Son yıllarda ülkemizde kitap dünyasında “nehir söyleşi” ya da uzun söyleşi denilen kitap türü çoğalmaya başladı. Bu türün yaygınlaşması okuyucu kitlesinin de ilgisini çekmeye başladığının göstergesi olsa gerekir. Bu söyleşilerde okuyucunun merak ettiği muhtemel soruları söyleşiyi yapan kişiler yazara soruyor. Yazarın verdiği cevaplar objektif ve akademik olmasa da hatıra kitaplarına göre daha çekici olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir nevi birbirinden farklı yerlerde yaşayan, okullarda okuyan ülkenin siyasi, sosyal ve kültürel tarihinde kilit noktalarda bulunan yazar, gazeteci, siyasetçi, akademisyen, sanatçı, bürokrat, devlet adamı gibi şahsiyetlerin hatıralarını, tecrübelerini anlatmaları, o dönemi merak eden, ama dönemde yaşamamış kişiler için çok cezbedici olabileceğini –en azından kendim için- söyleyebilirim. Bir nevi sohbet havasında dinliyormuş gibi geliyor insana.
Bu yazıda anlattığım eser Ötüken Neşriyat’ın yanılmıyorsam uzun söyleşi türündeki ilk kitabıdır.[1] Yayınevi’nin kurucularından olan yayınevinin tarihine vakıf, 80 öncesinde MHP’de aktif siyaset yapan, kitaplarıyla milliyetçi camiaya yön veren Nevzat Kösoğlu ile Osman Çakır’ın yapmış olduğu söyleşilerden meydana gelmektedir bu eser. Osman Çakır’ın yaklaşık iki yıl kadar bir zaman diliminde yaptığı söyleşiler 43 bölümden oluşan bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar hatıra eksenli bu eserde Kösoğlu’nun doğduğu 40’lı yıllardan günümüze kadarki hatıralarını Türkiye’nin tarihi, kültürel, siyasi ve sosyal yaşamına oturtarak anlatmaya çalışır. Yazarın memleketi İspir, çocukluğu, lise, üniversite yılları, gazetecilik, yayıncılık, siyasetteki aktif yılları, 80’de ihtilala giden Türkiye, ihtilalın etkileri, tutukluluk yılları, Türk Yurdu Okullarının doğuşu, vakıf ve dernek çalışmaları, kültür hayatına katkıları, Yurt dışı ziyaretleri, kitapları hakkındaki düşünceleri, Said Nursi, Fetullah Gülen ve tesirleri, günümüze ait değerlendirmeler, milliyetçilik ve siyaset konuları hakkında düşünceleri, tahlilleri ve tespitlerinden oluşur. Söyleşinin yapılmaya başlandığı dönemde çocukluğu ve İspir’i anlattığı “Geçmiş Zamanın Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleri” isimli kitabı çıkmak üzeredir. Bu söyleşilerden oluşan bir eser olsa da hammaddesi hatıra olduğundan kitapları arasında en çok bu esere atıf yapılmıştır.
KÖSOĞLU’NUN YAZARLIK SERÜVENİ
Kitabın iki ana lokomotifini kültür ve siyaset konuları oluşturmaktadır. Birinci lokomotifi oluşturan bu bölüm yazarın beslendiği kaynaklar, kitapları hakkındaki düşünceleri, kitaplarının Türkiye ve Türk dünyasındaki yansımaları, milliyetçi yazarların çıkarmış olduğu dergiler hakkında malumat, Türkiye’nin kültür politikası, Ötüken Neşriyat’ın kuruluş ve yükselme döneminin hikâyesi, gazetecilik günleri, Marmaratörlerin müdavimleri hakkındaki görüşleri, Türk Yurdu Okulları’nın kuruluş öyküsü, Gülen hareketi hakkındaki tespitleri, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi ve Büyük Türk Klasikleri’nin hazırlanış hikâyesi, vs. gibi konular oluşturur.
Yazar kitap denilen cevheri erken yaşlarda keşfeder. Özellikle bazı kitaplar çocukluk çağında adeta kendisini kuvvetli bir mıknatıs gibi çeker. H. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ile Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarından çok etkilenir. Özellikle lise yıllarından itibaren Toprak, Orkun, Büyük Doğu mecmualarıyla tanışır. Daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a gelir. Burada Milliyet gazetesinde Peyami Safa’nın yazılarını hiç aksatmadan takip eder. Birkaç kez de Safa ile karşılaşırsa da hayranı olmasına rağmen tanışamadığını söyler. Bir yazar olarak Peyami Safa’nın üslubunu çok beğenir. Gerek gençlik yıllarında birçok dernekte aktif görevleri olduğundan gerek gazetecilik ve yayıncılık yaptığı için gerek İstanbul ve Ankara’da yaşam sürdüğü için gerek İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuduğu için birçok yazar, akademisyen, şair, kültür adamı ve gazeteci ile tanışır. Bunların bir kısmıyla samimi olur, bir kısmının sohbetlerinde bulunur, bir kısmıyla hoca-öğrenci ilişkisi olur, bir kısmıyla hukukları olur. Bunların bazıları: Galip Erdem, Dündar Taşer, Ziya Nur Aksun, Mümtaz Turhan, Tarık Buğra, Sezai Karakoç, Mehmet Genç, Tarık Zafer Tunaya, Çetin Özek, Sulhi Dönmezer, Sıddık Sami Onar, Ali Fuat Başgil, Rasim Özdenören, Erol Güngör, Mehmet Niyazi, Nihal Atsız vs.. Ötüken Neşriyat’ın ilk çıkaracağı kitabın N. Fazıl’ın Reis Bey olduğu için N. Fazıl ile bu vesile ile tanıştığını belirtir. Eserde yazarın arkadaşlık ve dostluk kurduğu; övgüyle, saygıyla bahsettiği; dost meclisinde bulunduğu çoğunluğu sağ, milliyetçi, muhafazakâr birçok aydından oluşan bir portre galerisi de mevcuttur. Bu galerinin birbirinden renkli, farklı yüzleri şunlardır: Ali İhsan Yurt, Hilmi Oflaz(İşportacı Hilmi), Zaptiye Ahmet, Ayvaz Gökdemir, Acar Okan, Nuri Gürgür, Nurhan Alpay, Özer Revanoğlu, Fehim Üçışık, Mehmet Niyazi, Dündar Taşer, Ziya Nur Aksın, Vecihi Öğütçüoğlu, Emine Işınsu, İbrahim Metin, Ergun Göze, Mehmet Emin Alpkan, İsmail Dayı, İsmail Kahraman vs..
Yazar, çocukluğunda -galiba ilkokul yıllarında- evlerine bir memurun misafir olarak geldiğinde, bir eşyaya sarılmış bir şekilde gazeteyi ilk kez gördüğünü, bu gazetenin Tan, ilk okuduğu yazarın ise Aziz Nesin olduğunu söyler. İdeolojik olarak safların daha kalınlaştığı ve keskinleştiği dönemlerde dahi Aziz Nesin okumayı bırakmadığını belirtir. Kösoğlu, Aziz Nesin’e solun dışındakilerin bakış açısından çok farklı boyutta bakmaya çalışır. Nesin hakkında bir anekdot anlatır. “Ben Aziz Nesin’den bizzat dinlediğim şeyleri anlatayım. Televizyonların birisinde hayatı hakkında söyleşi yapılıyor. Gazeteci soruyor: ’Bir Nesin Vakfı kurmuşsunuz, diyor. Kimsesiz çocukların eğitimi için. Ama sizin de çocuklarınız var. Vakıf kurmakla onların hakkını gasp etmiş olmuyor musunuz, en azından onlara haksızlık etmiş olmuyor musunuz?’ Yoo, dedi. Niye öyle olsun ki. Ben onları okuttum. Hatta birer tane de ev verdim. Ondan sonrasını kendileri yapsınlar. “Beni sokaktaki bir çocuk olarak alıp da Aziz Nesin haline getiren bu millete hiç borcum yok mu benim?”(s.450) Herkesin milletten alacaklı olduğu bir dönemde bu davranışın asil bir davranış olduğunu vurgular.
Kösoğlu, eserin birkaç yerinde Milliyetçi camianın kalem kudretinden mahrum olmasını dile getirir. Bu yargısını güçlendirecek birkaç anekdot anlatır. Kitap Şuuru isimli kitabını yaklaşık 80 arkadaş ve dostuna (bu sayının tahmini olarak belirtir.) imzalayıp gönderdiğini buna karşılık hiçbir cevabın, eleştirinin olmadığını hatta bir teşekkür dahi edilmediğini bundan sonra istisnalar dışında kimseye kitap imzalayıp göndermediğini söyler. Bir kitap fuarındaki imza gününe sadece 3 kişinin katıldığını vurgular. Camianın bu alanlardaki kuraklığına üzülmesine karşın 15-20 yıldır bazı yazılarının, bir takım üniversitelerde yardımcı kaynak olarak, bir kitabının da üniversitelerimizin birinde ders kitabı olarak okutulduğunu söyleyen yazarın bahtiyar olduğunu seziyoruz. Yazarın hazırladığı “Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi” isimli çalışmanın Türk dünyasında çok ses getirdiğini, televizyonlarda program yapıldığını, özel tanıtımlar yapıldığını kültür ve edebiyat gündeminde epey gündemde kaldığını, Kırım’da üniversitede ders olarak hâlâ okutulduğunu buna karşılık Türkiye’de ise bu esere yayımlanmamış muamelesi yapıldığını belirtir.
YAZARIN GÜLEN HAREKETİ VE OKULLARI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Kösoğlu, bilindiği üzerine Said Nursi hakkında geçmiş yıllarda bir araştırma kitabı yayımlamıştı. Bu söyleşilerde kısaca Said Nursi hakkında şunları anlatır. İslam milliyetçisidir ama bu milliyetçilikte Türklere özel yer ayırır. Türklerin Allah’ın kılıcı olduğunu, İslâm uğruna en fazla şehit verenlerin Türkler olduğunu, bu millete karşı kılıç çekilemeyeceğini, Mekke’de doğsam dahi İslam’a hizmet için Türkiye’ye gelirdim dediğini, belli bir zamandan sonra yanına gelip Kürtçe konuşanları reddettiğini, benimle Türkçe konuşun dediğini belirtir. Gülen Hareketi hakkında da ilginç tespitlerde bulunur. Özellikle de yurtdışında açılan okulların ülkeye katkısının inanılmaz boyutlarda olduğunu söyleyerek, karşı çıkanlara çok tepki gösterir. İsmail Gaspralı’nın zamanında açılan okullara da aynı tepkinin verildiğini belirterek bu okullarda yapılanların adı şeklen olmasa da içerik olarak Türkçülük olduğunu ifade eder. Yazarın bu harekete, liderine ve icraatlarına sempatisi gözle görülenin üstündedir. Kendisinin bu fikirleri açıkladığı için milliyetçi camia tarafından acımasızca eleştirildiğini belirterek söylediklerini ve yazdıklarını çürütecek fikirler ortaya konulmadığını belirtir. Dinler arası diyalog konusunda da millet ve Müslüman olarak bizleri rahatsız edecek bir şeyin olmadığını söyleyerek kaçarak savaşın kazanılmayacağını söyler.
Yazar, Gülen hareketi hakkında çok ümitli olmakla beraber ilkesel ve teorik olarak bazı korkularının da olduğunu üstüne basarak söyler. Hareketin içinden doğabilecek olan tehlikelere dikkat çekmeye çalışarak olması muhtemel gelişmeleri çok güzel bir şekilde tahlil etmeye çalışır. “ Cemaat, kendi iç dayanışmasıyla çevre tesirlerini asgariye indirerek kendi iç düzenini kuracaktır.. Yani, kendi dışına kapanma temayülünde gelişecektir. Bu durumda, cemaat mensuplarının kendi mensuplarına karşı sevgi ve dayanışmaları artarken, cemaat dışına karşı yabancılaşmaları, soğumaları söz konusu olacaktır. Cemaatin büyüme isteği böyle bir psikolojik dirençle karşılaşacaktır. Aşılması gereken çelişki buradadır: Cemaat içi dayanışma, fedakârlık duygusu, gayret artarken, cemaat dışına karşı soğuma, ilgisizlik ve marjinal olarak husumetler başlar.(...) Cemaat asabiyeti milli ve dini asabiyetin yerini alır. İşte aşılması gereken nokta burasıdır: cemaat asabiyetinin mutlaka milli asabiyete dönüştürülmesi gereklidir. İslam tarihinde bu seviyeyi aşamamış sayısız denemeler vardır. Bugün, millî devletler halinde yaşama zorunluluğumuz olduğuna göre, bu cemaat gerilimi, milli gerilime yükselmedikçe, başarıları ne ölçüde yaygın olursa olsun, Hoca Efendinin inandığı, beklediği medeniyet hamlesini gerçekleştiremeden söner. Bu hareket hakkında olumsuz tavır takınanların birçoğunun, isimlendirmeseler de bu cemaat asabiyetinden huylandıklarını, kendilerini itilmiş hissettiklerini ve öfkelendiklerini gözlemlemişimdir.
İkinci olarak ateş parlaklığını kaybettikçe hareketin, İslamiyet’in ritüellerine hapsolması, gittikçe daha da gelenekçileşmesi ve ahlaki öz ve hedefin kaybolması ihtimalinden korkuyorum.(…) Üçüncü olarak da yukarıdakilerle bağlantılı olarak çeşitli Müslüman ülkelerde esen siyasal İslam sapmalarından etkilenme ihtimalidir.(…) Hoca Efendiden hiçbir endişem yok; ama toplumsal yönelişler ne kadar denetlenebilir; bundan emin değilim ve camianın bilgi birikimine güvenemiyorum.” (s.400–401)
YAZARIN SİYASİ GÖZLEM, TESPİT VE TAHLİLLERİ
Nevzat Kösoğlu, 1973- 1980 yılları arasında MHP’de genel sekreter yardımcısı, 77–80 yılları arasında Erzurum Milletvekili olarak görev yapar. 80 İhtilalında ise idamdan yargılanır, 1.5 yıl tutuklu kalır. Bu aktif siyasetçilik yaptığı dönemlerden önce de partiyle yakından ilgilendiğini, partinin eğitim ve kültür gündemiyle yakından ilgilendiğini, genel başkanla sık sık görüştüğünü eserden öğreniyoruz. Dolayısıyla 80 İhtilalı öncesi Türkiye’de bir fikir akımının mücadelesinin içinde bulunmuş, o dönem itibariyle partide resmi görevi olan bir yazarın söylediklerine kulak kabarttığımızda ilginç tespitlerle karşılaşırız. Gündemin teröre endekslendiğini, konuyla ilgili yaşadığı somut bir örneği vererek söyler. Milletvekili olarak mecliste kültürel konulardan Türk müziğinin durumu, arabeskin popülerliği ile ilgili bir konuşma yaptığını, bu konuşmanın gerek kendi camiası gerek muarızlarınca dahi tepki topladığından bahseder. 80 öncesi ülkücülerin verdiği mücadelenin rotasının sağlam, kıblesinin doğru olduğunu, bu mücadeleyi Alparslan Türkeş dışında birinin başaramayacağını, bu ruhun bir kurtuluş hareketi olduğunu ısrarla vurgular. Geriye dönüp o dönemin şöyle tahlilini yapmaya çalışır:“… Ülkücü Hareket mikro planda yani müşahhas olaylar seviyesinde ve çerçevesinde birçok yanlışlar yapmıştır, istismarlara uğramıştır. Kişisel öfkeler, kişisel problemler ülkücülüğe yansıtarak çözülmeye çalışılmıştır; bunların ben müşahhas örneklerini de bilirim. Fakat makro düzeyde, işin bütününe baktığın zaman, yüzde yüz haklı olan, yüzde yüz milli olan, yüzde yüz olması gereken, Ülkücü Hareketti; ben bugün buna, dünkünden daha derin inanıyorum.”(s.232)
Yazar, Türk siyasi hayatının liderleri hakkında en çok yakından izleme fırsatı olduğundan olsa gerek Alparslan Türkeş hakkında yorumda bulunur. Özellikle kendisinin lider yönünü vurgular. Kendisinin en zor şartlarda dahi inancını yitirmediğini, bununla ilgili birkaç anekdot ile anlatır. Kendisinin milletvekili olduğu dönemler itibariyle, Merhum Türkeş’in Meclis çalışmalarını çok ciddiye almadığını, mecliste sadece bir kez konuştuğunu, parti binasında daha aktif çalıştığını söyler. Taban olarak DP tabanının acılarını paylaştıklarını, DP’nin halefi partilerle hiçbir sorunu olmamasına rağmen kendilerinin siyasi fikrini anlatmakta zorlandıklarını belirtir. Türkeş’in 60 İhtilalında MBK üyesi olmasının ve “Menderes’i astıranların içindedir” propagandasının birçok yerde karşılarına çıktığını, bunlara karşı kendilerini anlatamadıklarını, halkın kendilerine yakınlık göstermesine rağmen oya dönüştüremediğini kayadan parça koparır gibi milletten oy aldıklarını söyler.
Eserin müellifi, son 50 yılın Türk siyasetçilerinin zirve isimleri hakkında ilginç, çarpıcı tahlillerde bulunur. Turgut Özal’ın bürokrasi kökenli olduğu için birikiminin çok fazla olduğunu ama nutuk atma ve mitinglerde halk kitlelerini etkileme anlamında çok fukara olduğunu söyler. Süleyman Demirel’in çok zeki, siyasi iskeletinin çok sağlam olmadığını ama birçok kişinin ısrarla görmezlikten geldiği öğrenme kabiliyetini hiç ama hiç yitirmediğini, hala bu yaşta bile öğrenme gayreti içinde olduğunu vurgular. Tayip Erdoğan’ın çok etkileyici bir hitabet ve karizmadan daha ziyade sıcak bir Anadolu insanı havası ve doğallığı olduğunu, merhum Bülent Ecevit’in siyasi gelişmelerde, kamuoyunda, kokuyu çok iyi alan bir adam olduğunu bu mealde 90 sonrası milliyetçiliği çok güzel kullandığını belirtir. Rahmetli Alparslan Türkeş’in iç kararını ve kıblesini değiştirmemekle birlikte yeni söylemler geliştirmediğini, nutuk üslubunun çok kuvvetli olmadığını, iyi bir müzakereci olmadığı belirtir. Celal Bayar’ın en az İsmet Paşa kadar tecrübeli olmasına rağmen, İttihatçı bir siyaset adamının hele hele Meşrutiyet ve Cumhuriyet’te aktif görevlerde bulunmuş siyaset ve devlet adamının 27 Mayıs’a giden süreci sağlıklı bir şekilde değerlendirip okuyamadığını belirtir.
Kösoğlu, soğuk savaş döneminin bütün yoğunluğuyla ülkemizde kendisini hissettirmeye başladığı zamanda, sol düşünceye sahip olan aydınların büyük bir kısmının Rusya’nın 4 yüzyıldır milletimize karşı beslediği milli politikadan, son birkaç yüzyıldır yaptığımız büyük savaşların çoğunluğunun Rusya ile yapılmasından bihaber olmasından özellikle Kars, Ardahan ve Batum’u babalarımızın kavgasıyla alındığını II. Dünya savaşı sonrası Rusya’nın buraları bizden tekrar isteme taleplerini görmezden gelmelerini tam bir gaflet olarak yorumlar. Sultan Abdülhamid’in “tarihi düşman” sözünü her Türk aydınınca bilinmesi gerektiğini belirtir. Bu şartlar altında Marksizmin aldığı mesafeyi havsalasının almadığını söyler. Yazar sol hareket daha doğrusu Sosyalist hareket içerisinde Mehmet Ali Aybar ve Hikmet Kıvılcımlı’ya daha sempatik bakar. Türkiye’deki sosyalizmin savunucularının kahir ekseriyetinin kıblelerinin Çin, Rusya vs. olmasına rağmen Aybar’ın Türkiye’ye özgü bir sosyalizme inandığını belirtir. Kıvılcımlı’nın Marksizmin klasik yorumundan biraz daha farklı ve özgün açılım yapmaya çalıştığını belirterek şunları vurgular: “Hâlbuki H. Kıvılcımlı buna, ülkücü insan unsurunu sokuyor. Tabiri de o: Ülkücü insan. Sosyal sınıfların mücadelesi vardır. Bunlar bir birikim oluştururlar, fakat tarihteki sıçramayı gerçekleştirenlerin ülkücü insanların hareketidir, der. Ülkücü insanlar olmazsa sınıfların mücadelesi hiçbir sonuç vermez.”(s.125)
Nevzat Bey, 40’lı, 50’li yıllarda memleketi İspir ile ilgili dönemden bahsederken o yılların yokluk, sefalet yılları olduğunu, özellikle Cumhuriyet’in fakirlik ve yoksulluğun üzerine kurulduğunu belirtir. Burada I.Cihan Harbi’ne kayıtsız, şartsız Almanların safında girdik diyenlere karşı çok ilginç bir bakış açısını yansıtan bir tespit yapar: “Şimdi Birinci Dünya Savaşı’nı şuradan buradan tenkit edenlerin hiç söylemedikleri bir şey var. Birinci Dünya Savaşı’na Alman parası ile girdik. Alman silahı ile harp ettik. Almanya’nın bize göndermediği gün biz memurumuza, subayımıza maaş ödeyemedik. Hatta harbe girişimizin sebeplerinden birisinin de bu olduğunu söylerler. Şimdi bu yoksulluk içinde biz I. Dünya Savaşı’nı yaptık; yetmedi, ardından bir de İstiklâl Savaşı’nı yaptık…”(s.26)
Kösoğlu, özellikle tek parti döneminde yapılan haksız uygulamalardan bazılarını anlatarak, bu milletin Yunan’ın Ermeni’nin yaptığını unuttuğunu ama bu dönem yapılanları unutmadığını belirterek Anadolu’da CHP’ye karşı olan önyargının kolay kolay silinmeyeceğini iddia eder.
DEĞERLENDİRME
Osman Çakır’ın Milliyetçi camianın yaşayan en büyük entelektüellerinden olan Nevzat Kösoğlu ile yaptığı söyleşilerden oluşan eser, 1940’lı yıllardan günümüze kadar ki Türkiye’nin siyasi, kültürel ve sosyal tarihine ışık tutacak hatıralardan oluşmaktadır. Eser milliyetçi bir fikir adamı ve kalem erbabının gazetecilik, yayıncılık, siyaset, sivil oluşum alanlarında aktif görevlerde bulunması dolayısıyla güzelce yaptığı tespit ve tahlillerden ve edindiği çarpıcı tecrübelerden oluşmaktadır. Milliyetçi bir aydının gözüyle 80 ihtilaline giden süreç, 80 ihtilali ve ihtilalin etkileri, yurt dışı gezi izlenimleri, Türk Yurdu Okulları’nın doğuşu, Ötüken Yayınevi’nin kuruluşu ve büyümesinin hikâyesi, 80 öncesi milliyetçilerin vermiş olduğu mücadelenin ruhu, Türk Ocakları Eğitim Kültür Vakfı’nın kuruluşu, Gülen hareketi ve okulları hakkındaki düşünceleri, MHP, milliyetçilik ve siyaset, Günümüze ait değerlendirmeleri, kitapları hakkındaki düşünceleri, milliyetçi ve muhafazakâr fikir ve siyaset adamları anlatılmaya çalışılmıştır.
Bu zamana kadar okuduğum eserler arasında en fazla hatıra ve otobiyografi türünü okuduğumu söyleyebilirim. Bu eserlerde –okuduklarımın en azından büyük bir kısmı için-yazarlar her ne kadar objektif olsalar da bahsedilen dönem itibariyle tarihin büyük öznesi olarak kendilerini göstermeye çalışırlar. Kendilerine olması muhtemel tarihi rollerden daha fazlasını yansıtmaya çalışırlar. Bu kitabı okuyanların bana göre dikkatini çekeceği en önemli özelliklerinden birisi de yukarıda bahsetmeye çalıştığım yazarların düştüğü hataya asgari bir düzeyde düşmesidir. Yazar hatıralarından bahsederken mütevazı, temkinli cümleler kurmaya çalıştığı hemen göze çarpar. Hatırlamadığı dönemler için kaynaklara bakmak gerektiğini, söyleşiyi yapan kişinin bu tarz sorularını bazen geçiştirmeye çalıştığını, bazen cevaplamamaya özen gösterdiğini, bazen de fülû cevaplar verdiğini, dolayısıyla kitabı bilgiler vermemeye de dikkat ettiğini söyleyebilirim.
[1] Osman Çakır, Nevzat Kösoğlu ile Söyleşiler: “Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi”, 462 s.,İstanbul, 2008, Ötüken Neşriyat, http://www.otuken.com.tr/
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder