Yakın akrabalarımızdan geçen yıl vefat eden bir arif büyüğümüzle ebediyete intikalinden önce bir vakit sohbet ederken konu insanların duasını ve bedduasını almaya gelince çok güzel bir örnek vererek: “Bir şişeyi karşıya hedef belirlemek için dikersin. Nişan alıp vurmaya çalışırsın. Bir, ikisi, üçü derken illaki birisi hedefi tutturur. İnsanların bedduasını ve duasını almak da böyle bir şeydir. Düzenli ve devamlı insanlara iyilik ve zulüm ediyorsan bunun karşılığını her halükarda alacaksın.” demişti. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch’in “Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi Anılarım” isimli kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma bu anekdot geldi.[1] Çünkü 83 yıllık ömrünün yaklaşık dörtte birini Türkiye’de yaşamış, 1952 yılında ülkemizden ayrılmış, vefat edeli de 23 yıl olmuş bir bilim adamının; gerek öğrencileri, gerek ülkemizdeki hukukçu akademisyenler ve bir kısım aydınlarca (bu konuda kitapta birçok örnek bulunmaktadır.) hayırla, iyilikle, güzel şeylerle yâd edilmesi bu ülkeye karşı görevini layıkıyla yaptığının göstergesi olsa gerekir.
Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, memleketi Almanya’da doğup büyüyen, eğitimini burada tamamladıktan sonra akademisyen olarak yaşamını sürdürmeye çalışırken Hitler’in iktidara gelmesiyle birçok Yahudi meslektaşı gibi soluğu yurt dışında alanlardandır. Bu dönem ülkemizde Darülfünun’un kaldırılıp üniversitelerin kurulduğu dönemdir. Üniversitelerimizde görev alan birçok yabancı bilim adamı gibi Hirsch de yaklaşık 20 yıl Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde hukuk profesörü olarak görev yapar. Bu süre zarfında eğitim reformunun şekillenmesine, öğrencilerin yetişmesine inkâr edilemez katkıları olur. Değişik bakanlıklarda danışman olarak çalışır. Üniversiteler Kanunu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve Marka, Patent, Sınaî ve Faydalı Modeller Kanunu ve “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun”unun taslaklarının hazırlanmasında emeği geçer. Türkiye’de yaşadığı zaman zarfında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçer. 1952’de ülkemizden ayrılıp Almanya’ya döner. Bu tarihten öldüğü güne kadar da Türkiye Cumhuriyeti’nin pasaportunu cebinde taşır.
Yazar, kitabı üç ana bölüme ayırır. Eser; Almanya’daki Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti ve Atatürk’ün Ülkesinde Bir Hukuk Hocası bölümlerinden oluşmaktadır. Kitaptaki hatıralar yazarın doğumuyla başlar, Türkiye’den ayrılmasıyla sona erer. TÜBİTAK tarafından yayımlanan bu eser, oldukça detaylı ve düzenli hazırlanmış bir otobiyografidir. Kitabın orijinali 1982 yılında Münih’te Almanca basılır. Birinci ve ikinci bölümlerde Almanya’daki yaşamının ilk 30 yılı anlatılır. Bu zaman diliminde çocukluğu, okul dönemi, hayat okulunun zorlukları, Yahudi kimliğinin ateşle imtihanı, özel sektördeki çalışmaları, akademik yaşamı, ailesi, sosyal çevre vs. gibi birçok konuyu derinlemesine anlatır.
Yazarın kendisini geliştirdiği, eğitimini tamamladığı, hayat okulunda başarılı olduğu yıllar Almanya’nın yaşadığı en sıkıntılı ve felaketli günler olarak tarihe geçer. Ülke I. Dünya Savaşı’ndan yerle yeksan olmuş bir şekilde çıkar. Savaş sonrası hükümet bunalımları, kriz ve istikrarsızlık Almanya’nın gündeminden hiç eksik olmaz. Yazarın örneklediği gibi Rayh hükümeti 21 kez tekrar tekrar kurulur. 1929 Dünya Ekonomik krizi ülkede bütün ağırlığıyla kendisini gösterir. Yahudilere de tacizin başladığı böyle bir dönemde yazar dışarıda hem çalışır hem okulunu- daha doğrusu okullarını- başarıyla tamamlar. Çırak olarak çalışmadan; fabrikada muhasebeciliğe kadar özel sektörün birçok alanında çalışır. Bu arada sanatsal olarak kendisini yetiştirmekten de geri durmaz. İş hayatında aktif olarak çalışırken akademik çalışmalarını aksatmamaya dikkat eder. Yazarın görev şuuru ve iş ahlakına sahip bir kişilikte olmasını, yaşamının her alanında bu vazife şuurundan taviz vermediğini görüyoruz. Bu alışkanlığı erken yaşlarda kazandığını ve ailesinden etkilendiğini belirterek şöyle açıklamaya çalışır: “Kuşkusuz, ‘görev’ sözcüğü benim baba evimde de büyük harflerle yazılıydı ve özellikle babam için ‘görev’, her şeyden önce gelirdi. Dolayısıyla ben de, “görev” saydığım her şeyi, elimden gelen en iyi biçimde yerine getirmeye çabalardım.”(s.53). “Bu tutumu ister ‘idealizm’ ister ‘toplum bilinci’ ile; ister ‘yükselme hırsı’, ister ‘sorumluluk duygusu’ ile açıklayabilirsiniz. Kesin olan bir şey varsa, o da, bu hayat anlayışımın benim de içime işlediğidir. Bütün hayatım boyunca, mesleğimin ve özel işlerimin arasında, mensubu bulunduğum küçüklü büyüklü kuruluşlar yararına gönüllü çaba göstermeyi her zaman için, doğal görev bildim.” (s.17)
Hirsch, Hitler’in ülkeyi böyle bir felakete sürükleyeceğini özellikle de Yahudi kökenlilere terör estireceğini hiç tahmin edemediklerini itiraf eder. Bu arada ülkesinden ayrılma gerekçelerini anlatırken diğer soydaşları gibi kendisinin kapı dışarı edilmediğini, ailesine doğrudan bir rahatsızlık ve tehdidin, polis gözetimi ve takibinin olmadığını, ülkesinde avukat olarak kalıp çalışabilecek durumda olmasına rağmen gönüllü olarak ülkeyi terk ettiğini belirtir. Diğer Yahudiler gibi şanssız olmamasını da politik taraf tutmaması ve aktif politikaya hiç karışmamasıyla açıklar. Babasının bu tehlikeleri sezdiğini, kendisinin apolitik duruşuna zaman zaman kızarak, siz gençler politikayla ilgilenmezseniz, günü gelir politika sizinle ilgilenir. O zaman da iş işten geçmiş olur, dediğinin altını çizer. (s.18)
Yazar, Türkiye’ye gelme sürecini detayları ile anlatır. Türkiye’ye geldiği vakit Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları başlamıştır. İstanbul’da Cumhuriyet Bayramı öncesi şehirdeki hazırlıklar hakkında ilginç gözlemlerde bulunur. Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda verilen resepsiyona kendisi de davet edilir. Ülkesinde kendisi gibi aydınların kovulup Türkiye’de gelir gelmez baş tacı edilişini şu cümlelerle anlatır: "Ve işte ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, “aşağılık” ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terkedip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, “dünyanın bir ucundaki Türkiye'de”, nice billûrlarla, mermerleri, somaki taşı, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldayan, nice değerli mobilyayla, halıyla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu mekânda, ülkenin bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman profesörü sıfatıyla bulunmaktaydım."(s.208)
Yazarın Türkiye’deki anılarının omurgasını üniversite reformu ve üniversitenin kuruluşu oluşturur. Yurt dışından gelen diğer akademisyenlere olduğu gibi yazara da iki yıl kadar sürede Türkçeyi ders olarak anlatabilecek kadar öğrenme şartı koşulur. Hirsch, aynı statüdeki öğretim üyelerinden daha kısa sürede Türkçeyi öğrenir. Kendi pozisyonunda olan öğretim üyelerine, yerli hocalara göre daha fazla ücret (maaş) ödendiğini, bunun da birtakım insanlar tarafından adeta kıskanıldığını belirtir. İstanbul’da birkaç değişik evde kalır. Eski Başbakan Recep Peker’in de kiracısı olur. Peker’i Alman dostu olan ama Hitler dostu olmayan birisi olarak görür. Üniversitenin yeni emekleme dönemi olduğu için aksaklıklar oldukça fazladır. Özellikle kütüphanenin atıl bir durumda olduğunu, büyük bir çoğunluğu eski kitapların oluşturduğunu, bir kütüphane için gayet az kitap olduğunu, bir hizmetlinin gözetiminde, tasnif olunmamış bir şekilde kütüphaneyi gördüğünü belirtir. Kütüphanenin bu tablosundan oldukça rahatsız olur. Bu durumu “Kitaplığı olmayan bir üniversite, cephaneliği olmayan bir kışlaya benzer." ifadesiyle anlatır. Kendisinin asli görevi olmamasına rağmen bu işe gönüllü olarak el atar. Kitapların tasnif edilip, kütüphanenin düzenlenmesinden önce bu işin ehemmiyetini kendisine yardım eden akademisyenlere anlatmaya başlar. Avrupa ülkelerinin hukukları ile ilgili kanun ve dergi koleksiyonlarından oluşacak bir kitaplık kurmayı zaruri görür. Özellikle bizim akademisyenlerin bu konuyu çok ciddiye almadığını şu ifadelerle anlatır: "İlk başta Türk meslektaşlara bu sorunun önemini, özellikle kapsamını da kavratmakta güçlük çektim. Türk meslektaşlar, bilimsel bakımdan iyi-kötü doyurucu bir kitaplık kurmanın, bunu düzenli olarak yenileştirmenin ve sürdürmenin ne muazzam bir iş olduğunu zihinlerinde canlandıramıyorlardı"(s.239) Bu duruma oldukça şaşırır. Kütüphanenin işler hale getirilmesi için birkaç ayını harcar. Buradan anlıyoruz ki yazar “dersimi anlatır çıkarım”cılardan biri değildir.
Yazar, kişiliğinin ipuçlarıyla ilgili küçük bir örnek verir. 1945’te hukuk fakültesinde öğrencileri sınav yaptıktan sonra dekanın kendisine Başbakanın oğlunun notunu değiştirmesini teklifi ettiğini, kendisinin de bunun mümkün olamayacağını, kabul etmesinin prensiplerini çiğnemek anlamına geleceğini belirtir. Burada Hirsch’in takdire şayan davranışının yansıması Başbakan Şükrü Saraçoğlu’ndan gelir. Bu olay Başbakanın kulağına gider. Aradan birkaç gün sonra yazar Başbakanla karşılaşır. Saraçoğlu, kendisinin bu erdemli davranışını tebrik ve takdir eder. (s. 332)
Müellif, 1933–1943 yıllarında İstanbul Hukuk Fakültesi’nde, 1943–1952 yıllarında da Ankara Hukuk Fakültesi’nde davetli öğretim üyesi olarak çalışır. Bu süre zarfında uzmanlık alanıyla ilgili birçok sözlük, makale, kitap yazar. Bunların dışında birçok konferans verir. Birçok kanunun hazırlanmasına ön-ayak olur. Yazarın başta Atatürk’e, Cumhuriyete ve Türk insanına sempatisi oldukça fazladır. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçer. Oğlunun ismini de “Enver Tandoğan” koyacak kadar da bizden birisidir. Özellikle tatillerde ülkemizin değişik yerlerini gezmeye çalışır. Ülkemiz insanlarını tanımaya gayret gösterir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmesine rağmen kendisine bir yabancı gibi bakılmaya devam edildiğini, bu durumdan da zaman zaman alındığını söyler.
DEĞERLENDİRME
“Anılarım” isimli eserde Weimar Cumhuriyeti'nin çöküş yılları, Hitler'in iktidara gelişi ve hukukçuların tutumu, Atatürk Türkiyesi'nin ilk 30 yılı ile ilgili görüşleri ve gözlemleri geniş yer tutar. Özellikle birinci ve ikinci bölümde zorluklar karşısında insanların pes etmeyip, hayata direnmesiyle ilgili hatıralar ilgi çekicidir. Üçüncü bölümde ise Cumhuriyetimizin inşasında emeği geçen bir bilim adamının katkıları dikkat çeker. Yazarın Türkiye’de 20 yıl kalıp bu kadar derin, kalıcı iz bırakması da takdir edilmesi gereken bir davranış olsa gerekir.
Yazar eserini hazırlarken kendi yaşamıyla ilgili birçok belge kullanmıştır. Hatıralarda hukukçu ve akademisyen kimliğinin izleri hemen göze çarpar. Kitabın içerik olarak güzel olmasına rağmen yazıların puntosunun oldukça küçük olması belki kitabı daha ucuza çıkarabilme düşüncesinden kaynaklanmıştır. Ancak ülkemizde okur-yazarların çoğunluğunun kitap okumama alerjisi ve sorunu olduğunu göz önünde bulundurursak böyle bir yaklaşımın kitapların sevilmemesinin sebeplerinden birisi olduğunu düşünüyorum.
(Erzurum Gazetesi, 23 Eylül 2009)
[1] Ernst E. Hirsch, Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi Anılarım, Çev. Fatma Suphi, 8. baskı, 2000, Ankara, TÜBİTAK Yayınları
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder