23 Kasım 2009 Pazartesi

TARİH FELSEFECİSİ ARNOLD J. TOYNBEE’NİN TECRÜBELERİ

         20 yüzyıla damgasını vuran İngiliz düşünür, diplomat, tarih felsefecisi, tarih ve edebiyat Profesörü Arnold J. Toynbee, ülkemiz aydınlarının yabancı olmadığı bir isimdir. Özellikle Bizans ve Yunan tarihi, karşılaştırmalı medeniyetler ve uluslararası ilişkiler tarihi konularında özgün çalışmaları olan bir düşünce adamıdır. Türkçeye birçok kitabı tercüme edilmiştir. Hatıraları Türkiye’de farklı iki eser olarak aynı yayınevi tarafından yayımlanır. İlk kitapta kendisinin yaşamındaki önemli portreleri anlatır.[1] Tanıtmaya çalışacağım bu eser ise ilk kitabın devamı niteliğindedir.  Eser, sıra dışı bir hatıra kitabı niteliğindedir. Kendisinin yaşamındaki çok önemli olaylardan kabaca bahseder. Kitabı daha çok yaşadığı çağın siyasi, kültürel, dini hayat hakkındaki tahlilleri, gözlemleri, tespitleri ve tecrübeleri oluşturur. Eserde -kendisinin kitabı yazdığı tarih itibariyle- dünyanın son 150 yıllık siyasi tablosunu kabataslak anlatır. İngiltere Kraliyet Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümünde yönetici olarak İngiltere Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesinde uzun süre görev yapar. I. ve II. Dünya Savaşı akabinde yapılan Paris Barış Konferansları’nın ikisine de katılan nadir şahsiyetlerden biridir.

        Yazarın özellikle Dünya savaşlarına katılan ülkelerin savaşta, savaş öncesi ve sonrası durumları hakkında çok tutarlı, makul, ibret alınacak görüşleri mevcuttur. Müellif, yaşamının, İngiltere’nin ve dünyanın kaderini etkileyecek I. Cihan Harbi’nin başladığı Ağustos 1914’ü bir milat olarak alır. Özellikle 19uncu yüzyılda bulunan devletlerin kahir ekseriyetinin savaş öncesi durumunu güzelce anlatmaya çalışır. ABD’nin en son 1861–5 yılları arasındaki yaşadığı iç savaştan, İngiltere’nin bazı küçük savaşlarını saymazsak en son 1815’teki Waterloo’dan beri barış yaşadığını vurgular. Ülkesinin çok uzun bir zamandan beri böyle barış devresi yaşamasından dolayı savaşa psikolojik olarak hazırlıksız yakalandığını, savaşın başlamasıyla şok geçirdiğini belirtir. Yazarın, iki dünya savaşı akabinde yapılan Paris Barış Konferansı isimli iki konferansa katıldığını üst paragrafta belirtmiştik. Burada küçük çaplı görevi olduğunu belirttikten sonra, faal görevinin az olduğunu, saatlerce diplomatları gözlemlediğini, burada geçirdiği saatleri eğitiminin paha biçilmez bir parçası olarak görür. 1946’daki konferansta Rusya Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’u diplomasinin ağır topları köşeye defaatle sıkıştırmalarına, Molotov’a dehşetle saldırmalarına rağmen (Molotov’a yapılan saldırıları çocukluğunda hayvanat bahçesinde hipopotamın muzır insanların yaptığı işkenceye karşılık hiçbir tepki vermemesine benzetir.) sabrını ve metanetini elden bırakmamasını bir diplomatik başarı olarak anlatır. Barış antlaşmalarının zorluğunu belirterek iki konferansın en bariz özelliği olarak da yenik düşman kuvvetlerinin hiçbir şekilde temsil edilmemesi olduğunu vurgular.

        Kitabın birçok yerinde I. Dünya Savaşı’nda ülkesindeki arkadaşlarının ve akranlarının azımsanamayacak kadarının ölmesine çok üzüldüğünü belirtir. Kendisine tanrının bir lütfu olarak uzun ömür verildiğini, kuşağının ve atalarının dünyadaki yaşayamayacağı kadar değişimi gördüğünü belirtir. Ömrü boyunca savaşların toptan ilgası için emek harcadığını belirterek bazı savaşlarda taraf tuttuğunu hatta savaşların zaruri olduğunu söyler. Her ne kadar tarafsız olduğunu belirtmeye çalışsa da Türklere olan önyargısı da satır arasında göze çarpar. 1931’de Japonya’yla Mançurya konusunda, 1935’te İtalya ile Etopya, 1938’de Almanya ile Çekoslovakya, 1912-3’te Osmanlı ve Balkan ülkeleri (Balkan Savaşları’na katılan ülkeler) arasında savaşlarda oyunu savaştan yana kullanacağının da altını çizer. Dünya savaşlarındaki mağlup olan ülkelerin tahlilini yaparken Almanya’nın I. Dünya Savaşı’na kadar Bismarck’ın önderliğinde 1864, 1866, 1870 ve 1871’deki savaşları; Japonya’nın II. Dünya Savaşı’na kadar 1894’de Çin, 1904-5’te Rusya, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın karşısında olduğu için bütün savaşları kazandığını söyler. Geçmişteki askeri başarıların verdiği sarhoşluk psikolojisiyle Almanya iki büyük savaşı, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nı kaybettiğini vurgular. Bunların dışında da Amerika ve İsrail’in de aynı psikolojiyle savaşmaya devam ettiğini; Amerika’nın 193 yıldır yenilmediğini, İsrail’in ise kurulduğu günden beri dört savaştan galip geldiğini belirterek yakın gelecekte başının ağrıyabileceğini iddia eder. Yazar, 20.yy’ın ilk yarısında, hatta hatıralarını yazdığı dönem itibariyle, reel-politikada milliyetçiliğin toplumlara ve devletlere nasıl yön verdiğini şu cümleler ile açıklar: ”Milliyetçilik, bütün insan ırkının yaklaşık yüzde doksanın, dininin yaklaşık yüzde doksanını oluşturmaktadır.”(s.320) Bu durumu anlayamayan Amerika’nın Vietnam’da başarılı olamadığını, rakibinin “Dünya Komünizm”nin savunucusu rolüyle savaştığını sanarak Vietnamlıların “Vietnam Milliyetçiliği”ne sarılarak ABD’ye kök söktürdüğünü belirtir. 

        Toynbee, okul hayatından bahsederken kendisini başarının zirvesine götüren merdivenleri de göstermeye çalışır. On yaşından itibaren 11 sene Yunan eğitimi alır. Akabinde de 9 ay kadar Yunanistan’da kalarak teorik olarak öğrendiği bilgilerin bir kısmını görme fırsatı bulur. Balkan Savaşları’nın başlamasından kısa bir süre önce buradan ayrılır. Hatta savaşın kokusunu alamadığını, bundan dolayı kendisini ahmak olarak gördüğünü belirtir. Kitabın bu bölümünde bireysel ve toplumsal olarak insanların yaşamına kefil olunamayacağıyla ilgili, savaşların rafa kalktığını iddia edenlere, önyargıların sıfırlanabileceğini iddia edenlere çok ilginç bir anekdot anlatır. Girit’te bir gezi sırasında kendisine küçümsenemeyecek yardımları olan, dindar yaşlı bir Hıristiyan’dan bahseder. Ovanın sınırında ıssız köylerin niçin boş olduğunu sorduğunda: “Niçin olacak orada Müslümanlar yaşıyordu. Ama doksan yedide (1897) hepsini kestik, kadın çocuk, adam demeden hepsini.”(s.43) Yazar gayet iyi bir insan olduğunu düşündüğü bir insanın yıllar önce yaşanan iğrenç olayları sevinçle anlatmasına şaşırır ve üzülür. Kallavi bir tespitte bulunur: “..İlk günah’ımızın üzeri kat kat medenileşen itiyatlarla kaplanmış olabilir; ama yine de hiç kimse, tek tek insanoğlunun veya bir insan topluluğunun ahlakî doğruluğuna kefil olamaz. Hiç kimse, hiç kimsenin bütün ayartmalarına karşı dayanıklı olacağını temin edemez. Artık alevleri söndü denecek kadar uzun zamandır uykuda olsa bile bu volkan ayartmalarla birden patlayabilir.” (s.43) Yunan ve Roma tarihine merakı had safhadadır. Buraları manevi vatanı olarak gördüğünü belirtir. Anadilince şiir yazamadığını, yazdığı şiirlerin tamamının Yunanca olduğunu okuyunca yazarın Yunancaya hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Yazdığı şiirlerin bir kısmı kitabın sonunda Yansımalar bölümünde mevcuttur.

        Yüzyıla damgasını vuran savaşların içinde ve dışında “katliam”, “mübadele”, “soykırım”, “sürgün”, “diaspora”, “ırkçılık”, “sömürgecilik” kavramları hakkında genel bir çerçeve çizdikten sonra bunlarla ilgili birçok örnek vererek mukayeseli çözümlemelerde bulunur. Osmanlı’nın 1915’de yaptığı tehciri ömrünün bahar demlerindeyken daha acımasızca yaklaştığını ama yaşadıkça ve öğrendikçe 1897’de Girit’te yaşanan katliamları, Nazilerin giriştiği Yahudi ve Slav soykırımının Ermeni Tehciri’ni gölgede bıraktığını belirtir. İstiklal Harbi akabinde yapılan zorunlu mübadeleden başka o dönem koşullarında daha iyi bir seçenek olmadığından, bundan başka bir kararın daha çok acılara sebep olabileceğini belirtir.

NİÇİN VE NASIL ÇALIŞIRIM?

        Kitabın ana damarlarını oluşturan konulardan biri de “Niçin ve Nasıl Çalışırım” bölümüdür. 20 sayfalık bu bölümün ciddi bir kişisel gelişim kitabı kadar değerli ve öğretici olduğunu düşünüyorum.  Yazar burada çalışmanın nasıl kölesi olduğunu, köle olarak nasıl mutlu olunabileceğini, çalışmanın kölesi olmak durumunda olanlar için kendi yaşamından bizlere reçeteler sunar. Birçok yazar ve aydının bahsettiği gibi kitap okuyacak, araştırma yapacak ve bilim adamı olacak kişilerde merak ve şüphe duygusunun olması gerektiğini vurgular. Kendisinde özellikle merak duygusunun çok fazla olduğunu bundan dolayı Tanrılara müteşekkir olduğunu belirtir. Bunların dışında vicdan, endişe, görme ve anlama duygusunun da kendisini çok çalışmaya sevk ettiğini söyler. Yazar, Çalışmayı ibadet haline getirmek isteyen fikir işçilerine 5 tavsiyede bulunur. İlişikte madde madde sunulan öğütleri kitapta tafsilatlı bir şekilde açıklar
·        “Mr. Haselfoot’un o altın öğüdüdür: “Aceleyle işe girişme; harekete geçmeden önce düşün; evvela ele alacağın konuyu veya problemi bir bütün halinde görmek için kendine zaman ver.”(s.122)
·        “Zihninizin harekete geçecek olgunluğa ulaştığını hissettiğiniz an derhal harekete geçin. Çok uzun süre beklemek, çok aceleci davranmaktan daha da ters neticeler doğurabilir.”(s.123)
·        “Her gün, düzenli olarak, günün en iyi yazdığınızı düşündüğünüz saatlerinde yazın. Müsait haleti ruhiyeye girene kadar beklemeyin.”(s.124) “Kendini zaman karşı çalışmaya alıştırmayan bilginler, eser üretememe tehlikesine düşerler ve verimsizliklerini zamana karşı yapılan çalışmanın kusurlu olacağını iddia ederek haklı çıkaramazlar. Elbette kusurlu olacaktır; insan elinden çıkan her şey kusurludur çünkü insanın tabiatı böyledir ve işi ağırdan almakla, insanı meselelerin aslında var olan bu kusurluluğun üstesinden gelinemez. Entelektüel çalışma da dâhil her türden çalışmada, harekete geçmek için doğru bir an vardır. Bu anın geldiğini söyleyecek hiçbir araç yoktur; insanın bunu sezgiyle anlaması gerekir; doğru zamanlama her seferinde farklı olacaktır. Fakat doğru anı bulup isabetli olmak başarı için vazgeçilmezdir; gereğinden fazla ertelemektense düşünmeden hareket etmek kadar vahim olabilir.  Yanlış zamanlamanın neticesi, her iki durumda da, bütün insan faaliyetlerinin aslında var olana kusurluluğunu artırmak olur. (s.112-113)
·        İşiniz bittikten sonra bir sonraki işinize başlamak için doğru zaman yarın ya da gelecek hafta değil, derhal ya da Amerikan deyiminde olduğu gibi “right now”(derhal)”dir. Bu deyimin Amerikalılara has bir deyim olduğu açıktır çünkü Amerikalılar eylem adamı olmakla tanınırlar.”(s.125)
·        Daima ileriye bak. Bir motosiklet yarışçısının teleskopik bakışıyla farkına varmadan ulaşmış olacağı gibi, daima en ileriye bak.”(s.126)

         Yazar, özellikle tarihçi olmasına vesile olan saiklerin bir kısmını açıklamaya çalışır. Annesinin de tarihçi olması, kendisine altı yaşına kadar her gün uyumadan önce İngiltere tarihini bölüm bölüm anlattığını,[2] kendisinin de bunları mutlu ve uslu bir şekilde dinlediğini belirtir. Özellikle insan ve insan toplumlarını konu alan bilim dallarına her zaman ilgisinin daha yoğun olduğu için bu alana yöneldiğini belirtir. Özellikle tarihçiler için tarihteki medeniyetlere beşiklik yapmış yerleri görmeyi tavsiye eder. Kendisinin imkânları ölçüsünde dünyanın küçümsenemeyecek kadar bölge ve memleketine gittiğini eserden anlıyoruz. Özellikle okuduklarından gerekli notlar çıkardığını, bunlardan kitap ve makale yazarken istifade ettiğini söyler. Tarihçilik anlayışında bilinçli ve kasıtlı olarak iktisat, din, sanat, bilim ve teknoloji tarihçisi gibi yan alanlarda uzmanlaşmadığını, bir bütün olarak beşeri hadiseleri anlamaya çalıştığını söyler.
DEĞERLENDİRME

        20 Yüzyıla damgasını vuran tarihçi, diplomat, düşünce adamı Toynbee’nin hatıraları klasik hatıra kitaplarının dışındadır. Kitap her ne kadar başarılı bir entelektüelin hayat hikâyesinden izler yansıtsa da eserde son 150 yılın dünya tarihini, 20. yüzyıla damgasını vuran savaşlar, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, sürgünler hakkındaki çarpıcı düşünceleriyle karşılaşırız. Esere bir diplomatın gözüyle 20. yüzyılın tahlili diyebiliriz. Kitabı okuyan birisinin kitap hakkında şu yargıda bulunması da muhtemeldir: “Bir entelektüelin özlemlerini, acılarını, dine, hayata, dünyaya ve tanrıya bakış açısını yansıtan daha çok felsefe kokan, makale ve denemeyi anımsatan yazılardan oluşan bir kitaptır.”
        Kitabı okurken anlamakta zaman zaman zorlandığımı belirtmeliyim. Bunun, yazarın dilinin ağırlığından mı, yoksa tercümenin özensizliğinden mi kaynaklandığından emin değilim.
(Erzurum Gazetesi, 23 Kasım 2009)



[1] Arnold Joseph Toynbee, Hatıralar: Tanıdıklarım, Çev: Deniz Öktem, 359 s., 2005, İstanbul, Klasik Yayınları
[2] Türklere karşı zaman zaman düşmanlık safhasındaki önyargısının temellerinin da annesi tarafından atıldığını diğer hatıra kitabından öğreniyoruz. Yazar annesinin çocukken kendisine Türkler hakkında öcü, canavar vs. gibi şeyleri anlattığını söyler.

1 yorum :

  1. dayı bey, ellerine sağlık, sayende birkaç kelime daha öğrenmiş oldum.

    YanıtlaSil