30 Kasım 2009 Pazartesi

MAHMUT ŞEVKET PAŞA’NIN GÜNLÜĞÜ

                                      
Osmanlı Devleti’nin ömrünün son demlerine girdiği 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarını kapsayan dönemdeki olaylar şüphesiz Türk tarihinin unutulmaz kilometre taşlarını oluşturur. Bir yandan modernleşmenin sancıları diğer yandan imparatorluğun iskeletinin ve omurgasının çatırdamasına vesile olacak ardı sıra yaşanan siyasî gelişmeler Osmanlı’nın tarih sahnesinden ayrılmasını kaçınılmaz kılar. Bu dönemin siyasî, sosyal ve kültürel boyutunun fotoğrafını tam olarak görmek istiyorsak, genelde İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” olarak kabul ettiği, 19’uncu yüzyılı ve özelde devletin son 40 yıllık devrini “ibret gözlükleri”ni çıkarmadan okumamız gerekir. O dönemin baş aktörlerinin yazmış olduğu kaynaklar bizim için hayati önem taşımaktadır. Bu çerçevede Mahmut Şevket Paşa’nın günlüklerini anlatmayı uygun buldum.

        Mahmut Şevket Paşa, birçok devlet adamı ve aydınımızda bulunmayan alışkanlığa sahiptir. Yok denilecek kadar az sayıdaki günlük tutan sadrazamlarımızdan biridir.[1] Mahmut Şevket Paşa’nın ne zaman yazmaya başladığını, yayınlanan günlükleri dışında günlüklerinin olup olmadığını bilmiyoruz.  Bildiğimiz şudur ki yaşamının son beş ayının -kendisinin de sadrazamlık yaptığı dönemin- günlükleri kitap halinde yayınlandı.[2] 1988 yılında Arba Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabın başındaki yayınevi editörünün yazısına göre, günlükler Paşa’nın eşi Dilşad Hanım tarafından iki defter olarak Hayat Mecmuası yetkililerine verilir. İlk kez 1965 yılında bu mecmuada tefrika halinde yayımlanır. Günlüklerin yazarı tarihi şahsiyet Mahmut Şevket Paşa’yı birkaç cümle ile şöyle anlatabiliriz. Meşrutiyet öncesi Kosova Valiliği’nde bulunur. 1908’de Merkezi Selanik’te olan 3.Ordu Komutanlığı’na daha sonra da bu görevine ek olarak Rumeli Vilayetleri Genel Müfettişliği’ne getirilir.        Asıl ününü 31 Mart hareketini bastırmak için İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nun komutanı sıfatıyla alır. Abdülhamit’in hal edilmesinde (tahtan indirilmesinde) önemli rol oynar. 1909’da kurulan Hakkı Paşa Kabinesi’nde Harbiye Nazırı olarak görev alır. Babıâli Baskınından sonra Sadrazam ve Harbiye Nazırı olur. 11 Haziran 1913’te suikast sonucu öldürülür.

        Günlüğün yazılmaya başlandığı dönemden birkaç ay önce Osmanlı Devleti kendisini Balkan Savaşı’nın ortasında bulmuştur. Savaşın sebebi, seyri ve akıbetiyle ilgili tafsilatlı açıklamalar günlüklerde bulunmaktadır. Özellikle yaşanılan bozgun dolayısıyla muhacirlerin sağlık şartlarının iyileştirilmesine ve muhacirlerin yerleştirilmesine yönelik tedbirlerin yetersiz kaldığını söyler. Bununla ilgili hükümetin yaptığı çalışmalar eserin birçok yerinde göze çarpar. Eserde hükümetin, memur ve asker maaşını vermekte zorlandığını ve birkaç aylık maaşların verilmediğine değinilir. Bu meselenin halledilmesi için muhtelif ülkelerden istikrazların yapılmasıyla ilgili çalışmalar dikkat çeker.

        I.Balkan Savaşı’nın sulh ile neticelenmesi ve Abdülhamit döneminde başlatılan Arabistan’a kadar tren hattının döşenmesiyle ilgili ihalenin hangi ülkeye verilmesi gerektiği gibi konular için Sadrazam; Avusturya, İtalya, Rusya, Almanya, Bulgaristan, Fransa ve İngiltere’nin diplomatları ile diplomatik temaslarda bulunur. Bahse konu olan temaslar bu günlerde neredeyse rutin hale gelir.

        Mahmut Şevket Paşa’nın, Babıâli Baskını akabinde Sadrazam olarak göreve başlamasıyla günlükler başlar. Suikast sonucu öldürülmesinden bir gün önce günlükler biter. Günlükler bazı istisnalar dışında düzenli olarak tutulmuştur. Paşa günlüğünde özel hayatıyla ilgili hiçbir şeyden bahsetmemiştir. Günün siyasî olayları, olguları, parti içi çekişmeleri, I. Balkan Savaşı’nın seyri, barış görüşmelerinin içeriği gibi birçok konu günlükte yer alır. Günlüklere tabiri caizse “Sadrazam’ın günlük çalışma programının tafsilatlı açıklaması” diyebiliriz. Son olarak günlüklerin Osmanlıca’dan günümüz Türkçe’sine uyarlanmasında katkısı bulunanlardan bahsedilmemesi ve günlüklerin orijinalinden sembolik birkaç sayfa gösterilmemesi gibi sebepler insanın aklına “Günlükler acaba kurmaca mıdır?” sorusunu getiriyor.

        (Erzurum Gazetesi, 30 Kasım 2009)

       






[1] Kitabı hazırlayan yayınevinin editörü, Osmanlı Sadrazamları içerisinde günlük tutan tek kişinin Mahmut Şevket Paşa olduğunu beyan eder. Kitabın 1988 yılında basıldığını göz önünde bulundurarak temkinliliği de elden bırakmamak koşuluyla bu iddialı yargıyı biraz hafifletmiş olalım.
[2] Mahmut Şevket Paşa’nın Günlüğü, 223 sayfa, 1988, İstanbul, Arba Yayınları. Daha sonra bildiğim kadarıyla günlükler bu yayınevinin dışında 2 farklı yayınevi tarafından yayımlandı. Hazırlayan: Adem Sarıgöl, Mahmut Şevket Paşa’nın Günlüğü, 286 sayfa, 2002, İstanbul,  IQ Yayınları
Mahmut Şevket Paşa ve Hafız Hakkı Paşa, Rumeli Yağmalanan İmparatorluk, 592 sayfa, İstanbul, 2009, Örgün Yayınevi

23 Kasım 2009 Pazartesi

TARİH FELSEFECİSİ ARNOLD J. TOYNBEE’NİN TECRÜBELERİ

         20 yüzyıla damgasını vuran İngiliz düşünür, diplomat, tarih felsefecisi, tarih ve edebiyat Profesörü Arnold J. Toynbee, ülkemiz aydınlarının yabancı olmadığı bir isimdir. Özellikle Bizans ve Yunan tarihi, karşılaştırmalı medeniyetler ve uluslararası ilişkiler tarihi konularında özgün çalışmaları olan bir düşünce adamıdır. Türkçeye birçok kitabı tercüme edilmiştir. Hatıraları Türkiye’de farklı iki eser olarak aynı yayınevi tarafından yayımlanır. İlk kitapta kendisinin yaşamındaki önemli portreleri anlatır.[1] Tanıtmaya çalışacağım bu eser ise ilk kitabın devamı niteliğindedir.  Eser, sıra dışı bir hatıra kitabı niteliğindedir. Kendisinin yaşamındaki çok önemli olaylardan kabaca bahseder. Kitabı daha çok yaşadığı çağın siyasi, kültürel, dini hayat hakkındaki tahlilleri, gözlemleri, tespitleri ve tecrübeleri oluşturur. Eserde -kendisinin kitabı yazdığı tarih itibariyle- dünyanın son 150 yıllık siyasi tablosunu kabataslak anlatır. İngiltere Kraliyet Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümünde yönetici olarak İngiltere Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesinde uzun süre görev yapar. I. ve II. Dünya Savaşı akabinde yapılan Paris Barış Konferansları’nın ikisine de katılan nadir şahsiyetlerden biridir.

        Yazarın özellikle Dünya savaşlarına katılan ülkelerin savaşta, savaş öncesi ve sonrası durumları hakkında çok tutarlı, makul, ibret alınacak görüşleri mevcuttur. Müellif, yaşamının, İngiltere’nin ve dünyanın kaderini etkileyecek I. Cihan Harbi’nin başladığı Ağustos 1914’ü bir milat olarak alır. Özellikle 19uncu yüzyılda bulunan devletlerin kahir ekseriyetinin savaş öncesi durumunu güzelce anlatmaya çalışır. ABD’nin en son 1861–5 yılları arasındaki yaşadığı iç savaştan, İngiltere’nin bazı küçük savaşlarını saymazsak en son 1815’teki Waterloo’dan beri barış yaşadığını vurgular. Ülkesinin çok uzun bir zamandan beri böyle barış devresi yaşamasından dolayı savaşa psikolojik olarak hazırlıksız yakalandığını, savaşın başlamasıyla şok geçirdiğini belirtir. Yazarın, iki dünya savaşı akabinde yapılan Paris Barış Konferansı isimli iki konferansa katıldığını üst paragrafta belirtmiştik. Burada küçük çaplı görevi olduğunu belirttikten sonra, faal görevinin az olduğunu, saatlerce diplomatları gözlemlediğini, burada geçirdiği saatleri eğitiminin paha biçilmez bir parçası olarak görür. 1946’daki konferansta Rusya Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’u diplomasinin ağır topları köşeye defaatle sıkıştırmalarına, Molotov’a dehşetle saldırmalarına rağmen (Molotov’a yapılan saldırıları çocukluğunda hayvanat bahçesinde hipopotamın muzır insanların yaptığı işkenceye karşılık hiçbir tepki vermemesine benzetir.) sabrını ve metanetini elden bırakmamasını bir diplomatik başarı olarak anlatır. Barış antlaşmalarının zorluğunu belirterek iki konferansın en bariz özelliği olarak da yenik düşman kuvvetlerinin hiçbir şekilde temsil edilmemesi olduğunu vurgular.

        Kitabın birçok yerinde I. Dünya Savaşı’nda ülkesindeki arkadaşlarının ve akranlarının azımsanamayacak kadarının ölmesine çok üzüldüğünü belirtir. Kendisine tanrının bir lütfu olarak uzun ömür verildiğini, kuşağının ve atalarının dünyadaki yaşayamayacağı kadar değişimi gördüğünü belirtir. Ömrü boyunca savaşların toptan ilgası için emek harcadığını belirterek bazı savaşlarda taraf tuttuğunu hatta savaşların zaruri olduğunu söyler. Her ne kadar tarafsız olduğunu belirtmeye çalışsa da Türklere olan önyargısı da satır arasında göze çarpar. 1931’de Japonya’yla Mançurya konusunda, 1935’te İtalya ile Etopya, 1938’de Almanya ile Çekoslovakya, 1912-3’te Osmanlı ve Balkan ülkeleri (Balkan Savaşları’na katılan ülkeler) arasında savaşlarda oyunu savaştan yana kullanacağının da altını çizer. Dünya savaşlarındaki mağlup olan ülkelerin tahlilini yaparken Almanya’nın I. Dünya Savaşı’na kadar Bismarck’ın önderliğinde 1864, 1866, 1870 ve 1871’deki savaşları; Japonya’nın II. Dünya Savaşı’na kadar 1894’de Çin, 1904-5’te Rusya, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın karşısında olduğu için bütün savaşları kazandığını söyler. Geçmişteki askeri başarıların verdiği sarhoşluk psikolojisiyle Almanya iki büyük savaşı, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nı kaybettiğini vurgular. Bunların dışında da Amerika ve İsrail’in de aynı psikolojiyle savaşmaya devam ettiğini; Amerika’nın 193 yıldır yenilmediğini, İsrail’in ise kurulduğu günden beri dört savaştan galip geldiğini belirterek yakın gelecekte başının ağrıyabileceğini iddia eder. Yazar, 20.yy’ın ilk yarısında, hatta hatıralarını yazdığı dönem itibariyle, reel-politikada milliyetçiliğin toplumlara ve devletlere nasıl yön verdiğini şu cümleler ile açıklar: ”Milliyetçilik, bütün insan ırkının yaklaşık yüzde doksanın, dininin yaklaşık yüzde doksanını oluşturmaktadır.”(s.320) Bu durumu anlayamayan Amerika’nın Vietnam’da başarılı olamadığını, rakibinin “Dünya Komünizm”nin savunucusu rolüyle savaştığını sanarak Vietnamlıların “Vietnam Milliyetçiliği”ne sarılarak ABD’ye kök söktürdüğünü belirtir. 

        Toynbee, okul hayatından bahsederken kendisini başarının zirvesine götüren merdivenleri de göstermeye çalışır. On yaşından itibaren 11 sene Yunan eğitimi alır. Akabinde de 9 ay kadar Yunanistan’da kalarak teorik olarak öğrendiği bilgilerin bir kısmını görme fırsatı bulur. Balkan Savaşları’nın başlamasından kısa bir süre önce buradan ayrılır. Hatta savaşın kokusunu alamadığını, bundan dolayı kendisini ahmak olarak gördüğünü belirtir. Kitabın bu bölümünde bireysel ve toplumsal olarak insanların yaşamına kefil olunamayacağıyla ilgili, savaşların rafa kalktığını iddia edenlere, önyargıların sıfırlanabileceğini iddia edenlere çok ilginç bir anekdot anlatır. Girit’te bir gezi sırasında kendisine küçümsenemeyecek yardımları olan, dindar yaşlı bir Hıristiyan’dan bahseder. Ovanın sınırında ıssız köylerin niçin boş olduğunu sorduğunda: “Niçin olacak orada Müslümanlar yaşıyordu. Ama doksan yedide (1897) hepsini kestik, kadın çocuk, adam demeden hepsini.”(s.43) Yazar gayet iyi bir insan olduğunu düşündüğü bir insanın yıllar önce yaşanan iğrenç olayları sevinçle anlatmasına şaşırır ve üzülür. Kallavi bir tespitte bulunur: “..İlk günah’ımızın üzeri kat kat medenileşen itiyatlarla kaplanmış olabilir; ama yine de hiç kimse, tek tek insanoğlunun veya bir insan topluluğunun ahlakî doğruluğuna kefil olamaz. Hiç kimse, hiç kimsenin bütün ayartmalarına karşı dayanıklı olacağını temin edemez. Artık alevleri söndü denecek kadar uzun zamandır uykuda olsa bile bu volkan ayartmalarla birden patlayabilir.” (s.43) Yunan ve Roma tarihine merakı had safhadadır. Buraları manevi vatanı olarak gördüğünü belirtir. Anadilince şiir yazamadığını, yazdığı şiirlerin tamamının Yunanca olduğunu okuyunca yazarın Yunancaya hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Yazdığı şiirlerin bir kısmı kitabın sonunda Yansımalar bölümünde mevcuttur.

        Yüzyıla damgasını vuran savaşların içinde ve dışında “katliam”, “mübadele”, “soykırım”, “sürgün”, “diaspora”, “ırkçılık”, “sömürgecilik” kavramları hakkında genel bir çerçeve çizdikten sonra bunlarla ilgili birçok örnek vererek mukayeseli çözümlemelerde bulunur. Osmanlı’nın 1915’de yaptığı tehciri ömrünün bahar demlerindeyken daha acımasızca yaklaştığını ama yaşadıkça ve öğrendikçe 1897’de Girit’te yaşanan katliamları, Nazilerin giriştiği Yahudi ve Slav soykırımının Ermeni Tehciri’ni gölgede bıraktığını belirtir. İstiklal Harbi akabinde yapılan zorunlu mübadeleden başka o dönem koşullarında daha iyi bir seçenek olmadığından, bundan başka bir kararın daha çok acılara sebep olabileceğini belirtir.

NİÇİN VE NASIL ÇALIŞIRIM?

        Kitabın ana damarlarını oluşturan konulardan biri de “Niçin ve Nasıl Çalışırım” bölümüdür. 20 sayfalık bu bölümün ciddi bir kişisel gelişim kitabı kadar değerli ve öğretici olduğunu düşünüyorum.  Yazar burada çalışmanın nasıl kölesi olduğunu, köle olarak nasıl mutlu olunabileceğini, çalışmanın kölesi olmak durumunda olanlar için kendi yaşamından bizlere reçeteler sunar. Birçok yazar ve aydının bahsettiği gibi kitap okuyacak, araştırma yapacak ve bilim adamı olacak kişilerde merak ve şüphe duygusunun olması gerektiğini vurgular. Kendisinde özellikle merak duygusunun çok fazla olduğunu bundan dolayı Tanrılara müteşekkir olduğunu belirtir. Bunların dışında vicdan, endişe, görme ve anlama duygusunun da kendisini çok çalışmaya sevk ettiğini söyler. Yazar, Çalışmayı ibadet haline getirmek isteyen fikir işçilerine 5 tavsiyede bulunur. İlişikte madde madde sunulan öğütleri kitapta tafsilatlı bir şekilde açıklar
·        “Mr. Haselfoot’un o altın öğüdüdür: “Aceleyle işe girişme; harekete geçmeden önce düşün; evvela ele alacağın konuyu veya problemi bir bütün halinde görmek için kendine zaman ver.”(s.122)
·        “Zihninizin harekete geçecek olgunluğa ulaştığını hissettiğiniz an derhal harekete geçin. Çok uzun süre beklemek, çok aceleci davranmaktan daha da ters neticeler doğurabilir.”(s.123)
·        “Her gün, düzenli olarak, günün en iyi yazdığınızı düşündüğünüz saatlerinde yazın. Müsait haleti ruhiyeye girene kadar beklemeyin.”(s.124) “Kendini zaman karşı çalışmaya alıştırmayan bilginler, eser üretememe tehlikesine düşerler ve verimsizliklerini zamana karşı yapılan çalışmanın kusurlu olacağını iddia ederek haklı çıkaramazlar. Elbette kusurlu olacaktır; insan elinden çıkan her şey kusurludur çünkü insanın tabiatı böyledir ve işi ağırdan almakla, insanı meselelerin aslında var olan bu kusurluluğun üstesinden gelinemez. Entelektüel çalışma da dâhil her türden çalışmada, harekete geçmek için doğru bir an vardır. Bu anın geldiğini söyleyecek hiçbir araç yoktur; insanın bunu sezgiyle anlaması gerekir; doğru zamanlama her seferinde farklı olacaktır. Fakat doğru anı bulup isabetli olmak başarı için vazgeçilmezdir; gereğinden fazla ertelemektense düşünmeden hareket etmek kadar vahim olabilir.  Yanlış zamanlamanın neticesi, her iki durumda da, bütün insan faaliyetlerinin aslında var olana kusurluluğunu artırmak olur. (s.112-113)
·        İşiniz bittikten sonra bir sonraki işinize başlamak için doğru zaman yarın ya da gelecek hafta değil, derhal ya da Amerikan deyiminde olduğu gibi “right now”(derhal)”dir. Bu deyimin Amerikalılara has bir deyim olduğu açıktır çünkü Amerikalılar eylem adamı olmakla tanınırlar.”(s.125)
·        Daima ileriye bak. Bir motosiklet yarışçısının teleskopik bakışıyla farkına varmadan ulaşmış olacağı gibi, daima en ileriye bak.”(s.126)

         Yazar, özellikle tarihçi olmasına vesile olan saiklerin bir kısmını açıklamaya çalışır. Annesinin de tarihçi olması, kendisine altı yaşına kadar her gün uyumadan önce İngiltere tarihini bölüm bölüm anlattığını,[2] kendisinin de bunları mutlu ve uslu bir şekilde dinlediğini belirtir. Özellikle insan ve insan toplumlarını konu alan bilim dallarına her zaman ilgisinin daha yoğun olduğu için bu alana yöneldiğini belirtir. Özellikle tarihçiler için tarihteki medeniyetlere beşiklik yapmış yerleri görmeyi tavsiye eder. Kendisinin imkânları ölçüsünde dünyanın küçümsenemeyecek kadar bölge ve memleketine gittiğini eserden anlıyoruz. Özellikle okuduklarından gerekli notlar çıkardığını, bunlardan kitap ve makale yazarken istifade ettiğini söyler. Tarihçilik anlayışında bilinçli ve kasıtlı olarak iktisat, din, sanat, bilim ve teknoloji tarihçisi gibi yan alanlarda uzmanlaşmadığını, bir bütün olarak beşeri hadiseleri anlamaya çalıştığını söyler.
DEĞERLENDİRME

        20 Yüzyıla damgasını vuran tarihçi, diplomat, düşünce adamı Toynbee’nin hatıraları klasik hatıra kitaplarının dışındadır. Kitap her ne kadar başarılı bir entelektüelin hayat hikâyesinden izler yansıtsa da eserde son 150 yılın dünya tarihini, 20. yüzyıla damgasını vuran savaşlar, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, sürgünler hakkındaki çarpıcı düşünceleriyle karşılaşırız. Esere bir diplomatın gözüyle 20. yüzyılın tahlili diyebiliriz. Kitabı okuyan birisinin kitap hakkında şu yargıda bulunması da muhtemeldir: “Bir entelektüelin özlemlerini, acılarını, dine, hayata, dünyaya ve tanrıya bakış açısını yansıtan daha çok felsefe kokan, makale ve denemeyi anımsatan yazılardan oluşan bir kitaptır.”
        Kitabı okurken anlamakta zaman zaman zorlandığımı belirtmeliyim. Bunun, yazarın dilinin ağırlığından mı, yoksa tercümenin özensizliğinden mi kaynaklandığından emin değilim.
(Erzurum Gazetesi, 23 Kasım 2009)



[1] Arnold Joseph Toynbee, Hatıralar: Tanıdıklarım, Çev: Deniz Öktem, 359 s., 2005, İstanbul, Klasik Yayınları
[2] Türklere karşı zaman zaman düşmanlık safhasındaki önyargısının temellerinin da annesi tarafından atıldığını diğer hatıra kitabından öğreniyoruz. Yazar annesinin çocukken kendisine Türkler hakkında öcü, canavar vs. gibi şeyleri anlattığını söyler.

16 Kasım 2009 Pazartesi

TÜRK FOTOĞRAFÇILIĞININ YÜZAKI: ARA GÜLER

        Türkiye’de fotoğraf sanatçılığı denilince şüphesiz akla ilk Ara Güler gelir. Ülkemizdeki genel yargıya inat Ara Bey kendini fotoğraf sanatçısı olarak görmez. Daha ziyade yaptığı işi ve bu hobiyi foto muhabirliği olarak tanımlar. Fotoğraf üzerine dünyanın muhtelif ülkelerinden onlarca ödül alan, yabancı birçok haber ajansında örneğin 50 yıldır dünyaca ünlü ve köklü Time dergisinde çalışan, Türk basın tarihine yaptığı foto-röportajlar ile hatırlanan Ara Güler hakkında Ağustos ayında bir biyografi kitabı çıkmıştı.[1] Bu eseri takdim edeceğim.
       
        Okuduğum biyografi kitaplarının hemen hemen hepsinde özellikle de mesleklerinde başarılı olanların hayat hikâyelerinde her zaman bir formül karşıma çıkmaktadır. Mesleklerini çok sevmeyenlerin, işini ciddiye almayanların, yaptığı işe dört elle sarılmayanların başarı merdivenlerinin ilk basamaklarına çıkması bile mevzubahis olamaz. Örneğin bu altın kuralı Hacı Ömer Sabancı, çocuklarına “işinizin mecnunu olacaksınız” diye nasihat eder. Ünlü bilim insanı Pavlov’a atfen anlatılan bir anekdot da büyük mesaj içermektedir. İşine geç gelen asistandan Ivan bunun hesabını sorar. Asistan: “Hocam haberiniz yok galiba ihtilal oldu. (Bolşevik ihtilalı) bu sebepten geç kaldım.” der. Pavlov’un asistanını azarı işini ne kadar özümsediğini gösterecek cinstendir: “Sana ne ihtilalden!”

        Çanakkale gazisi, eczacı Ermeni Dacat beyin oğludur Güler. Varlıklı bir ailenin çocuğudur. Her ne kadar ailesi doktor olmasını istese de kendisinin tiyatro, sinema ve gazeteye ilgisi had safhadadır. İsmail Cem’in babasının “İpek Film Şirketi”nde çırak olarak başlar, sinema makinistliği bile yapar. Derken kendisini gazetecilikte bulur. Gazeteciliğin hemen hemen tüm birimlerinde çalışır. Türkiye’nin birçok yeri ve yöresini işi icabı görür. Dünyanın birçok ülkesini görme ve gezme fırsatı yakalar. Sırf on küsur sene Cannes Film Festivali’ne katılır. 8 ay kadar dünya turu yapar. “Dünyada gitmediğiniz yer kaldı mı?” sorusuna Güler’in verdiği cevap “dünyanın ne kadarını tanı(ma)dığımızı” sorgular niteliktedir: “Yalnız dünyanın her yerine gittim olamaz sadece Endonezya’da 168 bin ada var. Her gün bir tanesine gitsen ömrün yetmez, çünkü öyle yerler var ki ancak 3-4 günde varılabilir.”(s.236) Meslek yaşamı boyunca Bertrand Russell, Arnold Toynbee, Picasso, Salvador Dali, Alfred Hitchcock’un da aralarında bulunduğu birçok önemli isimle foto-röportaj yapar. Bunlar ile görüşmelerinin perde arkasını ayrıntısıyla anlatır. Öbür taraftan Türk edebiyatının, sanatçıların, kültür ehli birçok köşe taşlarıyla tanışıklıkları, arkadaşlıkları ve dostlukları da kitabın önemli bölümünde göze çarpar. Bu yıldızlar geçidinden bir kısmını şöyle sıralayabilirim: Abidin Dino, Sait Faik, Halide Edip Adıvar, Yaşar Kemal, Sabahattin Eyüpoğlu, Orhan Kemal, Aşık Veysel, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Kemal Tahir, Fikret Mualla vs..

        Ara Güler, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün özel fotoğrafçılığını da yapar. Yurt içi ve dışı birçok yerden ödül alır. Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülü’nü de alır. Ülkemizde aldığı ödüllere daha çok önem atfeder: Legion d’Honneur ödülüne de çok sevindim. Ama Cumhurbaşkanlığı ödülü bu ödülden daha değerlidir benim için. Benim milletimin beni takdir etmesi mühimdir, yoksa elin gâvuru vermiş ne olur.”(s.271) Güler, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet döneminin kuruluş aşamasında yaşayan milliyetçi düşünce ve siyaset adamı Ahmet Ağaoğlu’nun torunuyla evlidir.

        Kitapta Güler’in yaptığı işten zevk aldığının emareleri oldukça fazladır. Ara Bey, örneğin foto muhabiri olarak ilk kez aldığı Leice marka fotoğraf makinesinin künyesini 81 yaşında olmasına rağmen aldığı gün gibi anlatır: “Leice lllb, numarası 382418 ve bayaz 1938 modeldir”(s.29) Fotoğraf ile arasındaki ilişkisini “fotoğrafın askeriyim, esiriyim” diyerek açıklar. İstanbul Sultan Ahmet meydanında idam edilen bir mahkûmun üzerinde asılı olan kanun numaralarının bulunduğu yaftanın net olarak fotoğrafının çekilmesi için maktulun yönünü değiştirecek kadar cesaretlidir.(s.67) Nemrut Dağı’ndaki tarihi eserlerle ilgili haber yapan ilk Türk gazeteci de kendisidir. Nemrut Dağı’na katırlarla 9 saatte çıkar, 12 saatte inerler. Birçok Türk meslektaşının “Bu dağ taş fotoğraflarını ne yapacaksın, niye artistlerle röportaj yapmıyorsun da taşlarlar yapıyorsun?” önerileriyle (!) karşılaşır. Hayat mecmuasına bu haber ve röportajı gösterir, önemsemez yetkililer. Hâlbuki bu haber ve fotoğraflar dünyanın dört bir yanında 137 kez yayımlanır. Fransa’da “Paris Match Mecmuası” muhabirimizin keşfi diye manşetten verir. Güler, meslek hayatındaki üç önemli haberi dünya kamuoyuna duyurmanın mutluluğunu yaşar. Nemrut dağı, Nuhun gemisi ve tarihi Afrodisias kentidir. Çalıştığı Hayat mecmuası kendisini Aydın’a baraj açılışına gönderir. Baraja giderken yollarını kaybederler. Bu durum tarihi Afrodisias kentini keşfetmesine sebep olur. Hakeza Afrodisias ile ilgili fotoğraflarını mecmuanın yöneticisi, yazar Şevket Rado’ya gösterir. Rado’nun cevabı Türkiye’de kültürün, sanatın yerlerde sürünmesinin –aydınlar eliyle çekilmiş- fotoğrafı gibidir: “Boş ver, bu taş toprak resimlerini, sen barajı çektin mi?”(s.86)
        
        Eserin sonunda Güler ile yapılan uzun bir mülakat yer alır. Burada merak edilen sorulara cevaplar verir. Fotoğrafı bir sanat olarak görmez. Yaptığı işi foto muhabiri olarak görür. Fotoğrafçı ile foto muhabiri arasındaki farkı şöyle açıklar. “foto muhabiri, bomba patladığı zaman bombaya doğru giden adamdır. Hâlbuki fotoğrafçı bombadan kaçar gider, karısının yanına kaçar: öteki ölüme kaçar, kendisini tehlikeye atan adamdır, aradaki fark budur.” (s.263) Fotoğraf icat edildiğinden beri foto muhabirlerin tarihi yazdığını belirtir. Bu tarih yazıcılığının faturasının çok ağır olduğunu, misal Vietnam Savaşı’nda 98 gazetecinin yaşamını yitirdiğini, bunların 96’sının foto muhabiri olduğunun altını çizer. Türk foto muhabirleri ile yabancı foto muhabirlerini mukayese eder: “Yabancıların lehine eğitim farkı vardır uçurumlar gibi. Yabancı muhabirler yazı işleri müdürünün gönderdiği her yere gitmeye çekinirler ama Türk muhabirleri kalitesiz olmakla beraber yırtıcıdır, inatçıdır ve yapar abi. Camdan girer yine de çeker, bulanık çeker ama çeker getirir. Bir resim getirir, fenadır ama hiç zararı yok; ama ötekisi? Hiç getirmemekten iyidir.” (s.264) Arşivinde 800.000 ile 1.000.000 arası fotoğraf diası bulunduğunu, bunları şimdilik herhangi bir kurum, kuruluşa bağışlamayı düşünmüyor. Bunun sebeplerinin başında ise gözünün arkada kalmayacağı bir yer bulamadığını belirtir.

DEĞERLENDİRME

        Gazeteci Nezih Tavlaş’ın hazırladığı eserin yoğunluğunu Ara Güler’in anlattıkları oluşturur. Söyleşi yoğunluklu ama son yılların popüler türü olan nehir söyleşilerinden oldukça farklı bir biyografi türü olarak karşımıza çıkar. Tavlaş, Ara Güler’in 81 yıllık hayat hikâyesini silkelemeyi başarmıştır. Güler’in silkelenen yaşamöyküsünden Türkiye’nin sosyo-ekonomik, siyasi ve basın tarihinin kalıcı fotoğrafları önümüze düşer. Güler, hatıralarını anlatırken özel yaşamından asgari düzeyde bahseder. Özel yaşamına ait anılarını anlatırken de toplumsal tarafı ağır basan olayları göz önünde bulundurur.

        Eser, “Ara Güler Markası”nın doğumunu, çocukluğunu, gençliğini ayrıntısıyla anlatır. Eserin sonundaki kaynakçayı kefil olarak aldığımızda, Tavlaş’ın kitabın hazırlanmasında ödevini layıkıyla yaptığını söyleyebiliriz. Son olarak mesleğinin zirvesine çıkmış insanların yaşantısından ibretlik olay ve olguları ciddiye almamız gerekir diyenlerin kitabı okumasını öneririm.

        (Erzurum Gazetesi, 16 Kasım 2009)





[1] Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikâyesi, 303+32 sayfa, Ağustos 2009, İstanbul, Fotoğrafevi Yayınları.

9 Kasım 2009 Pazartesi

KEMAL SUNAL FENOMENİ

       2000 yılında kaybettiğimiz tiyatro ve sinema sanatçımız Kemal Sunal,  birkaç kuşağı ekran başına kilitlemeyi başarmıştı. İzleyicilerinin kâhir ekseriyetini sosyo-ekonomik durumu zayıf olan orta ve alt tabaka oluşturur. Beri yandan aydınların büyük bir kısmının Sunal filmlerine mesafeli yaklaştığını söylemekle birlikte tiryakilerinin içerisinde de hiç de azımsanamayacak sayıda aydın olduğuna da şahidiz. Türkiye uzun bir dönem “Kemal Sunal filmlerinin defaatle izlenmesinin sebebi nedir?”i tartıştı. Aynı filmlerin sürekli neredeyse azalmadan izlenmesi karşısında herkes kendince açıklamalarda bulundu. Akademisyen ve gazeteci Osman Özsoy entelektüel merakının ve mesleğiyle ilgili bu alanda yoğunlaşmasının sonucu olarak başlıkta ismi vurgulanan çalışmaya 2002’de imza atmıştı.[1]  

        Sahne ve perdenin dışındaki Kemal Sunal’ın biyografisi oldukça ilginçtir. Ortaokul ve liseyi 11 yılda, üniversiteyi de 25 yıl sonra 51 yaşında bitirir. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra “Televizyon ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü” yüksek lisans teziyle kendi filmlerinin konusunu araştırma yapar.[2] Yakın çevresine akademinin üst basamaklarına doğru çalışmalar yapmak istediğini belirtir. Ancak bilindiği gibi ömrü yetmez. Aslında bu durumuyla da birçok kişiye mesaj göndermektedir. Bir gazetecinin konuyla ilgili sorusuna Sunal’ın verdiği cevap tam aydıncadır: “Kendi çocuklarıma örnek olmak istedim. Kendi çocuklarıma örnek olurken tabii bütün Türkiye’nin gençlerini, orta yaşlısını, yaşlısını hedef aldım. Okumanın yaşı yoktur, her insan okumalı, Türkiye’nin okuyan insana ihtiyacı var. Bu mesajı daha güçlü verebilmek için üniversiteyi bitirdim. Ben zaten gerektiği kadar okuyorum üniversite bitirmek benim için çok önemli değildi; ama örnek olmak için yaptım bunu”(s.214) Kendisini sanatçı olarak değil de oyuncu olarak görür Sunal. Mütevazı bir yaşamı bulunan Sunal’ın herhangi bir gece hayatının olmadığını, içki içmediğini, sigara kullanmadığını, medyadan mümkün mertebe kaçtığını, yükseklik korkusu ve su fobisi olduğunu, günlük hayatta gayet ciddi birisi olduğunu birçok seveni söylemektedir. Filmlerinde birçok siyasi mesajı açıktan vermesine rağmen siyasi görüşünü gizlemekte ustadır Sunal. Tuttuğu takımı dahi söylemek istemez. Aksi davranışları benimseyenlerin toplumun tamamını kucaklamada sorunlar yaşadığını belirtir.

        Kemal Sunal’ın oyunculuğunu tiyatro oyunculuğu, sinema oyunculuğu ve dizi filmleri ile reklam filmleri oyunculuğu olarak 3 kısma ayırabiliriz. Tiyatro ile tanışmasına öğretmeni vesile olur. Yıldız Kenter’in yardımlarını özellikle vurgular. Yönetmen Ertem Eğilmez’in bir oyununda Sunal’ı keşfetmesiyle sinema yaşamına adım atmış olur. Sinemada 82 filme imza atar Sunal. Sinemadaki başarısını dizilerde ve reklam filmlerinde bulamaz. Zaten bu filmlerde de parasızlık yüzünden kerhen oynadığını belirtir.(s.72)

        Kitapta Kemal Sunal’ın başarısı üzerine birçok sanatçı, eleştirmen, gazeteci, yazar ve akademisyen görüş beyan eder. Kimisi Sunal’ı Keloğlan’ın, kimisi Nasreddin Hoca’nın, kimisi İsmail Dümbüllü’nün günümüzdeki temsilcisi olarak görür. Sunal’ın filmlerindeki sanatsal yönün çok bariz olmamasına rağmen sosyolojik yönünün görmezlikten gelindiği noktasında birçok aydın hemfikirdir. Filmleri üzerine doktora tezi hazırlayan Nazlı Kırmızı,[3] Sunal filmlerinin uzun süre revaçta olmasını tahlil ederken köyden kente göçle birlikte şehre uyum sağlamakta zorlanan yoksul Anadolu insanlarının Sunal filmlerinde kendini bulduğunu, özellikle “saf gibi görünüp cin gibi çarparak” sistemin ürettiği yanlış insan modellerinden “Şaban” tiplemesiyle öcünü aldığını belirtir. (s.105) Sunal filmlerini defaatle izleyip çok gülünmesine rağmen verilmek istenilen mesajı anlaşılamadığını Hüseyin Öztürk vurgular: “Nedense mesajı alması gerekenler Kemal Sunal’a “komedyen” diye bakarken, dertleri anlatılanlar da “salak” diye bakıp izliyor.”(s.193) yine bu konuyla ilgili eleştirmen Doğan Hızlan da toplum olarak komiğe çok gülündüğünü onun ardındaki felsefeyle ilgilenilmediğini, neye, niçin güldüğümüz üzerine pek kafa yorulmadığını belirtir. Kemal Sunal hakkında belgesel hazırlayan Can Dündar da Sunal’ın filmleriyle dönemin toplumsal ve siyasi gelişmeleri arasında paralellik olduğunu söyler. Şu önemli tespiti yapar: “O, Türkiye’nin son 25 yılının gayri resmi tarihini filmlerinde anlatmıştır.” Kemal Sunal filmlerinin halkta geniş yankı bulmasını yüksek lisans tezi olarak hazırladığı çalışmasında şöyle izah eder: “Sunal’ın filmlerinde canlandırdığı tiplerin günlük hayatta her zaman karşılaşılan sıradan halktan kişiler olması önemli bir özelliktir. İyi niyetli, saf, temiz, kötülük düşünmeyen, sakar, saflığıyla işleri birbirine karıştıran, ancak zekâsıyla ya da tesadüfen işin içinden çıkıp, art niyetli kişilerin kötü yüzlerini ortaya çıkaran Kemal Sunal’ın yarattığı tipleme, sonuç itibariyle, izleyicinin gerçek hayatta bu yöndeki özlemlerini yansıttığı içindir ki, onun oynadığı rolden daima böyle bir beklenti içinde olmuşlar, genelde Kemal Sunal filmleri de bu doğrultuda gerçekleşmiştir”(s.75)

        Sunal, her ne kadar bu konuyla ilgili kendi hazırladığı yüksek lisans tezinde Kemal Sunal fenomeni hakkında bazı ipuçları vermeye çalışsa da -kendisi de- birçok özgün çalışmanın olması gerektiğini vurgular. Sunal bir mülakatında kendisinin filmleri hakkında şu iddialı cümlelerde bulunur: “İktidarlar ayakta durabiliyorlarsa, toplumsal patlamaların önü alınıyorsa Kemal Sunal sayesindedir. Halkın kızgınlığını, sevgiye, hoşgörüye çeviren Kemal Sunal’dır. Bazen ilaç, bazen engel. Gecekonduda oturan eğer patlamıyorsa, bunun sebebi Kemal Sunal’dır. Filmlerde mesajlarda var ayrıca. Ve 15 yıl öncesinin mesajları hâlâ geçerli. Ama sert mesajlar değil. Halk bu mesajları yumuşak algılıyor.”der.(s.128)[4]

DEĞERLENDİRME

        Özsoy, bu çalışmada Kemal Sunal fenomenini masaya yatırır. Konuyla ilgili birçok çalışmadan istifade ettikten sonra kendisini yakinen tanıyanlardan, birçok eleştirmene; sanat ve gazeteci çevresinden akademik çevreye onlarca kişiden Sunal ve filmleri hakkında cevaplar alır. Özellikle kitabın değerlendirme bölümünde Kemal Sunal fenomeni hakkında doyurucu bilgilere ulaşır. Bu çalışmanın başka akademik çalışmalara kapı açmasını dilediğini yazar da önsözünde beyan eder. Bu çalışmanın önemli eksikliklerinden biri de Sunal filmlerinin olumsuz etkileri hakkında neredeyse hiçbir şeyden bahsedilmemesidir. Kişiliği ve filmleri hakkında birçok kişinin benzer cevaplar verdiği için birbirinin tekrarı birçok tahlil de bulunmaktadır. Bildiğim kadarıyla Sunal’a ait herhangi bir biyografi kitabı yoktur. Eserde az da olsa biyografik bilgilerin yekûn tutmasını da önemsiyorum. Eserin geniş bir boşluğu dolduracağını tahmin ve umut ediyorum.
 
        (Erzurum Gazetesi, 9 Kasım 2009)



[1] Osman Özsoy, Kemal Sunal Fenomeni, 240 sayfa, 2002, İstanbul, İyiadam Yayınları
[2]  Nazlı Kırmızı, Geleneksel Anlatılar Ve Söylen: Türk Güldürü Filmleri Üzerine Yapısalcı Bir Çözülme, A.Ö.F., 1990
[3] Kemal Sunal, Tv ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü, İstanbul, 2001,Om Yayınevi
[4] Birkaç yıl kadar önce ülkemizde birçok kriz yaşanmasına rağmen küçük ölçekli isyanların, isyan girişimlerinin olmamasıyla ilgili konu tartışılırken o dönemde gazetelerin birinde Kahveciler Odası Başkanlarından biriyle yapılan bir mülakatta Sunal’ın iddialı cümlesinin benzerini başkanın söylediğini hatırlıyorum: “Eğer Türkiye Arjantin olmuyorsa bunun en önemli sebebi kahvelerimizdir. İktidarlar ayakta kalabiliyorsa bizim sayemizdedir. İnsanlarımız yaşamış olduğu bütün sıkıntılarını kahvedeki arkadaşına açarak rahatlıyor.”

2 Kasım 2009 Pazartesi

CENGİZ AYTMATOV’U YAZARLIĞA GÖTÜREN SÜREÇ


        Eli kalem tutan, tarihî birçok olay ve olgunun tanığı olmuş siyasî, bürokrat, asker, edebiyat ve kültür ehli birçok irfan sahibi hatta bunların içerisinde azımsanamayacak kadar yazar ve edebiyatçı dahi anılarını yazmaktan neredeyse köşe bucak kaçar. Bu olgunun şüphesiz birçok sebebi vardır. Anılarını yazmayı sonraya bırakıp daha sonra hazırlıksız yakalanıp ebediyet âlemine göçenlerin, yaşamın koşturmacısından fırsat yakalayamayanların hiç de az olmadığı bir hakikattir. Özellikle son vurguladığım gerekçeden sızlanan aydınlara bu durumdan muzdarip olan birçok yayıncı ve aydın el atar. Bir plan dâhilinde sohbet havası şeklinde konuşturur. Ya da nehir söyleşi gibi büyük bir kısmı daha önceden hazırlanmış sorulardan oluşan sorular yöneltilir ve cevaplar alınır. Çalışma daha sonra gerek yazar gerek editör tarafından bazı tashihlerden sonra kitap halini alır. Bu eserlerin edebî dilinin kendi yazdıkları kitaplar kadar yüksek olmadığını ama toplumsal hafızanın kaydının tutulması adına gelecek nesillere büyük miras bıraktıklarını düşünüyorum.

        Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Türk dünyasının efsanevi yazarı Cengiz Aytmatov’un çocukluk hatıralarını ihtiva eden, ilk kez Almanca olarak yayımlanan “Kırgızistan’daki Çocukluğum” isimli eser 2002’de Muhammet Mertek tarafından çevrilip “Çocukluğum” ismiyle Da Yayıncılık tarafından basılır.[1] Eserin (Almanca olarak) yayınlanma öyküsü oldukça ilginçtir.[2]  Aytmatov özellikle 90’lı yıllardan itibaren yaklaşık 15 yıl Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde büyükelçilik de olmak üzere muhtelif diplomatik görevlerde bulunmuştur. Kendisinin uzun süre tercümanlığını da yapan Friedrich Hitzer’e zaman zaman özellikle de uzun yolculuk dönemlerinde çocukluk hatıralarını anlatır. Hitzer, sadece edebiyat devinin anlattıklarını kendisi dinlemekle yetinmez. Bunları yazıya döker, gerekli düzenlemelerden sonra kitap Almanca olarak piyasaya sürülür.

        Bilindiği üzere Sovyet rejimi tarafından 1936-7’de Türk aydınlarına yönelik bir kıyım yapılmış ve bu kıyımdan Aytmatov’un babası Törekul da nasibini almıştır.[3] Babası ile yaşadığı hatıralar duygu yoğunluğu kıvamındadır. Hakeza babaanne Amyhan okur-yazar değil fakat çok zeki, adeta masal deposu bir kadındır. Romanlarındaki efsanelerin hammaddesini Amyhan’dan aldığı şüphe götürmez bir gerçektir. Bir mülakatında babaannesinin kendisinde bıraktığı izleri şöyle anlatır: “Benim televizyonum büyük annemdi. Çünkü bana her gün, ama her gün çeşit çeşit masallar anlatırdı… Sabahtan akşama kadar ondan masal dinlerdim. Benim bu masalları iyi dinleyip dinlemediğimi kontrol ettirmek için bana bu masalları tekrar ettirirdi. Ben de büyükannemden dinlediğim masalları yeniden ona anlatırdım. Bu masallar benim edebî alt yapımı hazırladı, kültürümün zeminini oluşturdu, yazı dünyam için bir hazırlık oldu…”(s. 167)[4]
 
       
        Aytmatov’un çocukluğu II. Dünya Savaşı cehenneminin büyük perdesinin sahnelendiği coğrafyada      geçer. Cephe gerisinde yaşlılar, kadınlar, çocuklar, hastalar, gaziler bulunur. Bunun dışındakilerin tamamı cephededir. Kendisi seferberlik kapsamı dışındakiler kategorisinde hem de eğitimli olduğu için bu süre zarfında taşrada birçok işi yapar. Postacı, vergi ve kolhoz memuru, köy sekreteri vs. Postacılık yaptığı dönemde cepheden gelen mektupların çoğunda ölüm haberi vardır. Kadınların kendisini görmesiyle birlikte korkmaya başladıklarını, “Bize gelme!, Orada dur! Git en iyisi!”, “Her eve çıkıp geldiğinde eve üzüntü getiriyorsun! ” sözünü söyleyen kadınların sözlerinin hâlâ unutulamadığını satırlardan anlıyoruz. O yıllar savaşın faturasının halka fazlasıyla ödettirilmeye başlandığı yıllardır. Bu sıralarda yaşadığı bir anekdot bir çocuğun sırtına dağlar kadar sorumluluğun verildiğinin sadece küçük bir kesitidir adeta. Gerçi öbür taraftan bu yaşanılan süreç ileride kendisini edebiyatçı olmaya itecektir. Kendisi köylerden topladığı paraları bankaya ulaştırmak zorundadır. At sırtında türkü söyleyerek köylerden diğer köylere yol bulduğu sırada birisi karşısına çıkar. Bu arada heybenin iki gözü de para doludur. Aç olduğunu, heybelerin gözündeki yiyeceklerinden birazını vermesini ister. Küçük Aytmatov ne yapacağını şaşırır. Heybedekilerin para olduğunu söylese gelip çalacak diye korkuyor. Heybede yiyecek olmadığını belirtse gelip kontrol edecek korkusunu yaşıyor. Hızlı adımlarla hiçbir cevap vermeden atını süratlendirir. Arkadan kovalayan kişi gerçekten aç mıdır? Haydut mudur? Bilmez ama arkasından epey kovalar. Aytmatov korkudan neredeyse ölecektir. (Kara Kâğıtlar bölümü) Aytmatov’un çocukluğu okul yılları dışında kırsalda, yaylada geçer. Bu dönemde yalnız başına ve annesiyle birlikte yolculuk yaparken kurtla karşılaşması basit bir durum olmasa gerekir.

        Eserlerinin yazıldığı yerler, bazı kahramanlarının hayali ya da gerçek hayattan kimler olduğu hakkında, çocukluğunda yaşadığı bu hatıraların hangi eserlerinde daha çok işlediğini tafsilatlı biçimde anlatır. Örneğin Göz Göze’nin kahramanı asker kaçağı “İsmail” gerçektir. Cemile hikâyesinin kahramanları Daniyar ve Cemile’nin gerçek yaşamdan ne kadarının alınıp alınmadığı hakkında bilgiler sunar. “Öğretmen Duyşen” ve ülkemizdeki bazı yayınevlerinin “İlk Öğretmen(im)” olarak çevirdiği eserinin kahramanı kendisinin de aynı zamanda çocukluk arkadaşı Seytali Bekmambetov’dur.

        Aytmatov ve ailesine ait birkaç fotoğraf ve kendisinin yazdığı şiirle birlikte eser 123 sayfadır. Kitap nicelik olarak küçük görülebilir. Açıkçası roman ve hikâyelerinde bulamadığım birçok sorunun cevabını “Çocukluğum”da bulduğumu ifade edebilirim. Yazarın çocukluk anıları yaşadıklarının kayda geçirilmesi anlamında en büyük belge niteliği taşır. Bu esere bakılmadan hazırlanan Aytmatov biyografilerinin, portrelerinin ve araştırmalarının bir yanının kadük kalacağını düşünüyorum.

         (Erzurum Gazetesi, 2 Kasım 2009)




[1]  Cengiz Aytmatov, Çocukluğum: Çeviren: Muhammet Mertek, 2002, İstanbul, Da Yayıncılık
[2] Kitabın ilk kez yayınlanma öyküsü hakkındaki bilgilere yukarıda bahsettiğim kitaba Fridrich Hitzer’in hazırladığı yayıncının notu bölümünden ve kitabı Türkçe’ye çeviren Muhammet Mertek’in Aytmatov’un ölümüyle ilgili 14 Haziran 2008 http://www.aytmatov.org/ sitesinde yayımlanan bir yazısından ulaştım. (http://www.aytmatov.org/default.asp?id=69577&lng=1)
[3] Cengiz Aytmatov, babasını en son 9 yaşındayken görür. Baba Törekul’un akıbetini 55 yıl sonra ancak öğrenebilir. 138 aydınla birlikte kurşuna dizilir. Katliam bugünkü Bişkek şehrinin yaklaşık 30 km yakınında bulunan Ala Dağlarının eteğindeki bir tuğla ocağında gerçekleşir. Bu kurşuna dizilenlerin mezarının bulunması gayet ilginçtir. Hem de korku imparatorluğunun insanları nasıl sindirdiğine de çok küçük bir örnek olarak yorumlanabilir. Tuğla ocağının bekçisi Hıdır Aliyev, imha anından haberdar olur. Ancak bu hakikati yıllar boyu saklar. Kendisiyle birlikte bu sırrın gitmesine vicdanı vize vermez. Ölümünden hemen önce (1973) çocuğuna vahşeti ve yerini anlatır. Sıkı sıkı da tembih etmeyi unutmaz. Rejim yumuşayınca anlatmasını vasiyet eder. Bekçi çocuğu Bübüyra Kıdıraliyeva 1993 yılında yetkililere bildirir. (Ahmet Buran, Kırgızistan’da Sovyet-Rus Katliamı ve Cengiz Aytmatov, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı:418, Mayıs 2008, sayfa 78)
[4] Mehmet Nuri Yardım’ın kendisiyle yaptığı mülakatı daha sonra kitaplaştırır. Bu kitabın künyesi: Mehmet Nuri Yardım, Romancılar Konuşuyor, 432 sayfa, II. Baskı, 2008, İstanbul, Nesil Yayınları

1 Kasım 2009 Pazar

ANTEP HARBİ’NİN BELGESEL ROMANI

        “Bir ulusun tarihini tarihçiler yazmazlar; ulusun ressamları, yazarları, bestekârları, mimarları yazarlar.” sözünü Cengiz Dağcı’nın bir kitabında geçmiş yıllarda okumuştum. Şüphesiz bu tespitte akademik alanda çalışma yapan tarihçilere bir tariz veya kınama yoktur. Tarihçilerin geniş kitlelere açılamadığı çıkmaz sokaklardan sonra bayrağı ressamların, yönetmenlerin, bestekârların, mimarların, senaristlerin ve tarih romanı yazarların aldığını ve bu bayrağı ulaşılamayacak evlerin, hanların, minarelerin ve kalelerin burçlarına diktiğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede, tarihi romanların en azından okuma ile arasında mesafe olanlara tarihi olay ve olguları sevdirdiğini belirtebiliriz.

        Osmanlı Devleti’nin son demlerinde ardı ardına yapılan savaşlar, mütareke dönemi ve “İstiklâl Harbi” devrelerini yaşayan, bir yazarımızın da belirttiği gibi “emperyalizmin boğazının içinden İstiklalimizi alanların” eli kalem tutanlarının en azından bir kısmı gelecek kuşaklar için yaşadıklarını kâğıda dökerek kalıcı hale getirdiler. Kalan kısım ile okur-yazar olmayanların çok büyük bir kısmı da kendisinden sonraki kuşağa ve çocuklarına şifahen bu trajedileri aktardılar. Daha sonraki kuşaklar için muhtelif sebepler yüzünden bu bağın koptuğu ve özellikle de günümüz gençliği ve öğrencilerinin çok büyük bir kesimi tarafından dedelerimizin yaşadığı zehirli hakikâtlerin, yuttuğu demir leblebilerin bugün masal ve ninni olarak algılanır olduğu gerçekten çok ıstırap verici bir durumdur. Kurtuluş Savaşı’nın Güney Cephesi’nin beyni olan “Antep”in düşmana karşı verdiği amansız mücadelenin de adı olan “Gaziantep Savunması” bir şehrin düşman ve açlıkla direnişinin simgesi olmuştur. İşte bu alanda boşluk olduğunu gören, gençlerin ilgisizlik ve bilgisizliğinden sancı duyan, kendisi de hemşehrimiz olan yazar Necdet Sevinç, memleketine olan vefa borcunu ödemek gayesiyle olsa gerek “Gaziantep Savunması”nın romanını yazmıştır. Bahse konu olan belgesel roman geçtiğimiz aylarda “İstiklâl’in Bedeli"[1] ismiyle Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlandı.

        Eser, Mondros Ateşkes Antlaşmasının meşhur 7. maddesine dayanılarak 17 Aralık 1918 yılında düşman postallarının şehre ayak basmasıyla başlar. 9 Şubat 1921’de şehrin teslim olup romanın kahramanı Kıraçata’nın ölümüyle sona erer. Antep Savunması’nın kronolojisini kabaca 4 bölüme ayırdığımızda birinci bölüm 10 ay 10 gün devam eden İngilizlerin işgal ettiği dönem, ikinci bölüm Fransız işgaliyle başlayan 5 ay 4 gün devam eden pasif direnişin olduğu devredir. Üçüncü bölüm 1 Nisan 1920 yılında başlayıp 9 Şubat 1921’e kadar devam eden aktif direnişin olduğu süredir. Son bölüm ise şehrin teslim olmasıyla başlayan 25 Aralık 1921’de Türk Birliğinin Antep’e girene kadar ki dönemi kapsayan pasif direnişin olduğu dönemdir. Şanlı mücadelenin mihenk noktası olan, en çok tahribatın verildiği, Fransız askeri birliklerine kök söktürülen, bir şehrin açlık ve esarete mahkûm olduğu dönem 10 ay 8 gün sürer. Romanın büyük bölümünü bu bölüm oluşturmaktadır.

        Yazar, Antep Savunması’nın omurgasını oluşturan birimleri, savaşın içindeki küçük muharebeleri, tek yürek olan bir şehrin imanını, İngiliz ve Fransız askerlerinin şehirdeki tecavüzkâr fiillerini, açlık-yokluk ve ilaçsızlıkla imtihan olan Anteplilerin durumunu, savaşın sembol isimlerinden Şahin Bey, Karayılan, Şehitkâmil ve diğer şahsiyetleri şehadete götüren süreçleri, milletin ve devletin acz içinde olduğunu görüp “fırsat bu fırsattır” deyip düşman askerleriyle birlikte hareket eden Ermeni vatandaşlarımızın taşkınlıklarını, harbin belli başlı kahramanlarının ve isimsiz kahramanların özellikle de 11 ay 8 gününü ustalıkla anlatır. Romanın başkahramanı Kıraçata dışındaki kahramanların tamamı ve roman çerçevesindeki olay ve olguların kâhir-i ekseriyeti gerçektir. Kıraçata bütün isimsiz kahraman ve şehitlerimizin feragat ve fedakârlıklarını kendisinde toplayan, bedeni yaşlı ama ruhu genç ve zinde, akil, bilgili bir inanç adamıdır.

DEĞERLENDİRME

        Biricik memleketindeki kutsal mabetlerinin neredeyse tamamı top ve mermilerce yıkılan ve parçalanan; acı, gözyaşı ve kanla yoğrulan; açlık, yokluk ve ilaçsızlık ile imtihan olunan bir halkın ve şehrin vermiş olduğu istiklâl mücadelesinin daha önceki yıllarda istenilen düzeyde olmasa da birçok kitabı yayınlanıp, ozanların ve anaların birçok ağıtı yakılıp, özellikle de Yavuz Bülent Bakiler gibi şairler tarafından güzel şiirleri söylenmişti. Geç de olsa geniş kitlelere bu destanın ulaştırılmasına yönelik belgeseli yapıldı.[2]  Savaşın ruhunu yansıtmaya çalışan müzesi kuruldu.[3] Bu eserden önce küçük çaplı romanı da yayınlanmıştı.[4] Bu alanda eser büyük bir boşluğu dolduracağını tahmin ve umut ediyorum. Eserin dilinin akıcı, üslubunun gayet sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bana göre eserdeki eksikleri de şöyle sıralayabiliriz. Antep’in Kuvay-ı Milliye Komutanlarından Özdemir Bey’den bahsedilmemiştir. Yazar bu durumu önsözünde savaşın başından sonuna kadar birçok komutan ile sevk ve idare edildiğini, romanın başkahramanı Kıraçata’yı bu komutanlığa verdiğini bahseder. Diğer komutan ve sembol isimlerinin neredeyse tamamının olduğu yerde bu komutanımızın isminin dahi geçmemesini büyük eksiklik olarak görüyorum. Antep Savaşı’nın büyük muharebelerinden “İkizkuyu Muharebesi”nden sadece bir satır bahsedilmiştir. Ayrıca dönemin ve eserin kahramanlarını yazar anlatırken yazarın yakın akrabalarının[5] yaptığı fedakârlık ve feragâtlardan da asgari düzeyin neredeyse altında bahsedilmiştir. Dolayısıyla yazarın aslan payını kendi ailesine çıkarmayarak mütevazılık örneği sayılması gereken bu tutumunu takdir ve tebrik etmek gerekir. Son olarak Antep Savunması’nın bilinen kahraman, gazi ve şehitlerini; tarihin unuttuğu ama Tanrının unutmadığı bütün herkesi rahmetle anıyor. Ruhları şad olsun duasında bulunuyorum.

        (Türk Yurdu Dergisi, Sayı 267, Kasım 2009)

[1] Necdet Sevinç, İstiklâl’in Bedeli, 568 sayfa, 2009, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları
[2] Gaziantep Ticaret Odası tarafından 2006 yılında belgeselciliğimizin yüz akı Can Dündar’a  “Kefen Bayraklı Kale: Gaziantep” isimli belgesel hazırlattırıldı.
[3] Şahinbey Belediyesi tarafından yaptırılan “Gaziantep Kurtuluş Savaşı Müzesi 2008” yılında açıldı. Bu müzede Antep Savunmasıyla ilgili tam istenilen düzeyde olmasa da birçok materyal bulunmaktadır.
[4] Bu arada Gaziantep Ticaret Odası’nın kültür hizmetlerinin özellikle de son yıllarda renklenerek, birbirinden farklı alanlarda arttığını söyleyebiliriz. Mehmet Selçuk Uğur, Erol Baydar, Ahmet Yaşar ve Behzat Karpınar gibi öğretmenlerden oluşan bir komisyonca ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinin Gaziantep Savunması’nı daha iyi anlamasına yönelik Gaziantep Savunması isimli iki kitabı Gaziantep Ticaret Odası, 2006 yılında bastırdı. Bu kitaplardan birisi 100, diğeri de 70 sayfadır. İkincisini okuma fırsatım oldu. Bu eseri hazırlayanların profesyonel anlamda yazar olmamasını, müstakil bir yayınevi tarafından bastırılmadığını, dağıtımının yurt içinde düzenli olarak dağıtılmadığını göz önünde bulundurularak bir yorum yaptığımızda eseri başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Dolayısıyla konuyla ilgili ilk romanın olduğunu söylemekle birlikte içerik olarak “İstiklâl’in Bedeli” romanı kadar dolgun ve kaliteli olmadığını belirtebiliriz. Bu yazı dergide yayımlandıktan sonra 2009’da Antep Savunması’na yönelik 2 romanın daha yayımlandığını öğrendim. (Kaya Öztaş, Açlık, İhanet ve Kuşatma: Antep Savaşı, Ankara, 2009, Us Yayınları. Diğer eserin künyesi ise şudur: Eyuphan Erkul, Karayılan, 204 s., 2009, İstanbul, Doğan Kitap)
[5] Yazarın dedesi Abdülkadir Efendi ve kardeşi Reşit Efendi’nin özellikle malı ve mülküyle yaptığı fedakârlıklar azımsanacak boyutta değildir. Diğer yakın akrabası da Meclis-i Mebusan’ın son, ilk meclisin Antep mebuslarından Yasin (Kutluğ)dur.