine, yerli hocalara göre daha fazla ücret (maaş) ödendiğini, bunun da birtakım insanlar tarafından adeta kıskanıldığını belirtir. İstanbul’da birkaç değişik evde kalır. Eski Başbakan Recep Peker’in de kiracısı olur. Peker’i Alman dostu olan ama Hitler dostu olmayan birisi olarak görür. Üniversitenin yeni emekleme dönemi olduğu için aksaklıklar oldukça fazladır. Özellikle kütüphanenin atıl bir durumda olduğunu, büyük bir çoğunluğu eski kitapların oluşturduğunu, bir kütüphane için gayet az kitap olduğunu, bir hizmetlinin gözetiminde, tasnif olunmamış bir şekilde kütüphaneyi gördüğünü belirtir. Kütüphanenin bu tablosundan oldukça rahatsız olur. Bu durumu “Kitaplığı olmayan bir üniversite, cephaneliği olmayan bir kışlaya benzer." ifadesiyle anlatır. Kendisinin asli görevi olmamasına rağmen bu işe gönüllü olarak el atar. Kitapların tasnif edilip, kütüphanenin düzenlenmesinden önce bu işin ehemmiyetini kendisine yardım eden akademisyenlere anlatmaya başlar. Avrupa ülkelerinin hukukları ile ilgili kanun ve dergi koleksiyonlarından oluşacak bir kitaplık kurmayı zaruri görür. Özellikle bizim akademisyenlerin bu konuyu çok ciddiye almadığını şu ifadelerle anlatır: "İlk başta Türk meslektaşlara bu sorunun önemini, özellikle kapsamını da kavratmakta güçlük çektim. Türk meslektaşlar, bilimsel bakımdan iyi-kötü doyurucu bir kitaplık kurmanın, bunu düzenli olarak yenileştirmenin ve sürdürmenin ne muazzam bir iş olduğunu zihinlerinde canlandıramıyorlardı"(s.239) Bu duruma oldukça şaşırır. Kütüphanenin işler hale getirilmesi için birkaç ayını harcar. Buradan anlıyoruz ki yazar “dersimi anlatır çıkarım”cılardan biri değildir.

        Yazar, kişiliğinin ipuçlarıyla ilgili küçük bir örnek verir. 1945’te hukuk fakültesinde öğrencileri sınav yaptıktan sonra dekanın kendisine Başbakanın oğlunun notunu değiştirmesini teklifi ettiğini, kendisinin de bunun mümkün olamayacağını, kabul etmesinin prensiplerini çiğnemek anlamına geleceğini belirtir. Burada Hirsch’in takdire şayan davranışının yansıması Başbakan Şükrü Saraçoğlu’ndan gelir. Bu olay Başbakanın kulağına gider. Aradan birkaç gün sonra yazar  Başbakanla karşılaşır. Saraçoğlu, kendisinin bu erdemli davranışını tebrik ve takdir eder. (s. 332)

Müellif, 1933–1943 yıllarında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde, 1943–1952 yıllarında da Ankara Hukuk Fakültesi’nde davetli öğretim üyesi olarak çalışır. Bu süre zarfında uzmanlık alanıyla ilgili birçok sözlük, makale, kitap yazar. Bunların dışında birçok konferans verir. Birçok kanunun hazırlanmasına ön-ayak olur. Yazarın başta Atatürk’e, Cumhuriyete ve Türk insanına sempatisi oldukça fazladır. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçer. Oğlunun ismini de “Enver Tandoğan” koyacak kadar da bizden birisidir. Özellikle tatillerde ülkemizin değişik yerlerini gezmeye çalışır. Ülkemiz insanlarını tanımaya gayret gösterir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmesine rağmen kendisine bir yabancı gibi bakılmaya devam edildiğini, bu durumdan da zaman zaman alındığını söyler.
                       
        DEĞERLENDİRME
        
          “Anılarım”
isimli eserde Weimar Cumhuriyeti'nin çöküş yılları, Hitler'in iktidara gelişi ve hukukçuların tutumu, Atatürk Türkiyesi'nin ilk 30 yılı ile ilgili görüşleri ve gözlemleri geniş yer tutar. Özellikle birinci ve ikinci bölümde zorluklar karşısında insanların pes etmeyip, hayata direnmesiyle ilgili hatıralar ilgi çekicidir. Üçüncü bölümde ise Cumhuriyetimizin inşasında emeği geçen bir bilim adamının katkıları dikkat çeker. Yazarın Türkiye’de 20 yıl kalıp bu kadar derin, kalıcı iz bırakması da takdir edilmesi gereken bir davranış olsa gerekir.

Yazar eserini hazırlarken kendi yaşamıyla ilgili birçok belge kullanmıştır. Hatıralarda hukukçu ve akademisyen kimliğinin izleri hemen göze çarpar. Kitabın içerik olarak güzel olmasına rağmen yazıların puntosunun oldukça küçük olması belki kitabı daha ucuza çıkarabilme düşüncesinden kaynaklanmıştır. Ancak ülkemizde okur-yazarların çoğunluğunun kitap okumama alerjisi ve sorunu olduğunu göz önünde bulundurursak böyle bir yaklaşımın kitapların sevilmemesinin sebeplerinden birisi olduğunu düşünüyorum.

(Erzurum Gazetesi, 23 Eylül 2009)


[1] Ernst E. Hirsch, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi Anılarım, Çev. Fatma Suphi, 8. baskı, 2000, Ankara, TÜBİTAK Yayınları

15 Eylül 2009 Salı

BİR VATAN KURTARMA HİKÂYESİ

                              
        Son yıllarda ülkemizde kitap dünyasında “nehir söyleşi” ya da uzun söyleşi denilen kitap türü çoğalmaya başladı. Bu türün yaygınlaşması okuyucu kitlesinin de ilgisini çekmeye başladığının göstergesi olsa gerekir. Bu söyleşilerde okuyucunun merak ettiği muhtemel soruları söyleşiyi yapan kişiler yazara soruyor. Yazarın verdiği cevaplar objektif ve akademik olmasa da hatıra kitaplarına göre daha çekici olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir nevi birbirinden farklı yerlerde yaşayan, okullarda okuyan ülkenin siyasi, sosyal ve kültürel tarihinde kilit noktalarda bulunan yazar, gazeteci, siyasetçi, akademisyen, sanatçı, bürokrat, devlet adamı gibi şahsiyetlerin hatıralarını, tecrübelerini anlatmaları, o dönemi merak eden, ama dönemde yaşamamış kişiler için çok cezbedici olabileceğini –en azından kendim için- söyleyebilirim. Bir nevi sohbet havasında dinliyormuş gibi geliyor insana.

 Bu yazıda anlattığım eser Ötüken Neşriyat’ın yanılmıyorsam uzun söyleşi türündeki ilk kitabıdır.[1] Yayınevi’nin kurucularından olan yayınevinin tarihine vakıf, 80 öncesinde MHP’de aktif siyaset yapan, kitaplarıyla milliyetçi camiaya yön veren Nevzat Kösoğlu ile Osman Çakır’ın yapmış olduğu söyleşilerden meydana gelmektedir bu eser. Osman Çakır’ın yaklaşık iki yıl kadar bir zaman diliminde yaptığı söyleşiler 43 bölümden oluşan bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar hatıra eksenli bu eserde Kösoğlu’nun doğduğu 40’lı yıllardan günümüze kadarki hatıralarını Türkiye’nin tarihi, kültürel, siyasi ve sosyal yaşamına oturtarak anlatmaya çalışır. Yazarın memleketi İspir, çocukluğu, lise, üniversite yılları, gazetecilik, yayıncılık,  siyasetteki aktif yılları, 80’de ihtilala giden Türkiye, ihtilalın etkileri, tutukluluk yılları, Türk Yurdu Okullarının doğuşu, vakıf ve dernek çalışmaları, kültür hayatına katkıları, Yurt dışı ziyaretleri, kitapları hakkındaki düşünceleri, Said Nursi, Fetullah Gülen ve tesirleri, günümüze ait değerlendirmeler, milliyetçilik ve siyaset konuları hakkında düşünceleri, tahlilleri ve tespitlerinden oluşur. Söyleşinin yapılmaya başlandığı dönemde çocukluğu ve İspir’i anlattığı “Geçmiş Zamanın Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleri” isimli kitabı çıkmak üzeredir. Bu söyleşilerden oluşan bir eser olsa da hammaddesi hatıra olduğundan kitapları arasında en çok bu esere atıf yapılmıştır.

KÖSOĞLU’NUN YAZARLIK SERÜVENİ

Kitabın iki ana lokomotifini kültür ve siyaset konuları oluşturmaktadır. Birinci lokomotifi oluşturan bu bölüm yazarın beslendiği kaynaklar, kitapları hakkındaki düşünceleri, kitaplarının Türkiye ve Türk dünyasındaki yansımaları, milliyetçi yazarların çıkarmış olduğu dergiler hakkında malumat, Türkiye’nin kültür politikası, Ötüken Neşriyat’ın kuruluş ve yükselme döneminin hikâyesi, gazetecilik günleri, Marmaratörlerin müdavimleri hakkındaki görüşleri, Türk Yurdu Okulları’nın kuruluş öyküsü, Gülen hareketi hakkındaki tespitleri, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi ve Büyük Türk Klasikleri’nin hazırlanış hikâyesi, vs. gibi konular oluşturur.

Yazar kitap denilen cevheri erken yaşlarda keşfeder. Özellikle bazı kitaplar çocukluk çağında adeta kendisini kuvvetli bir mıknatıs gibi çeker. H. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ile Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarından çok etkilenir. Özellikle lise yıllarından itibaren Toprak, Orkun, Büyük Doğu mecmualarıyla tanışır. Daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a gelir. Burada Milliyet gazetesinde Peyami Safa’nın yazılarını hiç aksatmadan takip eder. Birkaç kez de Safa ile karşılaşırsa da hayranı olmasına rağmen tanışamadığını söyler. Bir yazar olarak Peyami Safa’nın üslubunu çok beğenir. Gerek gençlik yıllarında birçok dernekte aktif görevleri olduğundan gerek gazetecilik ve yayıncılık yaptığı için gerek İstanbul ve Ankara’da yaşam sürdüğü için gerek İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuduğu için birçok yazar, akademisyen, şair, kültür adamı ve gazeteci ile tanışır. Bunların bir kısmıyla samimi olur, bir kısmının sohbetlerinde bulunur, bir kısmıyla hoca-öğrenci ilişkisi olur, bir kısmıyla hukukları olur. Bunların bazıları: Galip Erdem, Dündar Taşer, Ziya Nur Aksun, Mümtaz Turhan, Tarık Buğra, Sezai Karakoç, Mehmet Genç, Tarık Zafer Tunaya, Çetin Özek, Sulhi Dönmezer, Sıddık Sami Onar, Ali Fuat Başgil, Rasim Özdenören, Erol Güngör, Mehmet Niyazi, Nihal Atsız vs..  Ötüken Neşriyat’ın ilk çıkaracağı kitabın N. Fazıl’ın Reis Bey olduğu için N. Fazıl ile bu vesile ile tanıştığını belirtir. Eserde yazarın arkadaşlık ve dostluk kurduğu; övgüyle, saygıyla bahsettiği; dost meclisinde bulunduğu çoğunluğu sağ, milliyetçi, muhafazakâr birçok aydından oluşan bir portre galerisi de mevcuttur. Bu galerinin birbirinden renkli, farklı yüzleri şunlardır: Ali İhsan Yurt, Hilmi Oflaz(İşportacı Hilmi), Zaptiye Ahmet, Ayvaz Gökdemir, Acar Okan, Nuri Gürgür, Nurhan Alpay, Özer Revanoğlu, Fehim Üçışık, Mehmet Niyazi, Dündar Taşer, Ziya Nur Aksın, Vecihi Öğütçüoğlu, Emine Işınsu, İbrahim Metin, Ergun Göze, Mehmet Emin Alpkan, İsmail Dayı, İsmail Kahraman vs..

        Yazar, çocukluğunda -galiba ilkokul yıllarında- evlerine bir memurun misafir olarak geldiğinde,  bir eşyaya sarılmış bir şekilde gazeteyi ilk kez gördüğünü, bu gazetenin Tan, ilk okuduğu yazarın ise Aziz Nesin olduğunu söyler. İdeolojik olarak safların daha kalınlaştığı ve keskinleştiği dönemlerde dahi Aziz Nesin okumayı bırakmadığını belirtir. Kösoğlu, Aziz Nesin’e solun dışındakilerin bakış açısından çok farklı boyutta bakmaya çalışır. Nesin hakkında bir anekdot anlatır. “Ben Aziz Nesin’den bizzat dinlediğim şeyleri anlatayım. Televizyonların birisinde hayatı hakkında söyleşi yapılıyor. Gazeteci soruyor: ’Bir Nesin Vakfı kurmuşsunuz, diyor. Kimsesiz çocukların eğitimi için. Ama sizin de çocuklarınız var. Vakıf kurmakla onların hakkını gasp etmiş olmuyor musunuz, en azından onlara haksızlık etmiş olmuyor musunuz?’ Yoo, dedi. Niye öyle olsun ki. Ben onları okuttum. Hatta birer tane de ev verdim. Ondan sonrasını kendileri yapsınlar. “Beni sokaktaki bir çocuk olarak alıp da Aziz Nesin haline getiren bu millete hiç borcum yok mu benim?”(s.450) Herkesin milletten alacaklı olduğu bir dönemde bu davranışın asil bir davranış olduğunu vurgular.

Kösoğlu, eserin birkaç yerinde Milliyetçi camianın kalem kudretinden mahrum olmasını dile getirir. Bu yargısını güçlendirecek birkaç anekdot anlatır. Kitap Şuuru isimli kitabını yaklaşık 80 arkadaş ve dostuna (bu sayının tahmini olarak belirtir.) imzalayıp gönderdiğini buna karşılık hiçbir cevabın, eleştirinin olmadığını hatta bir teşekkür dahi edilmediğini bundan sonra istisnalar dışında kimseye kitap imzalayıp göndermediğini söyler. Bir kitap fuarındaki imza gününe sadece 3 kişinin katıldığını vurgular. Camianın bu alanlardaki kuraklığına üzülmesine karşın 15-20 yıldır bazı yazılarının, bir takım üniversitelerde yardımcı kaynak olarak, bir kitabının da üniversitelerimizin birinde ders kitabı olarak okutulduğunu söyleyen yazarın bahtiyar olduğunu seziyoruz. Yazarın hazırladığı “Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi” isimli çalışmanın Türk dünyasında çok ses getirdiğini, televizyonlarda program yapıldığını, özel tanıtımlar yapıldığını kültür ve edebiyat gündeminde epey gündemde kaldığını, Kırım’da üniversitede ders olarak hâlâ okutulduğunu buna karşılık Türkiye’de ise bu esere yayımlanmamış muamelesi yapıldığını belirtir.
       
YAZARIN GÜLEN HAREKETİ VE OKULLARI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
       
        Kösoğlu, bilindiği üzerine Said Nursi hakkında geçmiş yıllarda bir araştırma kitabı yayımlamıştı. Bu söyleşilerde kısaca Said Nursi hakkında şunları anlatır. İslam milliyetçisidir ama bu milliyetçilikte Türklere özel yer ayırır. Türklerin Allah’ın kılıcı olduğunu, İslâm uğruna en fazla şehit verenlerin Türkler olduğunu, bu millete karşı kılıç çekilemeyeceğini, Mekke’de doğsam dahi İslam’a hizmet için Türkiye’ye gelirdim dediğini, belli bir zamandan sonra yanına gelip Kürtçe konuşanları reddettiğini, benimle Türkçe konuşun dediğini belirtir. Gülen Hareketi hakkında da ilginç tespitlerde bulunur. Özellikle de yurtdışında açılan okulların ülkeye katkısının inanılmaz boyutlarda olduğunu söyleyerek, karşı çıkanlara çok tepki gösterir. İsmail Gaspralı’nın zamanında açılan okullara da aynı tepkinin verildiğini belirterek bu okullarda yapılanların adı şeklen olmasa da içerik olarak Türkçülük olduğunu ifade eder. Yazarın bu harekete, liderine ve icraatlarına sempatisi gözle görülenin üstündedir. Kendisinin bu fikirleri açıkladığı için milliyetçi camia tarafından acımasızca eleştirildiğini belirterek söylediklerini ve yazdıklarını çürütecek fikirler ortaya konulmadığını belirtir. Dinler arası diyalog konusunda da millet ve Müslüman olarak bizleri rahatsız edecek bir şeyin olmadığını söyleyerek kaçarak savaşın kazanılmayacağını söyler.

Yazar, Gülen hareketi hakkında çok ümitli olmakla beraber ilkesel ve teorik olarak bazı korkularının da olduğunu üstüne basarak söyler. Hareketin içinden doğabilecek olan tehlikelere dikkat çekmeye çalışarak olması muhtemel gelişmeleri çok güzel bir şekilde tahlil etmeye çalışır. “ Cemaat, kendi iç dayanışmasıyla çevre tesirlerini asgariye indirerek kendi iç düzenini kuracaktır.. Yani, kendi dışına kapanma temayülünde gelişecektir. Bu durumda, cemaat mensuplarının kendi mensuplarına karşı sevgi ve dayanışmaları artarken, cemaat dışına karşı yabancılaşmaları, soğumaları söz konusu olacaktır. Cemaatin büyüme isteği böyle bir psikolojik dirençle karşılaşacaktır. Aşılması gereken çelişki buradadır: Cemaat içi dayanışma, fedakârlık duygusu, gayret artarken, cemaat dışına karşı soğuma, ilgisizlik ve marjinal olarak husumetler başlar.(...) Cemaat asabiyeti milli ve dini asabiyetin yerini alır. İşte aşılması gereken nokta burasıdır: cemaat asabiyetinin mutlaka milli asabiyete dönüştürülmesi gereklidir. İslam tarihinde bu seviyeyi aşamamış sayısız denemeler vardır. Bugün, millî devletler halinde yaşama zorunluluğumuz olduğuna göre, bu cemaat gerilimi, milli gerilime yükselmedikçe, başarıları ne ölçüde yaygın olursa olsun, Hoca Efendinin inandığı, beklediği medeniyet hamlesini gerçekleştiremeden söner. Bu hareket hakkında olumsuz tavır takınanların birçoğunun, isimlendirmeseler de bu cemaat asabiyetinden huylandıklarını, kendilerini itilmiş hissettiklerini ve öfkelendiklerini gözlemlemişimdir.

İkinci olarak ateş parlaklığını kaybettikçe hareketin, İslamiyet’in ritüellerine hapsolması, gittikçe daha da gelenekçileşmesi ve ahlaki öz ve hedefin kaybolması ihtimalinden korkuyorum.(…) Üçüncü olarak da yukarıdakilerle bağlantılı olarak çeşitli Müslüman ülkelerde esen siyasal İslam sapmalarından etkilenme ihtimalidir.(…) Hoca Efendiden hiçbir endişem yok; ama toplumsal yönelişler ne kadar denetlenebilir; bundan emin değilim ve camianın bilgi birikimine güvenemiyorum.” (s.400–401)

YAZARIN SİYASİ GÖZLEM, TESPİT VE TAHLİLLERİ

Nevzat Kösoğlu, 1973- 1980 yılları arasında MHP’de genel sekreter yardımcısı, 77–80 yılları arasında Erzurum Milletvekili olarak görev yapar. 80 İhtilalında ise idamdan yargılanır, 1.5 yıl tutuklu kalır. Bu aktif siyasetçilik yaptığı dönemlerden önce de partiyle yakından ilgilendiğini, partinin eğitim ve kültür gündemiyle yakından ilgilendiğini, genel başkanla sık sık görüştüğünü eserden öğreniyoruz. Dolayısıyla 80 İhtilalı öncesi Türkiye’de bir fikir akımının mücadelesinin içinde bulunmuş, o dönem itibariyle partide resmi görevi olan bir yazarın söylediklerine kulak kabarttığımızda ilginç tespitlerle karşılaşırız. Gündemin teröre endekslendiğini, konuyla ilgili yaşadığı somut bir örneği vererek söyler. Milletvekili olarak mecliste kültürel konulardan Türk müziğinin durumu, arabeskin popülerliği ile ilgili bir konuşma yaptığını, bu konuşmanın gerek kendi camiası gerek muarızlarınca dahi tepki topladığından bahseder. 80 öncesi ülkücülerin verdiği mücadelenin rotasının sağlam, kıblesinin doğru olduğunu, bu mücadeleyi Alparslan Türkeş dışında birinin başaramayacağını, bu ruhun bir kurtuluş hareketi olduğunu ısrarla vurgular. Geriye dönüp o dönemin şöyle tahlilini yapmaya çalışır:“… Ülkücü Hareket mikro planda yani müşahhas olaylar seviyesinde ve çerçevesinde birçok yanlışlar yapmıştır, istismarlara uğramıştır. Kişisel öfkeler, kişisel problemler ülkücülüğe yansıtarak çözülmeye çalışılmıştır; bunların ben müşahhas örneklerini de bilirim. Fakat makro düzeyde, işin bütününe baktığın zaman, yüzde yüz haklı olan, yüzde yüz milli olan, yüzde yüz olması gereken, Ülkücü Hareketti; ben bugün buna, dünkünden daha derin inanıyorum.”(s.232)

Yazar, Türk siyasi hayatının liderleri hakkında en çok yakından izleme fırsatı olduğundan olsa gerek Alparslan Türkeş hakkında yorumda bulunur. Özellikle kendisinin lider yönünü vurgular. Kendisinin en zor şartlarda dahi inancını yitirmediğini, bununla ilgili birkaç anekdot ile anlatır. Kendisinin milletvekili olduğu dönemler itibariyle, Merhum Türkeş’in Meclis çalışmalarını çok ciddiye almadığını, mecliste sadece bir kez konuştuğunu, parti binasında daha aktif çalıştığını söyler. Taban olarak DP tabanının acılarını paylaştıklarını, DP’nin halefi partilerle hiçbir sorunu olmamasına rağmen kendilerinin siyasi fikrini anlatmakta zorlandıklarını belirtir. Türkeş’in 60 İhtilalında MBK üyesi olmasının ve “Menderes’i astıranların içindedir” propagandasının birçok yerde karşılarına çıktığını, bunlara karşı kendilerini anlatamadıklarını, halkın kendilerine yakınlık göstermesine rağmen oya dönüştüremediğini kayadan parça koparır gibi milletten oy aldıklarını söyler.

Eserin müellifi, son 50 yılın Türk siyasetçilerinin zirve isimleri hakkında ilginç, çarpıcı tahlillerde bulunur. Turgut Özal’ın bürokrasi kökenli olduğu için birikiminin çok fazla olduğunu ama nutuk atma ve mitinglerde halk kitlelerini etkileme anlamında çok fukara olduğunu söyler. Süleyman Demirel’in çok zeki, siyasi iskeletinin çok sağlam olmadığını ama birçok kişinin ısrarla görmezlikten geldiği öğrenme kabiliyetini hiç ama hiç yitirmediğini, hala bu yaşta bile öğrenme gayreti içinde olduğunu vurgular. Tayip Erdoğan’ın çok etkileyici bir hitabet ve karizmadan daha ziyade sıcak bir Anadolu insanı havası ve doğallığı olduğunu, merhum Bülent Ecevit’in siyasi gelişmelerde, kamuoyunda, kokuyu çok iyi alan bir adam olduğunu bu mealde 90 sonrası milliyetçiliği çok güzel kullandığını belirtir. Rahmetli Alparslan Türkeş’in iç kararını ve kıblesini değiştirmemekle birlikte yeni söylemler geliştirmediğini, nutuk üslubunun çok kuvvetli olmadığını, iyi bir müzakereci olmadığı belirtir. Celal Bayar’ın en az İsmet Paşa kadar tecrübeli olmasına rağmen, İttihatçı bir siyaset adamının hele hele Meşrutiyet ve Cumhuriyet’te aktif görevlerde bulunmuş siyaset ve devlet adamının 27 Mayıs’a giden süreci sağlıklı bir şekilde değerlendirip okuyamadığını belirtir.

Kösoğlu, soğuk savaş döneminin bütün yoğunluğuyla ülkemizde kendisini hissettirmeye başladığı zamanda, sol düşünceye sahip olan aydınların büyük bir kısmının Rusya’nın 4 yüzyıldır milletimize karşı beslediği milli politikadan, son birkaç yüzyıldır yaptığımız büyük savaşların çoğunluğunun Rusya ile yapılmasından bihaber olmasından özellikle Kars, Ardahan ve Batum’u babalarımızın kavgasıyla alındığını II. Dünya savaşı sonrası Rusya’nın buraları bizden tekrar isteme taleplerini görmezden gelmelerini tam bir gaflet olarak yorumlar. Sultan Abdülhamid’in “tarihi düşman” sözünü her Türk aydınınca bilinmesi gerektiğini belirtir. Bu şartlar altında Marksizmin aldığı mesafeyi havsalasının almadığını söyler. Yazar sol hareket daha doğrusu Sosyalist hareket içerisinde Mehmet Ali Aybar ve Hikmet Kıvılcımlı’ya daha sempatik bakar. Türkiye’deki sosyalizmin savunucularının kahir ekseriyetinin kıblelerinin Çin, Rusya vs. olmasına rağmen Aybar’ın Türkiye’ye özgü bir sosyalizme inandığını belirtir. Kıvılcımlı’nın Marksizmin klasik yorumundan biraz daha farklı ve özgün açılım yapmaya çalıştığını belirterek şunları vurgular: “Hâlbuki H. Kıvılcımlı buna, ülkücü insan unsurunu sokuyor. Tabiri de o: Ülkücü insan. Sosyal sınıfların mücadelesi vardır. Bunlar bir birikim oluştururlar, fakat tarihteki sıçramayı gerçekleştirenlerin ülkücü insanların hareketidir, der. Ülkücü insanlar olmazsa sınıfların mücadelesi hiçbir sonuç vermez.”(s.125)

Nevzat Bey, 40’lı, 50’li yıllarda memleketi İspir ile ilgili dönemden bahsederken o yılların yokluk, sefalet yılları olduğunu, özellikle Cumhuriyet’in fakirlik ve yoksulluğun üzerine kurulduğunu belirtir. Burada I.Cihan Harbi’ne kayıtsız, şartsız Almanların safında girdik diyenlere karşı çok ilginç bir bakış açısını yansıtan bir tespit yapar: “Şimdi Birinci Dünya Savaşı’nı şuradan buradan tenkit edenlerin hiç söylemedikleri bir şey var. Birinci Dünya Savaşı’na Alman parası ile girdik. Alman silahı ile harp ettik. Almanya’nın bize göndermediği gün biz memurumuza, subayımıza maaş ödeyemedik. Hatta harbe girişimizin sebeplerinden birisinin de bu olduğunu söylerler. Şimdi bu yoksulluk içinde biz I. Dünya Savaşı’nı yaptık; yetmedi, ardından bir de İstiklâl Savaşı’nı yaptık…”(s.26)

Kösoğlu, özellikle tek parti döneminde yapılan haksız uygulamalardan bazılarını anlatarak, bu milletin Yunan’ın Ermeni’nin yaptığını unuttuğunu ama bu dönem yapılanları unutmadığını belirterek Anadolu’da CHP’ye karşı olan önyargının kolay kolay silinmeyeceğini iddia eder.
               
DEĞERLENDİRME

        Osman Çakır’ın Milliyetçi camianın yaşayan en büyük entelektüellerinden olan Nevzat Kösoğlu ile yaptığı söyleşilerden oluşan eser, 1940’lı yıllardan günümüze kadar ki Türkiye’nin siyasi, kültürel ve sosyal tarihine ışık tutacak hatıralardan oluşmaktadır. Eser milliyetçi bir fikir adamı ve kalem erbabının gazetecilik, yayıncılık, siyaset, sivil oluşum alanlarında aktif görevlerde bulunması dolayısıyla güzelce yaptığı tespit ve tahlillerden ve edindiği çarpıcı tecrübelerden oluşmaktadır. Milliyetçi bir aydının gözüyle 80 ihtilaline giden süreç, 80 ihtilali ve ihtilalin etkileri, yurt dışı gezi izlenimleri, Türk Yurdu Okulları’nın doğuşu, Ötüken Yayınevi’nin kuruluşu ve büyümesinin hikâyesi, 80 öncesi milliyetçilerin vermiş olduğu mücadelenin ruhu, Türk Ocakları Eğitim Kültür Vakfı’nın kuruluşu, Gülen hareketi ve okulları hakkındaki düşünceleri, MHP, milliyetçilik ve siyaset, Günümüze ait değerlendirmeleri, kitapları hakkındaki düşünceleri, milliyetçi ve muhafazakâr fikir ve siyaset adamları anlatılmaya çalışılmıştır.
       
        Bu zamana kadar okuduğum eserler arasında en fazla hatıra ve otobiyografi türünü okuduğumu söyleyebilirim. Bu eserlerde –okuduklarımın en azından büyük bir kısmı için-yazarlar her ne kadar objektif olsalar da bahsedilen dönem itibariyle tarihin büyük öznesi olarak kendilerini göstermeye çalışırlar. Kendilerine olması muhtemel tarihi rollerden daha fazlasını yansıtmaya çalışırlar. Bu kitabı okuyanların bana göre dikkatini çekeceği en önemli özelliklerinden birisi de yukarıda bahsetmeye çalıştığım yazarların düştüğü hataya asgari bir düzeyde düşmesidir. Yazar hatıralarından bahsederken mütevazı, temkinli cümleler kurmaya çalıştığı hemen göze çarpar. Hatırlamadığı dönemler için kaynaklara bakmak gerektiğini, söyleşiyi yapan kişinin bu tarz sorularını bazen geçiştirmeye çalıştığını, bazen cevaplamamaya özen gösterdiğini, bazen de fülû cevaplar verdiğini, dolayısıyla kitabı bilgiler vermemeye de dikkat ettiğini söyleyebilirim.

         (Erzurum Gazetesi, 15 Eylül 2009)     


[1] Osman Çakır, Nevzat Kösoğlu ile Söyleşiler: “Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi”, 462 s.,İstanbul, 2008, Ötüken Neşriyat, http://www.otuken.com.tr/

14 Eylül 2009 Pazartesi

TÜRK ROMANCILARI KONUŞUYOR

        İdeolojik kamplaşmanın, fikri kutuplaşmaların edebiyatımızı da ablukaya aldığı dönemler maalesef hâlâ devam etmektedir. Kerli-ferli yazarlarımızın, kurumsallaşmış yayınevlerinin, Cemil Meriç’in “hür düşüncenin kaleleri” olarak tavsif ettiği mecmuaların,  akademisyen camiasının büyük bir kısmının bu kavgaya odun attığını, kendi camiası dışındaki edebî devleri yok saymaya devam ettiğini, bu yaklaşımın Türk edebiyatını kuraklaşmaya, kısırlaşmaya götürdüğünü düşünüyorum. Şüphesiz birbirinden farklı dünya görüşüne sahip akademisyen, gazeteci ve yazarlarımızın içerisinde bu durumdan rahatsız olanların olduğunu söylemek durumundayız. Bu haftanın yazısında bu niyette olan bir yazarımızın eserine atıf yapacağım.

        Edebiyat araştırmacısı, gazeteci ve yazar Mehmet Nuri Yardım’ın 2000 yılında yayımlanan “Romancılar Konuşuyor” isimli kitabının ikinci baskısı geçen yıl başka yayınevi tarafından yayımlanmıştı.[1] Yardım, bu zamana kadar birçok gazete ve mecmuada muhtelif görevlerde bulunmuştur. 28 yıllık süre zarfında yüzlerce yazı, makale ve mülakat yapmıştır. Ayrıca birçok kültür, sanat ve edebiyat mahfillerinde bulunarak Türk edebiyatı ve sanat camiasının nabzını tutmaya gayret göstermiştir.  

        Bahse konu olan eser, yazarın muhtelif tarihlerde yaptığı, farklı gazetelerde yayımlanan, çoğunluğu romancı ve romancılarımızın yakın arkadaşı, akrabası ve akademisyenler ile yapılan 50 mülakattan oluşmaktadır. Bunun dışında mülakatı yapılan yazarların bir fotoğrafı ile kısa özgeçmişi bulunmaktadır. Ayrıca Prof. Dr. Fatih And’ın Türk Romanı hakkında vermiş olduğu bir mülakat ile eserin sonunda geniş bir bibliyografya bulunmaktadır. Yazar, elinin yettiği, nazının geçtiği birçok romancımıza ulaşmıştır. Kendisinden önceki devirlerde Türk edebiyatında romana damgasını vurmuş yazarlarımız hakkında da muhtelif kişilerce yapılmış mülakatlar yer almaktadır. Bu yazarlarımız üzerine araştırma yapan akademisyenlere (Cengiz Dağcı üzerine İsa Kocakaplan, Mehmet Rauf hakkında Rahim Tarım, Ahmet Mithat Efendi hakkında Necat Birinci vs gibi) ya bu yazarlarımızın yakın çevresinde bulunan arkadaşlarına (Kemal Tahir hakkında İsmet Bozdağ, Peyami Safa hakkında Ergun Göze gibi) ya da bu yazarlarımızın akrabalarına (Safiye Erol hakkında yeğeni Aydın Erol gibi) kişilere başvurarak mülakatlar yapmıştır.

        Romanların yazarları hakkında -kendi adıma söyleyeyim- birçok bilgiyi bu eserden öğrendim. En azından benim yeni öğrendiklerimden bir kısmını paylaştığımda şunları söyleyebilirim. Abbas Sayar’ın akademisyen oğlu Ahmet Güner Sayar, “Yılkı Atı”nın başarıya ulaşmasını anlatırken küçük bir anekdota başvurur. Babasının atları çok sevdiğinden zaman zaman Veli Efendi Hipodromu’na giderek buradaki at yarışı izleyicileri bahis peşindeyken kendisinin atları zevkle inceleyip, seyrettiğini vurgular.(s.149) Peyami Safa-Nazım Hikmet arasındaki meşhur polemiklerin doğumu öncesindeki ahbablıklarıyla ilgili küçük ve önemli bir ayrıntıyı Muzaffer Buyrukçu anlatır. Peyami Safa’nın klasik kitabı olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” kitabını Nazım Hikmet’e ithaf ettiğini belirtir.

        Yazar, Faik Baysal’ın 1943 depremine Çankırı’nın Çerkeş ilçesinde çok katlı bir otelde yakalandığını ve 37 kişilik otelde kendisi dışındakilerin tamamının hayatını kaybettiğini, kendisinin de bir mucize olarak kurtulduğunu;(s.124) Oktay Akbal’ın Osmanlı devlet adamlarından ve yazarlarından Ebubekir Hâzım (Tepayran)’ın torunu olduğunu ve her bayram elini öpmeye gittiğinde kendisine Fransızca kitap hediye ettiğini;(s.161) Merhum Mustafa Necati Sepetçioğlu, romanlarını yazmadan önce romanın geçtiği mekân ve yerleri –Anadolu’nun her tarafını- küçük volkswagen ile gezerek ön bilgi sahibi olduğunu;(s.189) Hekimoğlu İsmail’in birkaç kez sınıf tekrarı yaparak 18 yaşında ortaokulu bitirdiğini;  Gülten Dayıoğlu’na ilkokul öğretmenin yazar olacağını sezerek “Sen ilerde yazar olacaksın “ dediğini, bundan ilham alarak yazıya ilk adımı attığını, 5. sınıfta 132 sayfalık roman yazdığını;(s.223) söyleşiyi veren yazarlar, Cemil Meriç’te Ahmet Mithat Efendi’nin bir etkisi olduğunu, Cemil Meriç’in “Hepimiz Ahmet Mithat’ın çocuklarıyız” dediğini ve Ahmet Mithat Efendi’nin çıkardığı “Kırkambar” dergisinin ismini de en önemli eserine isim olarak verdiğini, Akademisyen ve yazar Durali Yılmaz söyler. (s.342)


         Cengiz Aytmatov, yazarlık serüveninden bahsederken “yazar olacak çocuk”un en önemli ipuçlarından birini de itiraf eder. Günümüz insanlarının hayal pınarlarındaki kuraklık ve kurgazlığın da sebeb-i hikmetini aslında açıklamış olur: “…Babamın annesi beni güz aylarında yaylaya götürürdü. Bütün köylüler yaylaya giderdik. Muhteşem dağ manzaraları içinde kalır, tabiatla haşır neşir olurduk. Bu bana tabii ilhamlar veriyordu. Hem o zamanlar televizyon yoktu, radyo yoktu. Benim televizyonum büyük annemdi. Çünkü bana her gün, ama her gün çeşit çeşit masallar anlatırdı… Sabahtan akşama kadar ondan masal dinlerdim. Benim bu masalları iyi dinleyip dinlemediğimi kontrol ettirmek için bana bu masalları tekrar ettirirdi. Ben de büyükannemden dinlediğim masalları yeniden ona anlatırdım. Bu masallar benim edebî alt yapımı hazırladı, kültürümün zeminini oluşturdu, yazı dünyam için bir hazırlık oldu…”(s. 167)

DEĞERLENDİRME

        M. Nuri Yardım, Türk edebiyatının niteliksel ve niceliksel çıtasının yükselmesine yönelik en önemli engellerin başında gelen edebiyatımızın siyasi çekişmelerin arasında kalmasından oldukça muzdariptir. Şüphesiz bir dünya görüşü olmasına rağmen günlük politikanın dışında kalarak edebiyat ambarımızda özellikle de kaybedilmiş ve kadr-ü kıymeti bilinmeyen yazarlarımızı ve eserleri araştırmaktan zevk alan bir yazardır.

        Yardım, bu eserinde romancılarımızın beslendiği kaynaklardan yazı hayatına ilk adımı nerede ve nasıl attığına; bazı eserlerinin içeriğinden yazma üslubuna; niçin roman yazmalarından çok satan kitapların hikmetine; romanın edebiyatın içerisinde niçin atbaşı gittiğinden Türk edebiyatındaki gruplaşma ve fırkalaşmalara; çocukluklarındaki yaşadıklarının edebiyata katkısından bazı romanların niçin daha çok sattığına kadar onlarca soruyu romancılarımıza sorar. Bu sorulara birbirinden ilginç cevaplar alır. Yazarların eserlerine bakarak kişilikleri, düşünceleri hakkında az-buçuk yorum yapılabilir. Biyografileriyle ilgili kaynakları okumadan yazarlar hakkında verilecek yargıların eksik kalacağını düşünüyorum. Romanları okunduğunda hissedilemeyecek biyografik bilgiler, eserlerini doğuma götürecek süreçleri, yazar adaylarının her cümlesini ciddiye alması gereken cevaplar bu tarz kitaplarda bulunmaktadır. Aynı zamanda Romancılarımız için araştırma yapacak olanlar için eseri önemli bir kaynak olarak görmekteyim.

        (Gaziantep Oluşum Gazetesi, 14 Eylül 2009)

[1] Mehmet Nuri Yardım, Romancılar Konuşuyor, 432 sayfa, II. Baskı, 2008, İstanbul, Nesil Yayınları.

1 Eylül 2009 Salı

TEKKE’DEN MECLİS’E SIRA DIŞI BİR ÇELEBİNİN ANILARI

        Geçtiğimiz aylarda Timaş Yayınları “Hatırat Kitaplığı” kapsamında bir Mevlevî Postnişinin anılarını anlatan Tekke’den Meclis’e: Sıra Dışı Bir Çelebi’nin Anıları isimli kitabı yayımladı.[1] Veled Çelebi İzbudak, çok yönlü bir irfandır. İsminden de anlaşılacağı gibi Mevlana’nın oğlu Veled’in ismini ve Çelebi adını alması tesadüf değildir. Mevlana’nın soyundan gelen, Mevlevî muhitinde yetişip Eyüp Bahariye ve Galata Mevlevihânesi’nde çalışan İzbudak, uzun süre Konya Mevlana Dergâhı Postnişinliği’ni yapar. Dönemin Türkçecilik ve Türkçülük akımına ilmi ve kültürel çalışmalarıyla katkı sağlayarak kültürel tarihimize iz bırakan bir aydındır. Türk Derneği’nin kurucuları arasındadır. Tercüman-ı Hakikat ve İkdam gibi gazetelerde; Mektep, Hazine-i Fünun, Resimli Gazete mecmualarında yazılar yazar. İlk gençlik yıllarında Konya’da 4 yıl memur olarak çalışır. Daha sonra İstanbul’da Dâhiliye Nezâreti Matbûât-ı Dâhiliye Kalemi’nde sansür memuru ve müdürü olarak görev yapar. Konya Postnişiliği’nden sonra da kısa süre Şurayı Devlet azalığı yapar. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da bulunur. Ankara Lisesi’nde Farsça Muallimliği yapar. Akabinde Ziya Bey(Gökalp)’in başkanlığını yaptığı Telif ve Tercüme Heyeti’nde bulunur. Cumhuriyet döneminde 4 dönem (16 yıl) milletvekili olarak görev yapar.
       
        Veled Bey, çocukluğunun geçtiği Konya’da Mahalle Mektebi’ndeki günlerini anlatır. İntizamsızlık, çocukların terbiyesizliği, gürültü, usul-i tedrisin yolsuzluğu ve soğuk gibi birçok sebep yüzünden bu okuldan bıktığını belirtir. Bu okuldan sonra Mekteb-i Rüştiye’ye kaydolur. Bu günü “Cehennemden çıkıp cennete girmiş gibi oldum.” diye anlatır.  Mevlevilik ile ilgili ilk bilgileri ailesinden alır. Bu arada çocukluktan beri kendisini geliştirmenin peşindedir. Konya’daki Vilayet Gazetesi’nin başmuharriri olarak yazı hayatına atılır. Buradaki 4 yıllık memuriyet hayatından sonra daha fazla bilgi sahibi olmak için İstanbul’a yol alır. Bahariye Mevlevihânesi’nde yaklaşık iki yıl çalışır. Bu süre zarfında ilmi faaliyetlerine devam eder. Birçok süreli yayınlara yazılar yazar. Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Necip Asım gibi bir kısım yazar ile ahbaplık kurar. Zaman zaman buluşarak farklı ortamlarda bu yazar ve ediplerle mübahaselerde bulunur. Veled Bey “Türk Dili Lügati” çalışmasını hazırlarken Ahmet Mithat Efendi ve Necip Asım Bey’in gösterdiği yakın ilgi ve gayretten bahseder. Eserleri okurken dikkat edilecek hususlarla ilgili edebiyatımızın Efendi Babası’nın ettiği nasihati yazar Mevlanaca bulur: “Çelebi, yazıda her iki satırın arasında bir satır daha vardır. Onu oku.”(s152)

         Hatıralarda günlük hayattan kesitler de bulunmaktadır. Yazar, 1892 yılının kışının çok şiddetli geçtiğini, karın bir metreyi geçtiğini, Haliç ve Boğaziçi’nde denizin bazı yerlerinin donduğunu, Eyüp’ten, buz üzerinde Sütlüce’ye gidildiğini, hatta Bahariye Mevlevihânesi meydancısının buz üzerinde sema ettiğini belirtir. (s.65) İstanbul’un yaşadığı en büyük depremlerden 1894 depremini –kendi ailesi ve mahallesi ekseninde- anlatır. İstanbul’un yüzyıllardır kara yazgısı olan yangınlardan Veled Bey de nasibini alır. Özenle biriktirdiği birçok yazma ve tarihi eser yangınla birlikte kül olur. 1896’da Ermeni teröristlerin Osmanlı Bankası’na yaptığı baskın ve akabindeki olaylarla ilgili de “Ermeni Patırtısı” başlığıyla bir bölümü oluşturacak kadar bahseder.

        Yazarın Dâhiliye Nezâreti Matbûât-ı Dâhiliye Kaleminde sansür memuru ve müdürü olarak görev yaptığını ikinci paragrafta söylemiştim. Sultan Abdülhamid döneminin en çok eleştirilen icraatlarının başında basına getirdiği sansür yıllardır tartışılmaktadır. Veled Bey’in sansürün iyi niyetli ve cahil kimseler tarafından nasıl yorumlandığını ve basının içinin boşaltılarak ne hale geldiğini anlattığı satırlarına kulak vermek durumundayız: “Hıfzı Bey’in ilmi yoktu. Ecnebi dili de bilmezdi. Fakat resmî daire işlerine ve resmî takayyüdata tamamen vakıftı. Vazifesinin eri idi. Bunun kadar işine ehliyet ve kifayeti haiz bir memur az görülür. Merhum, cahil olduğundan ve mevkii muhafaza ve âtisini temin hususuna fevkalâde haris bulunduğundan, gazeteleri çok sıkıştırıyordu. Bu sebeple matbûata fenalığı dokundu. İlmî makaleleri anlayamadığından dolayı çize çize nihayet tamamen yasak ederdi. Edebî eserlerde anlamayacağı kısımlar olduğundan onlar da hışmına uğrardı. Bana ve arkadaşım Samih Bey’e de emniyeti yoktu. Gazetelerin münderecâtını şu dereceye indirdi: Tevcîhat; selamlık resm-i âlîsi; havadis-i dâhiliye namına mesela Rüsûmat ve Orman ve Maâdin ve Şehir Emaneti gibi bazı dairelerin en adi bazı havadisleriyle, tramvaylara ait beş on hezeyan; ‘teblîgât-ı resmiye’ unvanı altında vilayetlerden gelen şehrâyin telgrafları ve aşıya müteallik (ilanlar) ve Hicaz şimendiferi ilanları ve Nüfus idaresinin isimleri ve mesken tamimleri gibi şeyler. Ve havâdis-i hariciye olmak üzere de birçok uzak yerlerin, kavimlerin gayet ehemmiyetsiz lafları ve sonra da ilanlar.. Yahut şöyle de taksim edilebilir: Birinci sahifede selamlık resm-i âlisi, tevcihât ve tebligât ve ecnebilere ait ehemmiyetsiz, manasız telgraflar. (ikinci sahifede) Dış haberlere ait ecnebi gazetelerinden lüzumsuz tercümeler. Üçüncü sahifede, iç havadisler ile yine ecnebi gazetelerinden tercüme edilen ve ‘havâdis-i mütenevvia’namı altında bulunan “Amerika’da yirmi katlı binalar varmış” gibi hiçler. Dördüncü sahifede ise ilanlar.”(s.99/100) Hıfzı Bey’in müdürlüğü sonrası gelen Ebu’l Mukbil Kemal Bey’in de aynı çizgide görev yaptığını, daha sonra da müdürlüğe kendisinin geldiğini belirtir yazar. Kendisinin görev yaptığı dönemde Edebiyat-ı Cedîde ve Fecr-i Âtî’nin inkişaf ettiğini -bunu o devrin ediplerinin kitaplarında yazdığını söyler- kendisinden öncekiler gibi olsaydı dergilerin bu boyutta olmayacağını iddia eder.(s.101)

        Mehmet Reşad Efendi, Salahaddin, Yusuf İzzeddin, Abdülmecid, Selim gibi birçok şehzade ile olan muhabbetleri yüzünden Saraya davet edildiğini anlatır. Sultan Reşad’ın iktidara gelmesinden sonra 1910’da kendisini Konya Mevlana Dergâhı’na atadığını, 9 yıllık süre zarfında her İstanbul’a geldiğinde Topkapı Sarayı’nda ağırlandığını, kendisine Sultanın gösterdiği sevgi ve hürmeti şu şekilde anlatır: “Sultan Reşad bana o derece iltifat ederdi ki Mevlana’dan başka hiçbir çelebi benim kadar iltifata nail olmadı.” (s.121) Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Mücahidin-i Mevlevviyye Tabur ve Alayları teşkil edilir. Padişah, Mevlevîlere alay sancağı ve bir kılıç gönderir. Bu alaya binbaşı rütbesiyle katılır. Filistin Cephesi’nin değişik yerlerinde görev yaparlar. 3 yıl kadar bulunduklarını, Mevlevîlere silah verilmesine rağmen harbe iştirak etmediklerini, ordunun maneviyatını yükseltmeye yönelik çalışmalarda bulunduğunu belirtir.(s124)

        Kitabın son bölümlerinde Mevlana ve Mevlevilik, ilmi ve edebi çalışmaları hakkında tafsilatlı açıklamalarda bulunur. Nedendir bilinmez Cumhuriyet dönemindeki yaşantısıyla ilgili sadece 6–7 satır, milletvekilliğiyle ilgili sadece bir satır yazmakla yetinmiştir.   

DEĞERLENDİRME

        Bir Mevlevî uzmanı ve kültür erbabının yazmış olduğu hatıralar Osmanlı’nın son 30–40 yılınının adeta fotoğrafı niteliğindedir. Tasavvuf-iktidar ilişkisini de yansıtan bu eserin konuya ilgili kişilerce okunduğunda zevk alınacağını tahmin ve umut ediyorum. Son olarak şunu belirtmek durumundayım. Veled Çelebi İzbudak’ın hatıraları 1946 yılında “Hatıralarım” ismiyle 72 sayfa yayınlanmıştır. Konunun uzmanı akademisyen Yakup Şafak ve Yusuf Öz tarafından daha önce yayımlanan bu eserin eksiklikleri giderilip, gerekli tavzihler yapılıp, konunun daha iyi anlaşılmasına yönelik indeks, sözlük ve görsel malzemeler kullanılmıştır. Hal böyle olunca kitap 191 sayfaya ulaşmıştır. Kitabın hazırlanmasındaki emeklerinden dolayı Öz ve Şafak Hocalarımızı tebrik etmek durumundayız.

(Gaziantep Oluşum Gazetesi, 1-2 Eylül 2009)











[1] Veled Çelebi İzbudak, Tekke’den Meclis’e Sıra Dışı Bir Çelebinin Anıları, Yayına Hazırlayanlar: Yakup Şafak- Yusuf Öz, 191 sayfa, 2009, İstanbul, Timaş Yayınevi